Söze gereğinden fazla değer veriliyor

Güncelleme Tarihi:

Söze gereğinden fazla değer veriliyor
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 12, 2012 17:35

Sine Ergün’ü 2010 yılında çıkardığı ‘Burası Tekin Değil’ adlı öykü kitabıyla tanımış olabilirsiniz belki. Ama birazdan okuyacağınız metin, kendisinin ilk röportajı.

Haberin Devamı

Haliyle de oldukça heyecanlıydı. Ama bir o kadar da şaşırttı bizi. Şöyle söyleyebiliriz ki; Sine Ergün, sıradışı biri. En az öyküleri kadar... İkinci kitabı ‘Bazen Hayat’la birlikte ilkini de yeniden bastı Can Yayınları. Genç yazarın büyülü gerçekçilikle kirli gerçekçilik akımlarının izlerini taşıyan ve alabildiğine yalın 27 öyküsü yer alıyor, ‘Bazen Hayat’ın içinde. Genç kuşağın iyi öykü yazarlarından birini ilk adımlarından itibaren izlemek isteyenlere özellikle duyurulur...


Çocukluk yıllarından kitaba dair ne hatırlıyorsun?
- Çocukluğumda eğer kitap okuyorsan gelen misafirlere ‘merhaba’ demeyebilir, uyumayabilir, hatta odandan çıkmayabilirdin. Ablam da ben de okumayı çok sevdik o yüzden. Çünkü kitap okumak bize böyle bir lüks verirdi. Aslında okuma merakım çok geç başladı benim. Sonra yazmaya nasıl geçtim bilmiyorum... Önce şiir yazdım. Sonra oyun metinleri ve senaryolar okudum. Ve kendimce oyunlar, senaryolar yazdım.

Haberin Devamı

Öykülerinizdeki yalınlığın temeli bu yazı çalışmaları olmalı...
- Olabilir. Şimdi baktığımda pek bir şeye benzemediklerini görüyorum ama ilk antrenmanlarım böyleydi. Sonra bazı yeteneksizliklerimi, yani eksikliklerimi fark ettim. Hem yazar hem de tiyatrocuda bulunması gereken gözlem yeteneği bende pek yoktur mesela. Ben de önüme bir fotoğraf alıp her ayrıntısını yazmak gibi temrinler yapmaya başladım. Bunu yaparken duyguyu anlatmaktansa, tiyatro metinlerindeki gibi parantez içi betimlemelere yöneldim.


İNSANLARI ELLERİNDEN TANIRIM

Gözlem yeteneğim yok diyorsunuz ama öyküler bunun tam tersini söylüyor.
- Nasıl anlatsam... Bir insanla üç kez tanışabilirim mesela. Ne yüzü ne de adını hatırlarım. Aynen mekânsal hafızamın olmaması gibi. Bir mekâna her gidişimde güzelliğine şaşırabilirim. Düşünün, oturduğum apartmanın rengini söylediklerinde şaşırmıştım. Garip ama hiç bakmamışım. Ama insanların ellerini kesinlikle hatırlarım. Bir kez görmüş olsam bile, elini önüme koysalar, onunla neler paylaştığımızı hatırlarım. Galiba Dostoyevski’nin ‘Kumarbaz’ romanından etkilendim biraz.

Haberin Devamı

Tiyatro çalışmalarından bahsettiniz; bir süre de yayıncılık sektörüne girmişsiniz galiba?
- Ankara’da olan biten İstanbul’dan pek duyulmuyor tabii. Uluslararası ilişkiler öğrenimi görürken, yaratıcı drama liderliği yapmaya başladım. Oyunlarda ve kısa filmlerde oynadım. Lisede belli bir sistematikle yazma kararı almış ama sonradan bunu unutmuştum. Ankara’da Defne Yayınevi ve Notos Kitap’ta çalıştığım yıllarda yazma güdüsü geri geldi. Yayınevinde dergiye gelen öyküleri okumam, aralarından seçilenleri redakte etmem; yayımlanan kitapları okumam gerekiyordu. Bu şekilde, nasıl bir metin yazmamam gerektiğini öğrendim.

Nasıl yani?
- Yani, yeni öykü yazarlarının düştüğü ilk tuzaklar çoğunlukla aynı oluyor. Sözcük seçimlerinin tutarlı olmaması dil bilgisi sıkıntıları gibi. Ben, “Bir okur olarak nasıl bir metin okumak isterim” sorusundan hareketle yazmaya başladım. Önce şiirlerim çeşitli dergilerde yayımlanmaya başladı. Yayınevinden ayrıldıktan sonra iki sene Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisans ve akademisyenlik yaptım. İstanbul’a geldiğimde tiyatro atölyelerinde çalışmaya devam ettim ama bir şekilde uyum sağlayamadım. O sırada telefon geldi. Faruk Duman ilk kitabı okumuş, beğenmiş. Beni arayıp, yazıyor muyum diye sordu. Bitirince gel de ikinci kitapla birlikte değerlendirelim, dedi. Sonra akademisyenlikten istifa edip, yurtdışındaki sanatçı evlerinde kaldım bir süre. Kitabı hemen hemen oluşturdum. Türkiye’ye döndükten sonra da bir şirket kurdum. Bir kolu prodüksiyon, bir kolu altyazı ve çeviri üzerine çalışıyor.

Haberin Devamı

CİNSİYETSİZ, TARAFSIZ VE DONUK ÖYKÜLER
Kitaba geri dönecek olursak... Her iki kitaptaki öyküler de çoğunlukla ‘ben’ kişisinin ağzından yazılmış. Bu, ilk yazarlık tecrübelerinde sıkça düşülen bir hata olarak görülür çoğu zaman. Ama sizinki bilinçli bir tercih gibi duruyor.
- Hikâyeyi ‘ben’ kişisiyle anlatınca, yazara ait bir anı okunduğu düşünülüyor. Buna dair sorular çevremden çok geldi. Evet, yazmaya başlayan kişiler çoğu zaman bu tuzağa düşer. Çünkü kendilerinden bahsetmek ihtiyacı duyarlar. Ama yazarken benim en son istediğim şey kendimden bahsetmekti. Çünkü ben bir okur olarak öyle bir metinden hoşlanmazdım herhalde. Yazarın kendi hayatına dair bir ayrıntıyı tam da ortasından anlattığı metinleri okurken “İyi de bana ne bundan” dediğim oluyor çünkü. Aynı hataya düşmek istemezdim. O yüzden kendimden çok bahsetmiyorum. Çünkü siz dışarıda kaldığınız zaman okur daha çok girebiliyor metnin. Bunun için birinci kitap ‘Burası Tekin Değil’i daha çok seviyorum. Çünkü onlar cinsiyetsiz, tarafsız ve daha ‘donuk’ öyküler.

Haberin Devamı

İki kitapta da değişmeyen tek ayrıntı var, ölüm. Neden böyle?
- Çünkü ölüm benim anlamadığım bir şey. Çocukken bir şeyler yaparsam ölmeyeceğimi düşünürdüm. İnsanların öldüğünü fark edince, merak etmeye başladım. Ölümle herkes kadar tanıştım aslında. Bir dönem oynadığım ve dramaturjisini yaptığım oyunların da hepsinde yine ölüm vardı. Belki bu yüzden. Ama ölüm hepimizin üzerine düşündüğü bir şey. Zaten yaşamın devam edeceğine dair bir ilahi inancınız yoksa, ölümü kafanızın alması çok zor.


 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!