Kötü yazdım, kötü

Güncelleme Tarihi:

Kötü yazdım, kötü
Oluşturulma Tarihi: Mart 11, 2006 00:00

Radyo ve TV programcısı, röportajcı Ayça Şen’in gariplikleri anlatmakla bitmez: Bir dinleyicisini "Aloov, iyi akşamlar efenim, ben Erol Evgin, inanmazsanız bakın size bir şarkı okuyayım" diye işletmişti. Bu aralar internette "Sayın abonemiz, siz de bizim gibi üzgünseniz lütfen 1’e basın" diye başka bir şakası dolaşıyor. Ayça Şen süper komik, bazen çok sivri, hep çok zeki. Radyo programları, Radikal’deki röportajları, Ayça Şengen adlı köşesi, NTV’deki programı bağımlılık yaratıyor.

Gelecek hafta Okuyanus’un yayımlayacağı Saatçi Bayırı, yazarlıkta da iddialı olduğunun kanıtı. Çocukluk, aile, aşk ve zor kararlar üzerine güzel şeyler söyleyen kitabı, işleri ve oğlu Memo’dan arta kalan zamanında, kimi zaman sabah 04.00’lerde uyanıp yazmış.

Nişantaşı kafelerinde sohbeti eksik bırakan, gergin bir şey var. Itzhak Perlman usta gelse garsonları ayrı, müşterileri ayrı ayrı keman gibi çalabilir, hatta yaylılar orkestrası kurabilir. Öyle bir disiplinli gerginlik söz konusu olan. Ayça Şen’le, kitabının dört saatlik redaksiyon çalışmasını yaptığı semtte, bir kafede buluştuk. "Havayı mı kokluyorsun abicim, gel bir mozaik pasta ısmarlayalım güzelleşelim, bu ortam anca öyle düzelir" dedi. Ardından bir keresinde yoğun uğraşlardan sonra yaptığı mozaik pastaya şeker yerine tuz koyduğunu, bu acı hatırayı aklından bir türlü çıkaramadığını anlattı. Ama, tuzla şekerin tanecikleri çok farklı, birbirlerinden ayırmak kolaydır, gibi bir şeyler gevelediğimde kaşını kaldırıp doğrudan cevap verdi: "Ben böyle acayibim işte, ayıramadım!" Aslında, "Sen kaç yaşındasın kızım, ablaya ukalalık yapılmaz" da diyebilirdi...

Romana nasıl başladığını merak ettiğimden ona Latife Tekin’in bir sözünü hatırlatıyorum: Yazı yazmaya heves etmek aşık olmaya heves etmek kadar acıklı bir şeydir. Çünkü ya vardır ya da yoktur. "Bende olduğunu biliyordum" diyor Ayça Şen: "Daha gazetede yazmaya başlamadan biliyordum, çok eskiden. Sadece, kafamı toparlamam lazımdı. Toparladım, yazdım." Kitabını okuması için verdiği yakın arkadaşları, son sayfaya gelene kadar birkaç kez ağlamaktan bitap düşmüş, ruhlarına serum bağlatmış. Sonra da "Arkadaşım yazar oldu" sevinci ve gururunu yaşamış. Ayça Şen ise "Abartmayın yahu, kötü yazdım, kötü" deyip duruyor. Peki neden?

"Utanıyorum yahu, tevazudan da değil, bir roman yazmak çok büyük bir şey be. Bir de çok çok özel..." Aslında haklıydı utanmakta. Utanılacak kadar iyi yazmıştı. Ne dese olmazdı.

SİRK GİBİ AİLE

Saatçi Bayırı’nda birden fazla kahramanın öyküleri iç içe geçmiş. Romana anneannesinde büyüyen, tuhaf teyzeleri ve amcaları olan, babası erken ölen, aşık olduğu adam tarafından terk edilen, çok zor bir karar vermek zorunda kalan Oya’nın hikayesi denebilir. Yoğun bir uyuşturucu ve kaybedilmiş gençlik döneminden sonra hidayete eren kuzeni Ebru’nun, ya da spastik olmasına rağmen çevresinde olup biteni herkesten iyi tartan, fiziksel yetersizlikleri yüzünden hayata ve çevresindekilere karşı bazen gerçekten çok kötü olabilen komşu Cem’in hikayesi de. Belki de kıskanç kocasının bir gün otomobilinin direksiyonunu sinirle kırmasıyla büyük bir kaza geçiren ve güzelim yüzünün sol tarafı tamamen parçalanan Suzi’nin hikayesidir. Ailede herkesin Ördek Teyze dediği Örnek’i, çok zeki olmasına rağmen bir baltaya sap olamamış, annesinin evinde küçük bir odada yaşamaya mahkum olan Mucit Dayı’yı anlatıyor da denebilir.
Aslında şenlikli, küçük büyük her toplantısı Cirque du Soleil gösterisini andıran bir ailenin öyküsü bu. Her sayfada okuruna "Her aile bir dünya" klişesini düşündürüyor, sonra da bir tokat yapıştırıyor. Öyle maskesiz bir şekilde çizilmiş ki karakterler, öyle sarih anlatılmış ki ilişkiler öncelikle durup kendinizi, çevrenizi yeniden değerlendirmeniz gerekiyor: Teyzem, yeğeninden hoşlanmayan roman kahramanı Ülkü’ye benziyor mu acaba, beni gerçekten sevmiş miydi? Annemin üzüntüsünün gerçek nedeni, Oya’nın annesinin çocuğundan kaçmasına sebep olan şeye benzeyebilir mi? Karşı komşumun kapısının ardında da Suzi’ninki gibi trajik bir hayat yaşanıyor mudur? Kimliğimizi belirleyen en önemli etmen, gerçekten ailemiz mi?

ONU KORKUTAN LAFLAR

"Mutlu bir çocukluk geçirdim diyenlerden çok ürküyorum" dedi Ayça, kahveden sonra "kanımızı temizler" esprisiyle ısmarladığımız yeşil çayını karıştırırken. "Bir kere bu büyük bir yalan bence. Mutlu çocukluk ne demek? Yoktur öyle bir şey. Sadece neler yaşadığını, çevresinde, en yakınında gerçekten neler olup bittiğini fark etmeyen biri vardır. O cins beni ürkütüyor."

Saatçi Bayırı bir otobiyografi değil. Yine de Ayça Şen’in hayatından kesitler taşıyor. Bazen hatırladıklarını olduğu gibi yazıyor, bazen kurguluyor. Bazen uçuyor, bazen yere iniyor. "Aslına bakarsan, çocukken inatçı değildim. Kolaydım yani, dert olmadım. Ama bizim ailede de teyzeler ve halalarla bir sürü şey yaşandı. Bazı çocukluk günlerim o kadar taze aklımda ki, bütün detaylarıyla yazdım."

Bugün 30’larında bir kadın olarak Ayça Şen’in gençliğinin en parlak tabelaları, o dönem gençlerinin aralarında konu yaptığı tüm işaret levhaları var kitapta. "Birkaç yerde bahsi geçen Commodore 64 çok önemlidir mesela bizim hayatımızda" diyor "Efendime söyleyeyim, Yehova Şahitleri çok konu olmuştur. Esrar kullanmak her dönem gençleri gibi bizim aramızda da muhabbeti dönen bir şeydi. Bu tip şeyleri koydum kitaba. Ama özellikle bunu da burada geçireyim diye düşünerek değil. Romanın doğal sürecinde gelişti."

BAŞ KARAKTER OYA KENDİSİNE BENZİYOR

Roman kahramanları ortak arkadaşlarımızmış gibi bahsettiğimiz, neredeyse "Eee Suzi’nin morali düzeldi mi? Mucit Dayı’yla Maydonoz Enişte neler yapıyor" noktasına geldiğimiz bir anda, konu Ayça’ya fazlasıyla benzeyen karakter Oya’ya geldi. "Evet abicim doğru anlamışsın, Oya, başına gelenler bakımından benzer bana" dedi. Oya, Ümit adında bir adama aşık oluyor romanda. Ondan hamile kalıyor ama doğurmadan kısa süre önce, ortadan kayboluyor Ümit. Gidiyor ve bir daha hiç haber alınamıyor. "Böyle bir hayat yaşayan Oya’nın sonu mutlu olamazdı. Zor olacaktı" diyor Ayça. Tam beş yıl önce, süper oğlu Memo’ya hamileyken zor bir karar vermek zorunda kalmıştı o da. Tek başına bu işi başarabilir miydi? Yapmalı mıydı? Bir yandan ne gerek vardı, bir yandan ne güzel olurdu? Kitapta sevdiği adamın çocuğuyla kalakalan Oya’ya kuzeni şu öğüdü veriyor: "Erdemli yaşamak aslında iki uç arasında sürekli karar vererek yaşamak demek. Değerlerini savunup, yaşananlara teslim olarak yaşamak demek. Düşün bunu Oya; o adam hayatından şimdi çıkıp gitse ne karar alırdın? Yine de doğururdun değil mi? İşte aslında her an doğma ve doğurma halindeyiz."

"Ben," diyor Ayça "istedim bu oğlanı, yaşayacağım zorlukların hepsini hesaba katmadım bile. Annem süper kadındır. Hep yanımda oldu. Yaptın bir iş, oldu olacak soyadını da ver, dedi. Serttir yani. Ama ben istemedim, sonra zorluk çekmesini istemedim." Hayatının en büyük kararı bu mu, diye sordum. "Budur abicim, aynen" dedi. "Tek başına anne olurken iki şeyi düşünmelisin. Biri para. Çok lazım oluyor, inan. Bir de çocuğu yaptığın adam iyi kalpli olsun. Aşkı, neşesi, zevki geçiyor da iyiliği kalıyorsa doğru adamdır. O kadar yani başka düşünecek bir şey yok."
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!