Savaştan bıktım...

Güncelleme Tarihi:

Savaştan bıktım...
Oluşturulma Tarihi: Nisan 05, 2003 00:00

Hafta sonu sizi savaşla sıkmak istemiyorum. Ben gidemeyince eşim Cemre İngiltere maçına tek başına katıldı. Onun izlenimlerini doğrusu diğer gelişmelerden daha ilgiyle okuyacağınızı tahmin ediyorum. Sözü bu hafta Cemre’nin izlenimlerine bırakacağım.Okurlarımın bir bölümü yolladıkları mesajlarda “Türkiye’nin bu savaşa direndiğini” Amerika ile birlikte hareket etmediğini, Savaşa karşı tutum aldığını yazıyorlar. Hatta, benim yazılarımda ve yayınlarımda “savaştan yana tutum aldığımı” ileri sürüyorlar.Bu noktada bir duralım. Zira son derece büyük bir değerlendirme hatası yapılıyor. Herşeyden önce doğruları ortaya koyalım, ondan sonra tartışalım.1. TBMM, Amerika’nın Irak’a saldırısını olumsuz karşılamış, direnmiş ancak Türk hükümeti hava sahasını ABD’ye açarak savaşın bir parçası olmuştur.İster üslerinizden 62 bin ABD askerine, Kuzey Irak’a geçemeleri için izin verin, ister hava sahanızı, Bağdat’ı bombalayan ABD uçaklarına veya Tomohawk füzelerine açın...İkisi arasında fark yoktur.Türkiye bugünkü tutumuyla Irak’ın işgaline, kentlerinin bombalanmasına ve masum insanların ölümüne katkıda bulunmaktadır. ABD’nin suç ortağı durumundadır. Amerika ve İngiltere kadar olmasa’da, Iraklıların gözünde, Türkiye de savaş suçlusudur.İşte bundan dolayı Washington Türkiye’yi silmemiş, aksine Powell’ı Ankara’ya yollayıp, Kuzey Irak’a asker sokulmasını da kabul ettirmiştir. Yoksa Powell ziyareti, direnen Türkiye karşısında boyun eğmesi, muhtaç olduğu için Türkiye’nin kapısını çalması değildir.2. Ben hiçbir zaman savaş’ı desteklemedim. Savaş desteklemenin insanlık dışı olduğuna inanırım. Ben, Türkiye’nin engelleyemeyeceği bu savaşa seyirci kalamayacağını ve sırtını dönemeyeceğini yazdım. Amerika’yı durduramadığımıza göre, ya Saddam Hüseyin’e destek verecektik veya Washington ile işbirliği yapıp, zararlarımızı hafifletmeye çalışacaktık. Ben, Türkiye’nin Saddam’ı değil, Washington’u tercih etmesi gerektiğine inandım ve bunu savundum.TBMM tezkere’yi kabul etseydi, , Kuzey Irak’taki çıkarlarını daha yakından koruyabilecek, Saddam sonrası Bağdat’ın yapılanmasında söz sahibi olabilecek ve önemli bir ekonomik destek elde edebilecekti.TBMM’nin tezkereyi reddetmesiyle, bunların hiçbirini elde edemediğimiz gibi, hava koridorunu açarak suçluluktan da kurtulamadık.Benim itirazım buydu.Bir işi yapacaksanız tam yapın.Yarım hamilelik olmaz.Türkiye hem ABD ile ilişkilerini kötüleştirmiş, hem avantajlarını kaybetmiş, Arapların ve Iraklıların gözünde de ABD işbirlikçisi diye nitelenmiştir.Buna politika mı denir?Buna “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” denir.Ben, işte bu tutarsızlığa karşı çıktım ve sonuna kadar da karşı çıkacağım.* * *MİLLİ MAÇIN SATIR ARASI...“Milli maça ben gidecektim, ancak savaş nedeniyle ekranda kalmak zorunluğu doğunca, eşim Cemre tek başına Turkcell grubu ile beraber İngiltere’nin yolunu tuttu. Bugün köşemin bir bölümünü Cemre’ye bırakıyorum. İzlenimlerini farklı bir gözle size aktaracak. “Airbus dolusu basın ve Turkcell’in çekiliş talihlileri güle oynaya “Türkiye “ sesleriyle Newcastle’a vardık. Kaldığımız şehir Sunderland stadına yarım saat mesafede Durham şehriydi. Durham, 11. asırdan kalma katedrali, şatosu ve üniversitesi ile İngiltere’ye özgü şipşirin eski bir yer. Sokaklarda üniversiteli gençlik dolaşıyor. Publar geceleri dopdolu. Ortasından kıvrıla kıvrıla bir nehir geçiyor. Zaten bölge yemyeşil, tarlalarda koyunlar, yol kenarlarında nergislerle çok güzel.Gece gayda müziği eşliğinde karşılandığımız Lumlbey şatosunda yemeğimizi 18. asır kıyafetli garsonlar arasında yedik. Tabii herkes “hafif” ümitli, nazar değmesin diye “hafif” sevinçli.Aynı zamanda “hooligan” lardan hafif endişeliydik. 6 adet Kevin Costner’ın (bodyguard) devamlı yanımızda olması içimizi biraz rahatlattı !.Maç günü civarda gezdirildik. Newcastle, “iyi ki burada doğmamışım” denilen şehirlerden biri. Ancak Avrupanın en büyük alışveriş merkezi Metrocenter burada, civarda ise 1913’ten kalma bir köy bölgenin turistik çekiciliğine katkıda bulunuyor.Saat 5’de boş bir parking’e götürüldük. Ve sonra panayır başladı. En az 40 otobüs dolusu Türk, bayraklarla, flamalarla meydana doluştu. Hora tepenler, grubumuzun ağır topları (Güneri Civaoğlu, Deniz Gökçe) ile resim çektirenler, öpüşenler, şarkı söyleyenler, İngiliz polisinin hafif endişeli bakışları altında bir saatten fazla eğlendi. Polis, işi çok ciddiye almıştı. Hepimize güvenlikle ilgili kağıtları dağıttılar. “Uygunsuz davranış” tan dolayı tutuklanabileceğimizi, ancak tutuklanırsak bedava tercüman vereceklerini bile yazmışlardı. 600 polisin görev yaptığı söylentiler arasındaydı.BİZİM İÇİN YOLLAR KAPANDINihayet konvoy oluştu. Önümüzde, yanımızda, arkamızda arabalı ve motosikletli polisler, otobüste korumalarımız yola çıktık. Doğrusu muhteşem bir sahneydi. Bütün yollarda trafik durduruldu, heybetli bir şekilde konvoy stada yöneldi. Yol kenarında İngilizler çeşitli el hareketleri ile yenileceğimizi bize bildirdiler !.Sunderland Stadium of Light 48 bin kişilik. Atlı polisler, havlayan hırlayan köpekler, arasında hızlı adımlarla stadyuma girdik. O karanlık tünelden stadyuma çıkış, ne kadar maça gitseniz de heyecan verici!.İngilizler hooligan problemini o kadar ciddiye almışlar ki tuvalete bile önde ve arkada korumalar, gruplar halinde gidiyorduk.Grubumuzun kollektif düşüncesi şuydu: İnşalah yeneriz, olmazsa berabere, örneğin 0-0, 1-1 bizim için şerefli bir sonuç olabilir.Milli marşımızı büyük bir şevkle söyledik... Beckham ise allah allah! Ne yakışıklı.VE MAÇ BAŞLADI....İlk izlenim büyük bir karambol !. Şüphesiz İngilizler bizden çekiniyordu, nede olsa dünya 3 üncüsüydük. 11. dakikada Rüştü’nün elinden kaçırdığı topu Beckham filelere atamayınca “acaba top İngilizleri sevmiyor mu?” gibi küçük bir düşünce gönlümüzde yeşermeye başladı. Birinci devre karambolu bitti, ama o ne? İkinci devre o İngiliz takımı gitmiş, başka bir takım gelmişti. Biz orta sahada bir sana, bir bana, bir arkaya paslarla oynarken, onlar akınlar halinde üstümüze geldiler. Oyunlar kurdular, enfes paslaşmalarla anında kale önümüze geldiler. Büyük bir ihtirasla oyuna asıldılar, kapıyı defalarca zorladılar. 45 dakika yüzüm sola dönük oturdum, boynum tutuldu. Yine de Beckham’ın iyi günü değil diye düşünüyordum. O, 10 golden 6’sını frikikten atam adam değil miydi? 60 ıncı dakikadan itibaren Rüştü’yü ya havada, ya yerde gördük. Derken olan oldu. Gözlerimiz bir saatte, bir sahada... 81 inci dakikada Nihat’ın o nefis kafa şutu ile (herkes İngiliz kalecisinin uzun boyuna kahroldu) ümitlendik. Sonra bitti... Beckham belki gördüğüm en güzel penaltıyı attı, tam köşeye.STADDAN ÇIKAMADIKStadda bir saatten fazla dışardaki hooaliganların sakinleşmesini bekledik. Konvoyumuz yine oluştu, otele süklüm püklüm döndük. Bayraklarımızın boynu eğrilmişti.Gece televizyondan maçı yine seyrettim. İngilizler “Rüştü” de “Rüştü” diyor, başka birşey demiyor. Ancak, bir takımın en iyi oyuncusu kaleci seçilirse, o takımda bir tuhaflık yok mu? Ne bileyim...Turkcell nefis bir organizasyon başardı. Her istediğimizi verdikleri gibi, istediğimizi bilmediğimiz şeyleri de düşünmüşlerdi. Türkiye’den sofra süslerine kadar getirmişlerdi. Bizi, bayraklarla, kaşkollerle donattılar, mükemmel bir evsahipliği yaptılar. Basınımızın gezegen büyükleri bu kadar iyi bir organizasyon görmediklerini defalarca söylediler.Şimdi 11 Ekim’e hazırlanıyorum. Artık bende ne yapılması gerektiğini biliyorum. Hakan oraya, Bülent buraya, Fatih şuraya, Ümit Davala yok, Emre’yi Beckham’dan kopar, İlhan Mansız’ı sars... Falan , filan...SADDAM GİDEREK BÜYÜYOR...Savaşın sonunda belki kaybedecek, ancak bugüne kadarki tutumuyla Saddam Hüseyin sadece kendi ülkesinde değil, tüm Arap dünyasında giderek kahramanlaşıyor.Tüm silah gücüne, teknoloji üstünlüğüne ve kamuoyunu etkileme becerisine rağmen, Bush yönetiminin savaş öncesinde yarattığı beklentiler gerçekleşmedi. Kendilerine çok fazla güvenmelerinden, kötü planlama veya yetersiz istihbarattan mı kaynaklanıyor bilemeyiz, ancak Washington bu aşamada sınıfta kalmış izlenimi veriyor.Avcı tüfeğiyle helikopter düşüren köylüsü, intihar saldırısı yapabilen örgütlenmesiyle Saddam Hüseyin giderek büyüyor.Tekrar edelim, Amerikalılar bu savaşı kazanırlar, ancak Saddam’ın büyümesini durduramazlar. Önümüzdeki yıllarda, Araplar arasında ve İslam dünyasının önemli bir bölümünde Saddam “Amerikalılara başkaldıran bir kahraman” olarak anılacak.Tarihin cilvesi bu... Savaş öncesine kadar aynı Arap liderler tarafından diktatörlükle suçlanan Saddam, şimdi toplumların bayrağı oluyor.Ancak asıl faturayı ödeyenler ise, ölen masum bebekler ve sivil halk olacak. Saddam tarihe geçecek, hayatlarını kaybedenler ise, unutulup gidecek.MONTE EDİLMİŞ GAZETECİLER İÇİN DUA EDİYORUM...Amerikanın medyaya yaklaşımı yeni bir aşamaya girdi. Gazeteciler 2 inci dünya savaşında ve en son olarak Vietnam savaşında Orduların içine alınmışlardı. Cephedeki askerlerle birlikte hareket ederler, haberlerini ve fotoğraflarını savaşın içinden yansıtırlardı. Gerçek savaş muhabiri bu kişilerdi.Ancak, özellikle Vietnam savaşında bu uygulama ters tepti ve kamuoyunda büyük bir muhalefetin doğmusıyla sonuçlandı. Bunun üzerine uygulama değiştirildi. Gazeteciler cepheye sokulmadan, cephe dışı brifinglerle bilgilendirilmeye başlandı. 1 inci Körfez savaşında gazeteciler çarpışma dışı tutuldular.Irak savayında tekrar eskiye dönüldü ve Amerikan birliklerinin içine, koalisyon ülkelerine ait gazeteciler alındı. Bunların arasında Türk gazeteciler de var.Bu gazetecilere belirli kısıtlamalar uygulanıyor. Beraber bulundukları birliğin yeri, ateş gücü gibi stratejik bilgileri veremeyecekler.Tartışma, bu gazetecilerin ne oranda tarafsız olacaklarının etrafında odaklanıyor. Bazılarımız bu uygulamaya karşı çıkıyorlar.Ben farklı düşünüyorum.Bu meslekdaşlarımız bulundukları yerde gördüklerini yansıtacaklardır. Neden taraflı davrasınlar ki? Bize, o birliğin yaşamını yansıtacaklar, karşılaşacakları güçlükleri, belki de uğrayacakları saldırıyı anlatacaklar. Bu son derece güç ve riskli göreve giden meslekdaşlarıma şans diliyorum. Gerçek savaş gazeteciliği yapacaklar. Tek tavsiyem, içine girecekleri Amerikalı askerlerle özdeşleşmemeleri ve önce gazeteci olduklarını unutmamalarıdır. Göreceksiniz, bu genç muhabirlerden bazıları belki duygularına teslim olabileckeler, ancak büyük çoğunluğu görevlerini gerektiği gibi yapacaklardır. Hepsine şans diliyorum ve hiçbir kazaya uğramadan dönmeleri için dua ediyorum.*** *** ***(Bu yazı, Posta Gazetesinde ve aynı gün Hürriyet Gazetesinin tüm dış yayınlarında, Hürriyet internet sitesinde (www.hurriyetim.com.tr) Milliyet internet sitesinde (www.milliyet.com.tr) ve Daily News ekibi tarafından tercüme edildikten sonra hem ana gazetede, hem de Daily News internet sitesinde (www.turkishdailynews.com.) yayınlanmaktadır.)
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!