Bir budalanın vicdanla randevusu

Güncelleme Tarihi:

Bir budalanın vicdanla randevusu
Oluşturulma Tarihi: Aralık 03, 2011 20:54

Beyimiz kral. O, her şeyi en iyi bilen adamlardan biri. Kendi sesini başkalarının sesinden daha çok seven, konuşan, kalp kıran ama dinleyemeyen, aciz bir adam bu. Doğruyu söylemek gerekirse bu adamın kendine olan aşırı güveninden dolayı aciz olduğunun farkına varması da zaman alacak. Üstün bir adamın bir budalaya dönüşmesini seyretmek keyif verir mi insana? Bazen, evet.

Zaten o yüzden herkes bir kereliğine de olsa bu kralın elbiselerine bürünmek istiyor. Aktörlerden bahsediyoruz aslında. Hamlet’i oynayan aktörler yaşları ilerledikçe Kral Lear’i oynamayı arzu ediyorlar. Bunun sebebi ise Kral Lear’ın (King Lear) 406 yıl sonra hâlâ güncelliğini korumasıyla açıklanabilir...
1605 yılında William Shakespeare’in yazdığı ‘Kral Lear’ Britanya Kralının trajedisini konu alıyor. Oyunda Kral Lear üç kızına kendisini ne kadar sevdiklerini soruyor ve riyakar olan iki büyük kızı (Gonoril ve Regan) babalarını dünyalar kadar çok sevdiklerini söylüyorlar. Babasını en çok seven ama riyakâr olmayan küçük kız Cordelia ise ablaları gibi yalan söylemiyor, süslü laflar etmiyor ve babasının sınavından geçemiyor.
Öfkesinden köpüren Kral Lear masum kızı Cordelia’yı reddettikten sonra kendine iki büyük kızıyla bir hayat inşa ediyor. Aslında kendisini en çok seven kızını haksız yere cezalandıran baba, oyun boyunca cehennemlere inecek ve Cordelia’yı mumla arayacak. Peki son pişmanlık fayda edecek mi? Lear Cordelia’yla barışabilecek mi? Onun gönlünü alabilecek mi...

SHAKESPEARE BİZDEN BAHSEDİYOR

İngiliz tiyatrosunun büyük aktörlerinden Ian McKellan ve Derek Jacobi’nin harikalar yarattığı ‘Kral Lear’ler henüz akıllardan silinmemişken bu sezon New York’un köklü tiyatrolarından ‘Public Theater’ James Macdonald’ın yönetmenliğinde beş haftalığına ‘Kral Lear’ı yeniden sahnelemeye karar verdi.
Kapanış gecesinde izleme fırsatını bulduğum oyunda Tony ödüllü Bill Irwin, Arian Moayed, Kristen Connolly, Kelli O’Hara ve Enid Graham sahneye çıktı. Kral Lear rolünde ise Amerika’nın sevilen oyuncularından Sam Waterston vardı.
Sahnede sadece bir masa, bir sıra ve kumaş perdeler yerine, gri metal zincirlerden oluşan bir perde var. Kralın keyfi yerinde. Hazırladığı sınavın sonucunu büyük bir keyifle bekleyen bir baba, bir kral var sahnede. Kızlarıyla konuştuktan sonra Kral Lear hayal kırıklığına uğruyor ve kendini kaybediyor. Ses tonu yükselen ve kelimeleri bağırarak telaffuz etmeye başlayan kralın (Sam Waterston’ın) gözbebeklerinin de neredeyse yuvalarından fırlayacaklarını hissediyorsunuz. Oysa Waterston kontrolünü kaybetmiyor. Sahnede ilerleyen yaşının da etkisiyle zaman zaman çocuklaşan, zaman zaman halisünasyonlar gören ve aklını kaybetmeye başlayan insani bir kral var karşımızda.
Kızsanız da, bir budala olduğunu düşünseniz de, oyun ilerledikçe bu zavallı adamın elinden tutmak istiyorsunuz. Sam Waterston’un Kral Lear’ini oyunun sonuna doğru kızı Cordelia’yla birlikte sahnede gördüğünüz an ise kalbiniz kırılıyor. James Macdonald’ın yönettiği Kral Lear, kusurlarına rağmen, Shakespeare’in dehasını bir kez daha gözler önüne seriyor. Waterston bir söyleşisinde Kral Lear’den söz ederken ‘Shakespeare bizden bahsediyor’ diyor. Shakespeare’in bizim bugün kullandığımız kelimelerle adeta şiir yazdığını söylüyor. Shakespeare’in dehasına bir kez daha şapka çıkartıyoruz...

BARBARA COOK’TAN ALBÜM

Barbara Cook 84 yaşında. 1958 yılında Tony ödülü kazanan Cook, dünyanın en önemli sahnelerine (Carnegie Hall, Royal Albert Hall, Metropolitan Opera’sı vs...) çıkmış büyük bir sanatçı. Gustavo Dudamel, Rolando Villazon, Renee Fleming, Stephen Sondheim ve Hugh Jackman hayranı olan Cook ‘You Make Me Feel So Young’ adlı yeni albümünde Frank Sinatra’nın yazdığı ve Billie Holliday’den dinlediğimiz ‘I’m a Fool To Want You’da, Shirley Horn’la bütünleşen ‘Here’s To Life’da ve John Lennon’ın ‘Imagine’ında harikalar yaratıyor. Caz ve swing türlerini seviyorsanız 30 Aralık tarihine kadar New York’ta Feinstein’s da saheneye çıkacak olan Barbara Cook’u dinlemelisiniz...

MONEYBALL

Bugüne kadar seyrettiğiniz bütün spor filmlerini unutun. ‘Moneyball’ farklı bir spor filmi. Ekranda yine kaybetmeye mahkum bir takım, hayalkırıklığını yakından tanıyan taraftarlar ve çıkış yolu arayan yöneticiler var. Ama bu sefer inanç kazanmak için yeterli olmayacak. İnancın sahada yeri yok. Dua ederek değil, matematik ve istatistiklerin yardımıyla takımlarına zaferin yollarını açacaklarını düşünen insanların hikayesini anlatıyor ‘Moneyball’.
Filmde Brad Pitt, Oakland Athletics kulübünün genel menajeri Billy Beane rolüyle karşımızda. 18 yaşındayken Stanford Üniversitesi’nden burs kazanan ama okula gitmek yerine New York Mets takımında hazır olmadığı profesyonel beyzbol hayatına adım atan ve başarısız olan Billy Beane geçmişteki hatalarını bugünün artılarına çevirmek için uğraşıyor. Mali imkansızlıklarla boğuşan bu takımın kazanması için Beane ve asistanı (Brad Pitt ve Jonah Hill) kusurları olan ama maliyeti düşük oyuncularla başarıyı yakalamaya karar veriyorlar. Steven Zaillian ve Aaron Sorkin’in yazdığı kuvvetli bir senaryoya sahip filmde koç rolünde Philip Seymour Hoffman var. ‘Moneyball’ bundan yıllar önce ‘Capote’ filmini yöneten Bennett Miller’ın ikinci filmi. 2002’de yaşanan gerçek olaylardan yola çıkılarak yapılan film Michael Lewis’in aynı adlı kitabından beyazperdeye uyarlanmış.
Amerikan sinemasının altın çocuğu Brad Pitt özellikle nüanslar ve ayrıntılarda çok başarılı. İncelikli, zeki oyunculuğuyla dikkat çeken Pitt, ‘Moneyball’ ve ‘The Tree of Life’ filmlerindeki başarısıyla haftabaşında New York Film Kritikleri tarafından Yılın En İyi Erkek Oyuncusu seçildi. Oscar ödüllerinde Brad Pitt’e adaylık getireceğini düşündüğüm Moneyball, sinemaseverlere bir spor filminden fazlasını sunuyor. Bennett Miller’ın filmi bir spor filminin ötesinde, ölçü ve insan aklının zaferi olarak da izlenebilir...

‘SEN AĞLAMA’ FRANSIZ FİLMİNDE

Fransız sinemasının gözde oyuncularından Jean-Pierre Darroussin bu sonbahar çıkan Fransız/Belçika filmi ‘De Bon Matin’de Paul Wertret karakterini canlandırıyor. Jean-Marc Moutout’nun üçüncü filminde Darroussin, sabah konforlu evinde uyanıyor, eşini uyandırmamak için ses çıkarmadan kalkıyor, yüzünü yıkıyor, giyiniyor ve eşini öpüp evden ayrılıyor. İşe giden Paul, hayatını zindana çeviren ve işinden kovulmasına sebep olan iki eski iş arkadaşını görüyor ve cebinden çıkardığı tabancayla onları vuruyor. Kapitalist sistemin eleştirildiği, insanların kolaylıkla ekarte edilebildikleri bir dünyayı anlatan bu yeni film gerçek olaylardan yola çıkılarak yapılmış. Darroussin meslek hayatı için özel hayatından ve arkadaşlarından vazgeçmiş olan bir adamı canlandırdığı filmde kusursuz oyunculuğuyla parlıyor. ‘De Bon Matin’de yönetmenin bir karı-kocanın tartışmasını dışarıda pencerenin arkasından, sesler duyulmayacak şekilde beyazperdeye taşıması filmden akılda kalan sahnelerden biri. Bir başka sahnede ise Paul Wertret akşam evine geliyor ve eşini televizyonun karşısında uyuya kalmış buluyor. Televizyondan yükselen seste şu sözcükleri duyuyoruz, ‘Hasret oldu ayrılık oldu, Hüzünlerle bölündü saatler, Gördüm sarkan iki damla yaş, Ayrılık da sevgiyle beraber...’ Sezen Aksu’nun boğuk, duygulu sesi çok derinlerden geliyor..

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!