Zenginlik ne kadar sahip olduğunda değil ne kadar verebildiğinde...

Bugün bayram. Ailenizle birliktesiniz. Kutlu olsun. Mutlu olsun. Bayramlaştıktan sonra, yiyip içip, mayıştıktan sonra bir kenara devrildiğinizde, elinize bizim ilaveyi alırsınız. Bu hafta biraz kafanız karışsın istedim, hayatınızı şöyle bir gözden geçirin diye psikiyatr doktor Ümit Yazman’la konuştum. Ben anlattıklarını pek beğendim, umarım siz de beğenirsiniz...

Haberin Devamı

* Modern zamanlarda neler yaşıyoruz? Bir terapist olarak bu şehirde dinlemek zorunda kaldığınız sorunlar ne? Neyle geliyorlar daha çok: ılişki sorunlarıyla mı, bağımlılıklar mı, endişe mi, kaygı mı?
- Hepsi, her şey. Çeşit çeşit. Ne anlatırlarsa. Ama dediğim gibi, hep anlatmadıkları bir ikinci hikâye oluyor. Konuştukça çıkıyor. Metropolde yaşanan en büyük sorunlarından biri yalnızlık. ınsanlar, yalnızlığı farklı şekilde yaşıyor ve onu maskeliyor.

* Nasıl yani?
- Mesela, insanların yalnızlığı arttıkça, eğlenme ve eğlenceyle ilgili çabaları da artıyor. Hatta, tavan yapıyor. Çünkü insanlar, yalnızlıklarından kurtulmayı, tek başına olmamak zannediyor. Ve hemen kendilerini kalabalık bir yere, bir kulübe ya bir arkadaşlarının yanına atıyor. şamata, gürültü... Göremedikleri şu: Yalnızlık, yüreğinizde bir ötekine yatırımın olamaması hali. Yüreğimde ötekine yatırımım varsa, yüreğimde onunla sıcak ve derin bir ilişki kurabiliyorsam, yüreğimde onu taşıyorsam, tek başına olsam da yalnız değilim. Ama ötekiyle ilgili bir yatırım yoksa, derin ve sıcak bir ilişki kurmayı beceremiyorsam, 20 bin /images/100/0x0/55eb3819f018fbb8f8b31a7dkişinin ortasında partilesem de, bir işe yaramaz abi! Size mutluluğun sırlarından birini söyleyeyim mi: Aile. Sır bu. Onu kurmayı, korumayı beceriyorsan tamamdır.

Haberin Devamı

* Peki kaygılar, endişeler, panikler...
- Buraya gelenlerin yüzde 70’i, “Doktor Bey, kaygılarım var!” diye gelmiyor. Bilmiyorlar bile. Gelme sebepleri başka. Bir hanım geldi mesela, içki içiyor. Biraz konuşunca sorunun alkolden kaynaklanmadığı ortaya çıktı.

* Neydi peki mesele...
- Kaygı. Kafasındaki meselelerle baş edebilmek için içiyor. Kaygılarının sebebi de, hayatındaki ve evliliğindeki boşluk, tatminsizlik vesaire. Kaygı çıkar ama bir şeyle örtülür. gözlemlediğim bir şey var. ınsanların kaygılarının ortaya konma halinin nasıl olduğunu düşünürsünüz?

* Panik atak, ilişkisizlik, uykusuzluk, takıntı...
- Hayır, bu söylediklerinizin hepsi daha Batılı şeyler. Bizde, genellikle bedenle ilgili bir problem çıkıyor. Geliyor, diyor ki mesela, “Doktor Bey, midemde daima bir şişkinlik var”, “Gazdan ölüyorum”, “Bende mide siniri var!”, “Reflüm var!” Oysa doğru değil, fizyolojik bir şeyi yok, bunların çoğu psikolojik. ınsanın yarısı ruh, yarısı beden dedik ya, ruhu kaçırıyoruz. Kaçırınca da böyle şikayetler çıkıyor ortaya. Bizim insanımız derdini o kadar kendi içinde tutmaya, paylaşmamaya, belli etmemeye programlanmış ki, soyut her şeyin korkutucu olacağına dair bir yanlış inanışa sahip. Bu yüzden sıkıntıları ifade etmek için farkına varmadığı bir somutlamaya gidiyor, “Migrenim var!” diyor, “Midemde helikobakter pilori çıktı” diyor.

Haberin Devamı

* O zaman pek çok hastalığın da ruhsal sebeplerden kaynaklandığına inanıyorsunuz. Mesela kanser, insanın kocasıyla, karısıyla ilişkisi yüzünden mi?
- Önemli faktörlerden biri olduğu kesin. Bir biyolojik geçmişimiz var bir de psikolojik. Bütün ilişkilerimiz, büyümemiz, çocukluğumuz, kurduğumuz bağlantılar, ergenliğimiz, bunların hepsi psikolojik geçmişimize giriyor. Ve bir de sosyal çevremiz var. Bu üçü bir sac ayağı. Üçünden biri patlıyor...

ÜRETMİYORSAN VAR OLAMAZSIN! SEVMİYORSAN DA.../images/100/0x0/55eb3819f018fbb8f8b31a7f

* İnsanların yaşayabileceği en büyük anksiyete nedir?
- Yok olmak, ölmek. Ölmekten daha beter bir şey yok. Kayıp. Bitiş. Ve biz, sonu çağrıştıran şeylerden müthiş korkarız. Sonu çağrıştıran şeyleri, hayatımızda minimize etmeye çalışırız. Ya yok saymaya ya da dokunulmaz zırhına sığınırız. Özellikle de başarılı insanların en büyük handikapı budur. Yaşamı, yukarı doğru giden bir spiral olarak algılamaya başlarlar. “şu şu yollardan geçtim, bunları, bunları elde ettim, şahane bir şekilde yürüyorum, mutluyum. Bundan böyle de her şey böyle devam etmeli...”

Haberin Devamı

* Böyle demelerinin sebebi o yapının bozulmasından dehşet  şekilde korkmaları mı?
- Aynen öyle. Ama bu büyük bir yanılsama. Yaşamda hangimiz yarınki varoluşumuzla ilgili ne biliyoruz ki? Aslında hayattaki anksiyetenin esas kaynağı da bu: Bir noktada var olmayacağımız gerçeğinin kafamızın bir yerinde hep durması. Ama onu bilinçdışına atmamız. Düşünsene, doğduğumuz an, hayatla ilgili belli tek gerçek aslında bir gün öleceğimiz. Onun dışında zengin mi oluruz, fakir mi, mutlu mu, mutsuz mu o belli değil. Sadece öleceğimiz belli. Peki ne yapıyoruz? Bu yaşamda belli tek duyguyu yok sayıyoruz. Belli olmayan her şeyi de, belirlemek adına müthiş bir gayret sarf ediyoruz, adına da ‘yaşam gayreti’ diyoruz.

Haberin Devamı

* Çözümü ne?
- Var bir formülü. Freud Amca, yüzyıl önce söylemiş: ‘Lieben und arbeiten’ demiş. ınsanların mutlu olabilmesi için, var olabilmeleri gerekiyor. Var olabilmenin de şartları sevgi ve üretim. Kimse bana gücenmesin, üretimi olmayan insan, üretmeyen insan, ne yaparsa yapsın, kendini var hissedemiyor. ıki, sevgin olacak. Yine /images/100/0x0/55eb3819f018fbb8f8b31a81bana kimse gücenmesin, istersen dünyalara sahip ol, dünyaları üret, en akıllı, en parlak insan ol, içinde sevgin yoksa, derin ve sıcak bir ilişki kuramıyorsan var olamıyorsun. Bu ikisini aynı anda gerçekleştirebilmek her zaman çok mümkün değil. Ama bunları ne oranda ‘bir’e yaklaştırırsan o kadar iyi. Bunlardan biri ‘sıfır’ olursa, diğerinde hangi büyüklüğe ulaştığının bir önemi yok. Onun için yapmamız gereken, hayatta ne üretebileceğimizi bulmak ve bu üretim içinde kendimizi mutlaka aktif kılmak. Ve sevgilerimizden imtina etmemek. Sahip olmaya çalışmak yerine, vermekle uğraşmak gerekiyor.

Haberin Devamı

* İnsanların bir türlü hesaplaşamadığı, altından kalkamadığı şey ne?
- Pek çok şey var. Biri de, suçluluk duygusu. ınsanlar yaşadıklarının suçluluk duygusu olduğunu tespit edemeyebilir. Ve bana hayatlarını nasıl sabote ettiklerini anlatarak gelirler.

* Nasıl yani?
- Bazı insanlar, hayatlarını planlı olarak sabote eder. ıyi şeylerin içine tükürürler. Kadının ilişkisi iyi mi gidiyor? Her şey yolunda giderken, tırmalar başka bir taraftan. Resmen bozar. Aslında onu hiç kaybetmek istemiyordur. Ama birden gider abuk sabuk bir şey yapar. Ya da erkek evini ve düzenini kaybetmek istemez ama başka ilişkilerin peşine düşer. Yani mis gibi hayatını sabote eder.

* Niye? Çünkü suçluluk duyuyor, iyi bir şeyi hak ettiğine mi inanmıyor...
- Bravo! Bazı insanlar iyi şeyleri hak etmediklerine dair bir duyguyla yaşıyor. Bu duyguyla da, özgüven arasında bir paralellik var.

* Özgüveni olmadığı için mi böyle davranıyor...
- Evet, bir insanın sağlıklı bir ruh yapısına sahip olabilmesi ve mutlu olabilmesi için elzem kriterlerden biri, hatta en temeli: Özgüven. Gerçi metropol hayatında başka bir sorun daha ortaya çıkmaya başladı: Çocuklarına özgüven vermek adına mesnetsiz bir şımarıklığa izin veriyor ebeveynler. Disiplin yok, sorumluluk yok. “Oğlumsun yaparsın! şöylesin, böylesin...” Bütün çocuklar annelerine, babalarına göre ortalama zekanın üzerinde, hepsi çok yetenekli, hepsi çok duyarlı... Olabilir mi böyle bir şey? Çocuklarımızla ilgili, “En güzeli sensin. En zeki sensin...” gibi cümleleri kurmaktan kaçınmamız lazım, onlara zararımız dokunur.

BİR PSİKİYATR GÜNÜN SONUNDA NASIL BİR RUH HALİNDE OLUR?

Ciddi bir eksi yükle buradan çıkıyorum. Çünkü danışanım ne kadar eksiyse, benim o kadar artı koymam gerekiyor ki, durumu eşitleyebileyim. Yani şöyle: O eksilerini masaya koyuyor, onda artılar kalıyor. Ben de artılarımı masaya koyuyorum, bende eksi kalıyor. Ofisten çıkınca, yaklaşık bir saat dünyayla bağlantı kuramıyorum.

BOŞ ZAMANLARINDA NE YAPAR NE EDER?

Mutlaka spor yapıyorum. Çünkü yaş alıyorum. ‘Yaş almak’ ne demek? Kas kaybetmek demek. Hormonların düşüşe geçmesi demek. E bunu da, sporla dengelemem gerek. Haftada en az üç gün bir trainer’la ağırlık çalışıyorum ve kardiyo yapıyorum. Bunun dışında okuyorum ve sevdiklerimle birlikte oluyorum.

RUH VAMPİRLERİ

İki tip ruh vampiri var: 1-) Kendi kendisinin ruh vampiri olanlar. Hani o iyi giden hayatının içine tükürenler, kendi hayatını sabote edenler. 2-) Bazen de ilişkide olduğu insan senin ruh vampirindir. Mesela ‘slote machine relationship’ dediğim bir ilişki biçimi var. Kavanozun içi para doludur, atmaya başlarsın hepsini yutar makine. Tam çöküş yaşadığın anda, üç tane geri verir, ama o zamana kadar 20 tane yutmuştur. O üç taneyi verirken de ışıklar yanar, sesler çıkar, çok şey alıyorum zannedersin, yine umutlanırsın, atmaya devam edersin. Ruh vampirliği böyle bir şey işte. Özgüvenlerinde ciddi problemleri vardır ama hiç öyle görünmezler, etraflarında sürekli hazırda bekleyen insanlar isterler. Yeter ki onları efsaneleştirecek birileri olsun. Bu insanlar aslında çok yalnızdır.

HERKES STATÜ PEŞİNDE

Herkes, statü peşinde, herkes başka bir yerde olmak istiyor. Kimse, kendi gerçeğinde değil. Kiminin derdi, daha zengin olmak, kimininki daha entelektüel olmak, kimininki daha güçlü olmak, kimininki daha şöhretli olmak. ınsanlar bu statülere takılıyor ve tuhaftır, lanetledikleri şeylere doğru yürüyorlar... “Bu yanlış, bu olmaz!” diyorlar, “Bunu yapanlar çok bencil insanlar” diyorlar. Ama oraya yürüyorlar ve oraya ulaştıklarında, o eleştirdikleri insanlardan daha beter davranıyorlar. Mesela, “Allah kahretsin bu koca koca cipler doğaya zarar veriyor” diyorlar, ama parayı bulduklarında ilk işleri o ciplerden almak ve emniyet şeridinden gitmek oluyor! En fazla ezilmişlik suiistimali yapanlar, daha sonra en fazla ezenler oluyor!

Huninin dar ağzı:
ANNE-ÇOCUK İLİŞKİSİ

Freud Amca diyor ki, “Bir insanın gelişmesini, bir huni gibi düşünün. Bu huninin tepesinden anneden, babadan, aileden gelen genleri koyun, çevresel faktörleri de ekleyin, sosyal öğrenmeler, arkadaşlar filan, hepsi huniye dolsun. Bunlar, hunide yavaş yavaş karışacak. Ve huninin dar ağzından aşağı doğru akacak...
Tam orada, akmaya başlarken, huninin o en dar kısmında, her şey bulamaç haline gelir. Esas çıkacak şey, orada şekillenir. O huninin dar kısmına ne denir biliyor musunuz: Anne-çocuk ilişkisi. Annelik, işte bu kadar önemli. Anneliğin bir eşi daha yok. Tanımlayabileceğimiz bir şey değil. Yerine başka bir şey de koyulamıyor. Evet, babalık da önemli. Ama babanın en büyük görevi aslında ne biliyor musunuz? Evdeki anneyi mutlu etmek! Evdeki anne mutlu olursa, o yuva yürür. O anne, mutlaka eşini ve çocuğunu da mutlu eder. Babanın temel duruşunun ve görevinin bu olduğunu düşünüyorum.

MUTLULUĞU BAŞKALARININ MUTSUZLUĞUNDA ARAYANLAR

Bazen öyle insanlar geliyor ki dimağım çektikleri acıları hayal etmeye yetmiyor. O kadar fena şeyler yaşıyorlar. Geçenlerde öyle biri gelip dedi ki, “Doktor Bey biliyor musunuz, televizyonda o, onu öldürmüş, bu, buna tecavüz etmiş haberleri görünce rahatlıyorum,” Aslında çok korkunç bu söylediği! ınsanlar kendi hayatları mutsuzlaştıkça; mutluluğu başkalarının mutsuzluğunda yakalamak gibi bir yanılsamaya düşüyorlar. “Benden daha da kötü şeyler yaşayanlar var” deyip rahatlıyorlar.

KIZINA ÖĞRETMEN GEREKEN ŞEY

* Kızıma öğretmem gereken bir şey söyleyin...
- “Hayatta mutlu ve kazanan insandan sana zarar gelmez!” deyin. Kaybeden ve mutsuz olanlardan zarar görebileceğini bilsin...

* Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?
- 20 küsur yıldır doktorum, şunu gözlemledim: Yaşamda hep ‘kazananlar’ ve ‘kaybedenler’ var. Bir de yaşamın iğrenç kuralı var. Kaybedenler hiçbir zaman, kazananların kazanmasını istemiyor. Kaybedenler, kazananların da kaybetmesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Ve bu, o iki insanın arasındaki sevgi ilişkisinden bağımsız bir şey. Can arkadaşın, annen, kardeşin bile olabilir. Farkında olmadan böyle davranıyor. Bir şekilde kendi hayatında kaybediyorsa ve mutsuzsa, senin kazanmanla ilgili çok rahat olamıyor.

* Burada ‘kazanmak’, ‘kaybetmek’ neye göre? Ölçü ne?
- ınsanlar, ‘kaybetmeyi’ nedense hep maddi şeylerle eşitliyor. Bu değil kastettiğim. Kazanmakla kaybetmek, hayattaki varoluşla ilgili. Yaşamda üretiminin ve sevginin olmasıyla ilgili. Bunlarda kaybedenler, kaybetmiş oluyor. Kriter şu, şuna bak: O insanın yaptığı işe bak, ne ürettiğine bak. Ve ürettiği şeydeki coşkusunu anlamaya çalış. Bir işi çok başarılı yapabilir, hiç önemli değil, işiyle ilgili coşkusu var mı, yok mu ona bak, yoksa istediği işi yapmıyor. O zaman gerçekten üretmiş de sayılmıyor.

İNSANIN YÜZDE 50’Sİ BEDEN, YÜZDE 50’Sİ RUH AMA TIP’TA 6 YIL BEDEN 6 AY RUH OKUTUYORLAR!

* Daha çocukken daha olacağınız belli miydi?
- Yok değildi. Annem kadın doğum uzmanı. Babam ekonomi doktoru. Aslında hariciyeci olmak istiyordum. Fakat 1970’li yıllar siyasi açıdan karışıktı. Siyasaldan vazgeçip tıbba yöneldim.

* Psikiyatriyi seçmenizin özel bir sebebi var mı?
- Tıp eğitiminin neredeyse tamamı insan vücuduna yönelik. Anatomiden başlıyorsunuz, ortopedisi, gözü, kulağı, burnu, boğazı, kalbi, dahiliyesi ve kadın doğumuyla tam altı yıl insan bedenini öğreniyorsunuz. Son sınıfa geldiğinizde bir şeyi fark ediyorsunuz: “ınsan iki şeyden oluşuyor. Yüzde 50’si vücut, yüzde 50’si ruh. Ama bedeni altı yıl, ruhunu altı ay okuyoruz!” ışte psikiyatriyi tercih etme sebebim bu. Ankara Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra ABD’ye Johns Hopkins’e gittim.

BEYAZ ÖNLÜK GİYMEYİ REDDETTİĞİM İÇİN SORUŞTURMA AÇILDI

* Vamık Volkan’ın peşine ne zaman düştünüz?
- 1991’de Kıbrıs’a gittim. Hoca, bana gönlünün bütün zenginliğiyle Virginia’daki kliniğinin kapılarını açtı. Öğrendiğim temel şeylerde onun çok etkisi var. Türkiye’de psikiyatride Vamık Hoca’nın izinde ilerleyen bir grup var. Gururla söylüyorum ki, ben de onlardan biriyim.

* Kendi yerinizi açmadan önce bir süre devlette de çalıştınız. O nasıl bir tecrübeydi?
- İşyerinde beyaz önlük giymiyorum diye soruşturma açıldı.

* Kurallarla sorunu olan biri misiniz?
- Değilim, uyumluyum ama kendi inancımı da savunurum. Mümkün olduğu kadar danışanlarımla eşit ilişki kurmaya gayret ederim. Beyaz önlük giydiğin zaman, başka bir kimlik oluşuyor. Beyaz önlüğü, en azından psikiyatrlar giymek zorunda olmasın. Görüşüm bu. Kınama almama rağmen giymedim.

* AMATEM’de de çalıştınız...
- Evet. ıhtisasım, bağımlılık. Ama 1998’den beri kendi ofisim var.

HER ŞEYİ KONTROL EDEMEZSİN BIRAK KENDİNİ HAYATIN AKIŞINA

Bir de, her şeyi kendi kontrolleri altında tutmaya çalışan kadınlar var. Gittikçe buna inanmaya başlıyorlar: “Ben her şeyi kontrol edebilirim!” Oysa, böyle bir şey yok. Yaşam kontrol edilebilir bir şey değil. Kontrol ettikçe kaygısını  azaltabileceğini sanıyor, oysa tersine kontrol etmeye çalıştıkça, kaygıları artıyor. Çözüm ne? Bırakmak, kendini hayatın akışına bırakmak...

İyi terapinin sırları

* İyi terapi nasıl olur?
 - İyi bir kokteyl gibi...

* Nasıl yani?
- İyi bir kokteylden bir yudum alırsın, tadı çok hoşuna gider. Ama içinde neler olduğunu tek tek ayırt edemezsin. Hoşuna giden tat, üzüm mü, şeftali mi bilemezsin. Bildiğin, kendini daha iyi hissettiğindir.

* İnsanlara, kendi bildiklerinden daha fazlasını verebilme şansınız var mı?
- Elbette yok! Bu koltuğa oturan bana ne anlatırsa, ona anlattıklarıyla ilgili bir geri dönüşüm yapıyorum. Buraya gelen insanların hepsi bir ortalamanın üzeri. Zeka olarak, sosyokültürel olarak, dünya vizyonu, açıklık ve görüş olarak. Cin gibiler, çevreleri de öyle. Ama bir şeyler yaşıyorlar ve o bir şey çözülemiyor, bana başvuruyorlar. Onlara öyle bir şey söylemeliyim ki, söylediğim şey, birdenbire onlarda bir etki yaratmalı. Daha önce hiç duymadıklarını düşünmeliler. Oysa, daha önce 50 bin kere duydular. Annelerinden, babalarından, eşlerinden... Ama o duydukları demek ki onlarda bir şeyi tetiklememiş. Geldik iyi terapinin bir başka sırrına. ıyi bir terapide, ne söylediğin değil, ne zaman ve nasıl söylediğin önemli. Bazen karşımda oturana, 10’uncu dakikada söylemek istediğim bir şeyi, 4-5 seans sonra söylediğim olur. Çünkü ona o an söylersem, kaybolur gider...

* Başka sırrı var mı iyi terapinin?
- İnsanlar gelirler ve bir sürü şey anlatırlar. Ama altta anlatmadıkları bir başka hikâye vardır. ıyi bir terapist onu hisseder. Çünkü aslında anlattıkları değil, anlatmadıkları önemlidir. Hep o ikinci hikâye. ıyi terapist işte ona ulaşabilen ve onu anlattırabilendir.

HERKES SAHİP OLMANIN DERDİNDE

Herkes, zenginliğin ve sahip olmanın derdinde. Ne kadar sahip olurlarsa, o kadar zengin olacaklar zannediyorlar. Aynı şekilde, ne kadar tüketirlerse, o kadar mutlu olacaklarını düşünüyorlar. Ama hep mutsuz oluyorlar. Kaçırdıkları ve göremedikleri şey: Zenginlik neye ne kadar sahip olabildiğinde değil, ne kadar verebildiğindedir.

O FOTOĞRAFI YAYINLAMAK BENCE YANLIŞ DEĞİLDİ

* Mutlaka biliyorsunuz, Habertürk Gazetesi’nde geçenlerde kanlar içinde sırtından bıçaklanmış bir kadının fotoğrafı yayınlandı. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
- İnsanların kendi çalıp kendi oynadıkları bir dünyada, yaşanan şiddetin, vahşetin büyüklüğünü insanın ruhunda hissettirmek adına, o fotoğrafı yayınlamak bence yanlış bir şey değil. Zaten esas tartışılması gereken, ‘O fotoğraf neden basıldı?’ filan değil, neden kadınlar bu ülkede bu kadar vahşete maruz kalıyor? Benim psikiyatr olarak baktığım noktadan gördüğüm şu: Kadınlar, yaşamda, kendi varoluşlarını sürekli başka bir insanın varoluşuna endeksliyor. Karşılarındakine o duyguyu verip, sonra bir noktaya gelip “Sen olmasan da hayatıma devam edebilirim” dediklerinde bu defa karşılarındaki güvensiz erkek, “Bir dakika, bensiz nasıl var olursun!” diyerek varoluşuna kastediyor. Yani ya şiddet uyguluyor ya da öldürüyor. Bunların altında yatan gerçek, erkek kendi iktidarıyla ilgili şüpheye düşüyor...

RUHLA YÜZLEŞME

Psikiyatri, insanların sandığı gibi, soyut şeylerle uğraşan bir şey değil. Tanımladığımız ve tarif edebildiğimiz her şeyi çözebildiğine inandığımız bir bilim dalı. Diyelim ki, karaciğerimde bir problem var, film çekiliyor, MR’ım çekiliyor ve kist yakalanıyor, “Burada böyle bir şey var!” deniyor. Ruhta durum farklı. Onu yoklama noktan, onunla yüzleştiğin an. O yüzleşmeyi de sana ancak bir terapist gerçekleştirebiliyor.

Yazarın Tüm Yazıları