Vatan sevgisi uzaklara harfi harfine çok uzaklara götürülebilir

Güncelleme Tarihi:

Vatan sevgisi uzaklara harfi harfine çok uzaklara götürülebilir
Oluşturulma Tarihi: Kasım 29, 2004 02:06

II. Dünya Savaşı sırasında, Hitler Almanyası’nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, İstanbul’daki Çekoslovakya Büyükelçiliği’nin bulunduğu binanın kendilerine verilmesini ister ve kabul edilmesi üzerine buraya yerleşir.

Bununla yetinmeyen büyükelçinin, buraya sadece 150 metre uzaklıkta bulunan Polonya Büyükelçiliği’nin güzel bahçeli binasında da gözü vardır. Ancak Cumhurbaşkanı İsmet Paşa, bu isteği reddederek, şunları söyler: ‘’Bizim Polonya ile ananevi bir dostluğumuz var. Geçmişte Polonya’nın taksimi zamanında, Türkiye, Polonya büyükelçisinin gelişi için 150 sene beklemiştir. Şimdi çok kısa bir müddet için Polonyalı dostlarımızı kıramam ve sizin bu talebinizi Türkiye katiyen yerine getiremez.’’

Bu şekilde Türkiye, Nazi Almanyası’na karşı gelmiş ve Polonya’ya olan yakınlığını göstermiştir. Faşist Von Papen’e gelince... Savaş boyunca, elçiliğinin penceresinden Polonya bayrağını seyretmek zorunda kalır.

Polonya ve Osmanlı arasındaki böylesine bir dostluğun mirası, Polonezköy. Köyün konuksever ve bilgili muhtarı Daniel Ohotski ile İstanbul’un yanıbaşındaki bu Polonya köyünde dolaşmaya başlamadan önce, geçmişini gözden geçiriyoruz. Gerçekten de köyün özel ve destansı bir tarihi var ve sadece muhtar değil, kiminle konuşsanız bu tarihi ayrıntısıyla anlatabiliyor.

İKİ KÜLTÜRÜN SENTEZİ

‘’Burası Polonya için bir özgürlük sembolü, bir bağımsızlık kıvılcımıdır. Bizlerse bu köyü kuran özgürlük savaşçılarının torunlarıyız. Polonya’da Adampol’ü tanımayan olmadığı gibi, ilkokuldan başlayarak tüm seviyelerdeki eğitim kitaplarında bu köy ve mücadelesi anlatılır. Polonyalı yaşlılar köyü yakından tanır. Yeni nesil ise okudukları, duydukları ve televizyonda seyrettiklerinin uyandırdığı merakla köyü ziyarete gelirler. Polonyalılar bize ‘Adampolanin’ der. 160 yıl boyunca Türk kültürüne adapte olmanın yanısıra, kendi kültürümüzü de korumayı başardık. Ailem dört nesildir bu köyde yaşamış. Polonyalı kaynanamın evinden, siyah zeytin, rakı, çay, Türk kahvesi ve demlik hiç eksik olmaz. Gittiğimde yabancılık çekmeyeyim diye...’’

İki kültürün dengeli bir sentezini kurmanın yanısıra, dil, din ve geleneklerini korumakta kararlı Polonezköylüler. Köyde 1935’lere kadar Polonyalılar’a ait bir ilkokul varmış ancak köy halkının Türk tabiyetine geçmesiyle, bir Türk ilkokulu kurulmuş. Ulaşımın kolaylaşmasıyla birlikte, bugün artık aileler çocuklarını İstanbul’daki okullara gönderiyorlar. Çocuklar, Polonezce’yi ancak ailelerinin yanında öğrenebiliyorlar. Köyün kadınları, çocuklarını okula dönüşümlü olarak götürdükleri gibi, yaz boyunca aynı sistemle çocuklara Polonezce öğretiyorlar.

Boynundaki ay-yıldızlı ve haçlı kolyeyi hiç çıkarmayan Joseph Dohoda, bu köyde doğmuş ve ortaokulu İstanbul’da yatılı okumuş. 24 yaşındayken Kars’tan buraya gelen, Estonya kökenli annesi Stella, 1967’de arazilerinde bir pansiyon açmış ve Joseph’i 13 yaşındayken İngiltere’deki Polonya Yatılı Okulu’na göndermiş. ‘’Dedem ölünce artık evde Polonezce konuşulmaz olmuştu. Türkiye’de unuttuğum lisanımı okulda yeniden hatırladım. 16 yıl İngiltere’de yaşadım sonra köyüme geri dönmek istedim. Kardeşim Aleksander hálá orada.’’ Joseph’in İngiltere’de evlendiği ilk eşi Polonyalı’ymış. İkinci eşiyse, ‘’ithal gelin.’’

Bugün köy için ‘’taze kan’’ önemli. Yakın zamanda, köye dört yeni Polonyalı gelin gelmiş. Akraba evliliklerinin yanısıra asimilasyona karşı da en büyük önlem bu. Muhtar Bay Daniel’in eşi Barbara, ‘’ithal gelin’’ söz konusu olunca ‘’İşte o benim’’ diyor. Ruhunda biraz da çöpçatanlık var. Küçük kızına bakmaya gelen Polonyalı dadıyı, o baş göz etmiş. Bu yeni gelinler sayesinde ana dilleri daha iyi korunuyor. Barbara, Polonya’da okulda tarih dersinde Kırım Savaşı okutulurken Adampol’ü tanımış. Kulaktan dolma olmasına rağmen, Türkçe’si kusursuz. Çocuklarıyla ise evde Lehçe, İngilizce ve Türkçe konuşuyor. Doğdukları ilk günden beri onlara, Türk kültürünün yanında Polonya geleneklerini de aşılamaya çalışmış. Polonya ziyaretlerinden dönerken buradaki dostlarına hediye olarak en çok peynir, salam ve domuz eti getiriyorlar.

Köyün kültürünü korumasında ve değişime göğüs gerebilmesinde, uzun yıllar izole olmasının büyük etkisi var. Ancak yaşadığı turizm patlamasının ardından da köy yaşamındaki bazı değişiklikler kaçınılmaz olmuş. Köyün bir zamanlar ününü ve geçimini en çok borçlu olduğu domuz eti üretimi artık yapılmıyor. Ziyaretçileri rahatsız edeceği düşüncesiyle, kokuya ve sineklere neden olan domuz çiftliği kapatılmış. Çoğu turizmle geçinen köy sakinleri, yoğun geçen pazar günleri ibadete katılmakta zorluk çektiklerinden, kilisedeki ayinler cumartesi gününe alınmış.

80’DEN SONRA YENİ DÖNEM

Polonezköy, ‘’köy’’ olma özelliğini kaybedeli uzun zaman oldu. Zaten buranın son 20 yılda geçirdiği değişimi bilenler, köyün patikalarında dolaşan ineklere, süt, tereyağı, peynir yapan köylülere, hasat zamanı canlanan tarlalara ya da hasat sonrası şenliklerine artık rastlamayacaklarını bilirler. 1960’larda verdiği göçle nüfusu 45 kişiye düşen köy, 1980’den itibaren yepyeni bir döneme girdi. İkinci köprünün inşası ve köy yolunun yapılması buranın kaderini değiştirdi. Bir anda Polonezköy, vadi manzaralı pansiyonların, dönüm dönüm bahçeli restoranların, havuzlu otellerin açıldığı, diyet yapmak için kampa girenlerin, havuz başında düğün yapanların, şömine başında şarap içenlerin, çocukları açık havada oynarken mangalda et pişirenlerin rağbet ettiği bir ‘’tatil köyü’’ oldu. Rezervasyonsuz gelenlerin açıkta kaldığı, alabildiğine popüler bir haftasonu beldesi... Böyle olunca, ekmek kapıları açıldı ve köyü terk edenler yavaş yavaş dönmeye başladılar.

Polonezköy’ün en şık restoranlarından biri olan Leonardo Restaurant’ın sahibi, dördüncü nesil Polonezköylü Antoni Dohoda, bu köyden bir çiftçinin oğlu. Köylünün üretici olduğu dönemi yakından biliyor; ‘’50 yıl öncesine kadar köyde domuz eti, tereyağı, sucuk ve jambon üretilirdi. Bu, köyün önemli bir özelliği ve gelir kaynağıydı. İstanbul’daki hastanelere, sefaretlere ve okullara satılırdı. 1915- 1965 yılları arasında üretim çok iyiydi. Her cumartesi, köylüler ürünlerini at arabalarına yükler, üç saatte Beykoz’a, bir üç saat sonra da Taksim’e varırlardı. Karaköy’den hamallarla Balık Pazarı’na tereyağı, peynir, yumurta, jambon, bal, sucuk götürülürdü. Alıcılar en çok, İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler ve Selanikli Türkler’di. Ailem de böyle geçinirdi. Ben o zamanlar Fransız okulu Saint Joseph’te yatılı okuyordum. Babam okula patates ve domuz eti satar, oradan da şarap ve kaşar peyniri alırdı. Geldiğinde, babamla görüştürürlerdi beni. Bizim jenerasyonda çiftçi aileler çocuklarını okutmaya önem verdiler, bu yüzden de bir sonraki nesil tarımla ilgilenmedi.’’

Bay Antoni’nin canayakın eşi Anna, Kars kökenli. Yedi dil biliyor. Dedesi Lituanyalı’ymış. Çarlık Rusyası zamanında Rus- Türk sınırına askeri veteriner olarak tayin olmuş. 20 yıl Çarlık Rusyası’nda 20 yıl da Türkiye Cumhuriyeti’nde veterinerlik yapmış. Bolşevik İhtilali’nden sonra Ruslar çekilince, Kars’ta kalmış. Antoni ve Anna Dohoda’nın oğulları Jean, bugün Polonezköy’de eşi Marilyn ve çocuklarıyla birlikte yaşıyor ve bütün yıl restoranıyla ilgileniyor.

TABİAT PARKI

Köyde üç dönem muhtarlık yapmış, beşinci nesil Polonezköylü Frederik Novvicki’nin hayalinde, köyü tepeden seyretmek için seyir kuleleri yapmak var. Bugünlerde politikaya soyunan Novvicki, 1977’den beri ailesiyle birlikte bir pansiyon- restoran işletiyor. Fredi beni, toprak yollardan ve kestane ağaçlarıyla yabani mantar dolu bir ormandan geçirerek, köyün ne kadar yeşil kaldığını göstereceği bir noktaya getiriyor. 1994’te Tabiat Parkı ilan edilen köy koruma altında. Köy sakinlerinin en büyük sıkıntısı ise ağır vasıtaların köyün içinden geçmesinin yasak olmasına rağmen buna uymamaları ve haftasonu yürüyüşçülerini rahatsız etmeleri. Fredi’ye göre imar yasağı da, yaşamlarını son 10 yıldır kısıtlıyor. Evlendiklerinde, kızına ve oğluna birer küçük ev yaptırmak istiyor. Fredi’nin eşi Sultan Hanım, 1930- 40 yıllarında köye mevsimlik işçi olarak Kastamonu’dan gelen ailelerden birinin kızı. 1960’larda gençler köyden göç edince, Fredi’nin deyişiyle, kalanlar ‘’erkek kurusu’’ olmaya yüz tutuyor. Bu dönemde, kendisi gibi üç kişi daha Kastamonu ya da Cide’den gelen bu ailelerin kızlarıyla evleniyorlar. Polonya gelenekleriyle haşır neşir olan bu göçmen aileler, zamanla Lehçe’yi bile öğreniyorlar. Ayrıca 1968’de gecekondulaşmayı önlemek için bir ‘’Yeşil Kuşak’’ projesi ortaya atılıyor ve bu kuşak boyunca çam ağaçları dikmek üzere, özellikle Tokat Erbağa’dan mevsimlik işçiler geliyor. Bugün turistik tesislerde ya da bahçelerde çalışanlar onların çocukları ve torunları...

Muhtarlığın duvarlarına asılı köy hakkındaki eski fotoğraflara bakarken, köyün kuruluşunun ardından ilk ziyaret edenlerden biri olan Gustave Flaubert’in yazdıkları dikkatimi çekiyor: ‘’Vatan sevgisi uzaklara, harfi harfine çok uzaklara götürülebilir.’’ Polonezköy belki artık geçmişin o küçük mütevazı köyü değil ama orada hálá yaşatılan bir tarih ve kültür olduğu da bir gerçek.

BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM

Polonezköy’ü haftaiçinde ıssızken dolaşmak

Sempatik ve bilgili muhtar Daniel Ohotski’den köyle ilgili merak ettiklerinizi öğrenmek

Ormandan böğürtlen toplamak

Edek Çorbacı’dan köyün geçmiş günlerini dinlemek

Anı Evi’nin defterine 1916’dan beri yazılanları okumak

Enfes Polonya pastaları için Polina Pansiyon’a uğramak

Altın renkli sonbahar yapraklarının kapladığı orman yolunda uzun yürüyüşler yapmak

Muhtarlıktaki, köyün geçmişine ait siyah-beyaz fotoğrafları görmek

Fredi’nin pansiyonunda ev reçellerini tatmak

Köyün spesiyalitesi ceviz likörünü içmek

Stella Pansiyon’da günbatımını seyretmek
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!