Müzikle ilgi serüvenimiz nasıl başladı?

Güncelleme Tarihi:

Müzikle ilgi serüvenimiz nasıl başladı
Oluşturulma Tarihi: Ocak 03, 2004 02:20

Evde veya sokakta, en neşeli anımızda, en hüzünlü günlerimizde hatta savaşta ve barışta, müzik her zaman bizimle. Biz ona ulaşamazsak o bizi bulur. Atalarımızın ilk notaları mırıldanmalarından bu yana, adeta Homo müziküs’e dönüştük. Peki ama müzikle ilgi serüvenimiz nasıl başladı?

Dünyaya gözümüzü açtığımızda dinlediğimiz ninni tüm müziklerin kökeni mi?

Yoksa müzik Endonezya’daki yağmur ormanlarında yaşayan şebeklerde olduğu gibi yaşam alanının koruma ya da eş arayışı çabası sırasında mı gelişmişti?

Ya da evrim biyologlarının savundukları gibi müzik, seksi teşvik eden bir kuvvet mi?

Darwin henüz 1871 yılındaki ‘The Descent of Man’ adlı çalışmasında, kuşların şakıması ve insanoğlunun müzik ihtiyacı arasında bir bağ kurarak, öncü kadın ve erkeğin birbirini dilin ahengiyle değil, nota ve ritimlerle büyülediklerini öne sürmüştü.

Ohio Devlet Üniversitesi müzik araştırmacısı David Huron, müziğin insanları bir araya getirdiği kanısında: Çünkü insanlar sosyal ilişkilere sıkı sıkıya bağlıdır ve bir arada çalışabildikleri için de avcı ve toplayıcı topluluklar gelişti. Huron’un bu tezine örnek olarak gösterdiği Brezilya’daki Mekranoti Kızılderilileri sabahları şarkılarıyla savaşmaya hazır olduklarını anlatır.

Sosyalleşme aracı

Müziğin sosyalleşmede önemli bir araç olduğuna inan diğer bir evrim araştırmacısı da Japon Hajime Fukui’dir. Bilim adamına göre ilk insan grupları çoğaldıkça sosyal ve seksüel heyecanların önemi de artmıştı ve müzik bu konuda da çözüm getirmiş olabilirdi.

Birlikte müzik yapan erkeklerde testosteron, her iki cinste ise stres hormonu kortizon daha az salgılanırken, sosyal bağları güçlendiren oksitosin hormonu daha fazla üretilir.

‘Ulusal marşlar, işçi marşları, parti müziği veya savaş marşı olsun, tümünün etkisi aynıdır diyor Japon araştırmacı. Hepsi cesaret ve dayanışma hissi aşılar.

Birlikte dans eden, şarkı söyleyen ya da birlikte müzik dinleyen insanlar, önce kabile, daha sonra köy ve devletler kurdu. Müzikle savaşa giden insan, ölüsünü de müzikle defnediyor.

İnsan cesaret kazanmak ya da yas tutmak için şarkı söyler. Müzik, yürüyüşlerde, düğünlerde ve futbol karşılaşmalarında da eksik değildir.

Naziler ve müzik

Gruplaşma bugüne değin hep müzik sayesinde oldu. Pop kültürü tüm gençlerle özdeşleştirilebilecek figürlerle dolu.

Rahipler ve siyasetçiler bile müziğin olağanüstü etkisini oldum olası biliyorlardı. Ernst Bloch: ‘Müzik kahpedir’ derken, Elias Canetti de ritim fenomeninin, biçimlenmiş bir kitleye büyüklük, bütünlük ve dayanıklılık aşıladığını ileri sürmüştü.

Nasyonal Sosyalistler bu konuda sevimsiz bir örnek oluşturur. Hitler, 1933 yılında yönetimi ele geçirdiğinde Joseph Goebbels, müziği sansürleyip günün politik koşullarına göre uyarladı. Blues ve caz yasaklandı. Richard Wagner bir mitos haline geldi. Beethoven’le ‘Ari ırk’ kutlandı.

Müziğin gücünden diğer liderler de günümüzde de yararlanmayı sürdürüyorlar. Türkiye’deki özel şarkılı müzikli seçim kampanyalarını düşünün. Berlin duvarının yıkılması sırasında tüm üst düzey Alman siyasetçileri ulusal marşı söyledi. 11 Eylül saldırısının acısı bile müzikle dindirilmeye çalışıldı.

Birleştirici etki

Araştırmacıların müzik evrimiyle ilgili grup teorisini kanıtlayan, müziğin birleştirici etkisidir. Fakat insanoğlunun müziği ne şekilde yakaladığı konusu sadece evrim bilimcilerini değil farklı alanlarda çalışan bilim insanlarının da ilgisini çekmiştir. Üstelik bu merak hiç de yeni değildir.

Kendi çağının çok ötesinde olan Pitagoras, İ.Ö.500 yılında ilginç bir şekilde ilk kez matematik ve müzik arasındaki bağlantıyı ortaya koymuştur.

Tek bir teliyle bir tür gitara benzeyen monokort yardımıyla düşünür, müzik sanatının gizlerini çözmeye çalışırken temel müzik entervallerinin basit sayı farkıyla açıklanabileceğini öğrendi. Pitagoras monokordun telini 1:2 şeklinde bölünce iki telin, tüm müzik eserlerinin temel entervalini oluşturan bir oktavlık aralıkla çaldığını fark etti.

Yaşamı boyunca matematikteki kusursuzluğu araştıran Yunanlı bilgin tabii ki bu keşfi karşısında büyülenmişti. Buluş, doğa kitabının, matematik diliyle yazılmış olduğuna dayanan mekanik dünya görüşüyle örtüşüyordu.

Matematik ve müzik

Pitagoras daha sonra monokort sayesinde birkaç temel müzik entervali daha üreterek, biraz daha geliştirilmişi bugün de batı dünyasında kullanılmakta olan tarihin ilk portresini geliştirdi.

Bununla birlikte Pitagoras’ın sayı oyunlarıyla ilgili ilk fiziksel açıklamalar, nota sistemi, çok seslilik ve armoninin bilindiği 17.yy’da, Fransız keşiş ve matematikçi Marin Mensenne tarafından getirilebildi. 40 metre uzunluğundaki telleri çalmaya başaran Mersenne, bunların titreşimlerini sayarak bir oktavın gerçekten de temel notadan iki misli daha hızlı olduğunu buldu.

Sesler orada burada dans eden minik hava moleküllerinden başka bir şey değildir ve kulağımıza girenlerin kalitesi de bunların hareketine bağlıdır.

Su şırıldar, taşlar takırdar, yapraklar hışırdar ve kum gıcırdar, ama bu seslerin hiçbiri müzik değil. Hava molekülleri bu tür gürültülerde tıpkı kızdırılmış arılar gibi kaotik bir biçimde uçuşurlar. Ancak, aynı anda belli bir sıra içinde titreştikleri zaman bir ton ortaya çıkar. Doğal olarak oluşan ve enstrümanlarla üretilen tonlar genelde üst üste binen titreşimlerdir.

Amerikalı müzik araştırmacısı Robert Jourdain, hava molekülleri gerçekten de tüm enstrümanların titreşimlerini vahşi bir dansta birleştirirler, diyor. Bu dansı kavramak ve tüm özgün titreşimleri ayıklamak, işitme duyumuzun müthiş bir yetisidir.

Kulak, ilk başta son derece zayıf donatılmış bir organdır. Gözümüz objeleri doğru algılayabilmek için 120 milyon fotoreseptörden yararlanırken, işitme organımız sadece yaklaşık olarak 5000 tüy hücresiyle ses dalgalarını elektrik uyartılarına dönüştürür.

Minik titreşimler kulak zarında kaydedildikten sonra, içkulak kemiklerinde güçlendirilir ve sıvıyla dolu içkulak girişindeki bir zara yansıtılır.

Algılanan her sesin farklı frekanslara bölünme işlemi salyangoz biçimindeki duyu organı tarafından gerçekleştirilir. Pes sesler salyangozun içine kadar yansıdıktan sonra tiz sesler hemen içkulağın girişinde sınır uyartılarına dönüştürülür.

Bu filtre mekanizması sayesinde kulak, yarım tonluk aralığın sadece onda biri büyüklüğündeki tonları bile ayırt edebilir.

Bundan sonra işitilen, sadece beyinde savrulan sinir uyartılarıdır ve salında biraz fazlasıdır da: Joachim Ernst Berendt ‘Üçüncü Kulak- İşitme Dünyası’ adlı kitabında ‘Kulak kendisini aşıyor’ diyor ve ‘işitme dünyasında madde hissedilebilir, işitilebilir, sadece o anda algılanabilir ve tinsel bir olguya dönüşür.’

Tam da saf fiziğin kavranması zor, karmaşık algılama şeklindeki ‘deneyüstücülüğü’ (Berendt) müziğin büyüsünü ortaya koyar. ‘Bana göre müzik, insan ve öbür dünya (ahret) arasındaki sınırı kaldırarak tanrıyla bağlanmaktır’ diyor örneğin besteci Karlheinz Stockhausen da. Keman virtüözü Yehudi Menuhin ise ‘müzik insanının anadilidir’ der. Peki ama bu nasıl açıklanabilir?

Araştırmacılara göre ritim ve melodilerin duygular üzerindeki etkisi o kadar büyük ki müzik, insanın sıradan bir uğraşı olamazdı. ‘Her kültürde, her tarihte ortaya çıkan bir olguyla karşı karşıya kalıyorsak, bunun neden böyle olduğunu araştırmak gerekir diyor mesela Hannover Müzik Psikolojisi ve Müzik Tıbbı Enstitüsü’nden Eckart Altenmüller.

Ve Zürich Üniversitesi’ne bağlı Antropoloji Enstitüsü’nden Thomas Geissmann’a göre, tüm insanlar üzerinde yoğun ve hipnotize edici bir etki bırakan müziğin çok güçlü kalıtımsal yönü var.

Maymunların konseri

Bu belirti zincirini iki yönden inceleyen uzmanlar ilk olarak müziğin oluştuğun bölgede yani beyinde yoğunlaşarak, hemen hemen hiç araştırılmamış olan müzik ve duygu arasındaki bağlantıyı çözmeye çalışırlarken, öte yandan da müziğin evrimini inceliyorlar.

Çünkü Afrika steplerindeki ilk ve öncü insanların bir zamanlar aile içinde oluşturdukları ezgilerin yankısı günümüzde Sumatra, Borneo ve Vietnam’ın nemli ormanlarında yaşayan şarkı söyleyen maymunlarda az çok işitilmekte.

Madagaskar’daki İndi ve Endonezya’daki Sulavezi Koboldmaki maymunlarında ve güney Asya’daki kuyruksuz ve uzun kollu şebeklerde birbirinden bağımsız olarak müzik gelişmişti. Özellikle de şebeklerce çıkarılan melodiler çok ilginçtir (bunları www.gibbons.de adresinde dinlemek mümkün). 4.yy’a ait bir Çin şarkısında de şebeklerin hüzünlü ezgilerinden söz edilir.

Maymunların kıtalara bölünmüş şarkıları 10 ila 30 dakika kadar sürebiliyor, diyor hayvanların seslerini kaydeden Zürichli zoolog Geissmann. Hatta Endonozya’daki Siamang gibi şebek türlerinde erkek ve dişi maymunların düet yaptıklarına bile şahit olan araştırmacı, insan dışında başka hiçbir omurgalının bu kadar zor şarkılar söylemediğini de hatırlıyor.

Bebeklerde müzik

Bilim adamları nitelikli ve ahenkli müzikle ilgili kanıtlar bulmakta zorlanmıyor. Müziğe kültürel etkilerden bağımsız olarak reaksiyon gösteren küçük çocuklar iyi birer araştırma objesi.

Kanadalı psikolog Sandra Trehub, bebeklerin beynindeki müziğin sinirsel köklerini araştırıyor. Deneylerde, bebekler ilginç bir şekilde bu disonansı fark ettiklerini, doğru tonları duyduklarında sakinleşerek hoparlöre doğru bakarak belli ediyor. Bebekler altıncı aydan itibaren müziğe tepki veriyor. Bebekler, ikinci aydan sonra ritim farkını anlayabiliyor.

İnsan farkında olmasa da yetişkinlik dönemine dek müziğe karşı oldukça duygusal tepkiler verir. Bu tez, müziğe yatkın olmadıklarını söyleyen deneklere belli bir akort sırası dinleten Alman psikolog Stefan Kölsch tarafından kanıtlandı.

Ne var ki araştırmacı tamamen farklı bir sonuca ulaştı: Deneklerin beyin akımlarını EEG üzerinde izleyen bilim adamı, müziğe yatkın olmayan deneklerin beyinlerinin dahi müzikteki ince farklılıklara reaksiyon gösterdiğini ortaya koydu.

Peki, müzik bir kültür ürünü mü? Yoksa doğa, müzik yetisini doğrudan doğruya kalıtıma mı işlemişti?

Sınırlar silikleşiyor

Bu soruyu deneysel olarak yanıtlamak neredeyse imkansızdır. Çünkü hayatımızın neredeyse her anını müzikle geçiriyoruz. Otomobilde, mutfakta, bekleme salonunda, markette hatta sokaklarda dahi ister istemez müzikle iç içe yaşıyoruz ve müziğin bu kadar çok dinlendiği bir dünyada doğmamış bebekler bile müziğin kurallarını öğrenebilir diyor kimi araştırmacılar.

Bununla birlikte farklı müzik kültürleri arasındaki sınırların git gide silikleşmeye başladığı da bir gerçek. Pop müziği, kültürler arası araştırma objesi haline geldi. Küreselleşmenin etkisi en çok da stillerin çoğalmasıyla hissedilir. Robbie Williams, Papua Yeni Gine radyosundan seslenirken Londra’da dans ritimleri Sitar ile zenginleştirilmekte. Yoksa bu gelişmeler müziğin tüm insanlar tarafından benzer bir şekilde algılandığını mı göstermekte?


Derleyen: N. Özbaşaran

Haftaya: Müzik ve beyin
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!