ESKİ EVLER Eski evler bana çocukluğumdan beri hep ürkütücü gelmiştir. Belki bunda "perili köşk" hikayelerinin etkisi vardır, belki de bu eski evler bana imkânsızlıklar yüzünden "yenilenememeyi" sembolize ediyordur... Onların arasından geçerken herbirinde yaşayan insanların, hem aile olarak hem de bireysel olarak çok kasvetli yaşamlar sürdürdüklerini ve çaresizce kısır bir döngü içinde kaybolup gittiklerini düşünürüm. Kare kare yaşantılar geçer beynimden, acı çekerim... Durdurmak isterim, yapamam... Sanki filmlerde gördüğümüz "beyin yıkama" sahneleri gibi, birbirinden kopuk, korkunç çağrışımlar içine girerim... Anlamsızca tartışılan, sonsuz gizem içeren "reenkarnasyon" olgusunu taa içimde hissederim, ama inatla "inanmam"... Dolmabahçe Sarayı'nın ya da Esma Sultan Yalısı'nın da bende bu duyguları uyandırıp uyandırmadığını sorarsanız, "evet" diyemem aslında. Zira, bu duygulara kapılmama neden olan şey sadece yapının eskiliği değil. Hatta perili köşk görsem bile böylesi bir korku duymam sanırım. "Peki nedir içimi karartan şey" sorusunu sorduğumda "çaresizlik" sözcüğü canlanıyor beynimde... Sorun yapının eski olması değil, "yenilenemiyor olması" galiba... "Gün yüzü görmemek" deyiminin anlamını içimde hissediyorum, hem bu evler, hem de evde yaşayanlar adına... "Refah" kavramı gitgide uzaklaşıp imkânsızlaşıyor... "Hiç mutluluk, coşku, huzur yaşanmamış belki de" diyorum... Olabilir mi?.. Yoksunluk... Çarpıklık... İroni... Dar, gökyüzünün görünmediği, ve herşeye kapalı sokaklarda; ulaşılamayan, tüketilemeyen, hep varolacak ve hep "yanlış yol"ları olan evler bu benim "eski evler"... Özel günlerde giyilen giysilerin kapı arkalarındaki çivilere asılı olduğu, bahçesindeki ipte hep çamaşırlar serili olan ve birilerinin lezzet ve sağlık uğruna tükettiği yağ ve peynirlerin tenekelerinde rengârenk sardunyaların can bulduğu evler... Ve bu evlerin temsil ettiği -ni düşündüğüm- yaşantılar, "kimlik"ler... Saçı iki örgü genç kızlar, burnu akan oğlan çocukları, yaşlılığını acıyla taşıyan kadınlar, kahvede toplanan işsiz genç erkekler, ömrünü memuriyetle geçirdiği için kendini şanslı sayan yaşlılık sınırındaki erkekler, ve evin içinde bütün gün koşuşturan, yoku varetmeye çalışan, özel yaşamları kızlarına yaptıkları çeyizle, oğlana ördükleri kazak olan kadınlar... Sürekli bir fiziksel yakınlık ve duygusal uzaklık içinde yaşanan birbirine geçmiş hayatlar... Birey olmanın "güvenliği tehdit ettiği" hayatlar... 'Zaman kavramı yok, sadece yer kavramı var' benim zihnimdeki bu hayatlarda... Kasvet duygumun kaynağı bu mu acaba?.. "Gelecek" yok; "geçmiş" belki; ve telâş içinde bir "bugün" varmış gibi geliyor bana bu evlerde... Ve ben "bugün"ün, bu evlerde "hergün" ile aynı olduğunu sanki biliyorum... Dün de böyleydi, yarın da böyle olacak; biliyorum. Kaynakların "çok çok" kısıtlı olduğu, ve alternatifi olmayan hayatlar... Sokaklarda oyunlar, evlerde kabul günleri, mahalle okullarında dersler hep aynı... Anneler- babalar, kardeşler, komşular, kocalar... Banyo yapma, mantı yapma, temizlik yapma, çamaşır yıkama ve sevişme günleri... Sabah kalkma, iş/okula gitme, komşuya/kahveye gitme, sardunyayı sulama,
yemek yapmaya giriÅŸme saatleri aynı... Bu evlerde de yaÅŸama sevinci var, biliyorum. Ama içim üşüyor halâ; "peki ya, yaÅŸama bilinci yoksa" diye diye korkuyorum. Kasvet basıyor... Kendi alışkanlıklarım, kendi birikimim ve kendi bakış açımla kalkıp gidip o evlerden birinde yaÅŸamaya baÅŸlıyorum, ve kasvet basıyor... Ya bu "empati" duygusunda bir yanlışlık var, ya benim birikimimde, ya da onların yaÅŸantılarında... Çünkü, dedim ya, sanki benim gerçekliÄŸim buymuÅŸ da, ikinci yaÅŸantımı yaşıyormuÅŸum gibi veya başım dönmüş, düşmüşüm de başımı vurunca bilinçaltım harekete geçip yıkanmış beynimdeki slaytları bana teker teker gösteriyormuÅŸ gibi hissediyorum... Bu kasvet duygusundan nefret ediyorum.... Ama duygulardan kaçılamayacağını biliyorum -kahretsin... Ama duyguların dönüştürülebileceÄŸini de biliyorum -Tanrı'ya şükür... Evlere bakmayı sürdürüyorum... Kaçmadan, ve her bir ayrıntısına... Ve sonra, beklenmedik birÅŸey oluyor ve eski evlerden birinin bana gülümsediÄŸini görüyorum. Harikulade bir perdesi oluyor meselâ penceresinde... Ya da bahçe kapısının ördekbaşı yeÅŸiline vuruluyorum... Köşebaşındaki okulun önündeki pamuk ÅŸekerlerin bana göz kırptığını farkediveriyorum. Yerde duran dört-beÅŸ demetten tek tek aldığı çiçeklerle eski DoÄŸan"a gelin arabası süslemesi yapan siyah kıvırcık saçlı genç adamın ellerinin güzelliÄŸini farkediyorum. Burnuma kızgın yaÄŸa dökülen domatesin kokusu geliyor; "ya ÅŸehriye, ya tarhana çorbası var akÅŸama" diye düşünüyorum. Çocuklar koÅŸa koÅŸa yokuÅŸu tırmanıp mavi boyalı, küçük bakkala girip, aynı enerjiyle, çığlık çığlığa ellerinde gazozlarla evlerinin önüne gidiyorlar; ellerinde onlarca gazoz kapağı, onlarla oynayacak olmanın sabırsızlığıyla gazozları kafalarına dikiyorlar. Çocuklar gülüyorlar... YaÅŸlı bir teyze sardunyalarını sulamak için penceresini açıyor. Karşı evin bahçesinde çamaşır asan komÅŸusuyla bağıra çağıra bir sohbete baÅŸlıyor... Birsürü ekmeÄŸi kucaklamış bir yeniyetme oÄŸlan annesinin yaptığı akÅŸam yemeÄŸinin hayaliyle evine koÅŸuyor. Dört genç kız aralarında fısır fısır konuÅŸarak ve her konuÅŸmanın ardından attıkları kahkahaları bastırmak için elleriyle ağızlarını kapatarak geçiyorlar yanımdan. Biri hafif bir rimel sürmüş kirpiklerine, birinin de yüzüne çok yakışan bir allık var yanaklarında... Gencecik bir anne, bebek arabasını sürerken bebeÄŸiyle konuÅŸuyor, arabanın altı siyah pazar torbalarıyla dolu. Azar azar da olsa birsürü mevye-sebze almış olmalı... GençliÄŸi ardında bırakmış bıyıklı, takım elbiseli bir "baba" mesaisini doldurmuÅŸ, gazetesi elinde, evine gidiyor; yüzü yorgun, ama huzurlu... Açık kalmış bir pencereden bir müzik sesi yükseliyor: "Sen bana bir gülüversen..." Tan - 20 Kasım 2000, Pazartesi Â
button