Zenginliğin sefaleti

Nişantaşı'nda vitrinlere bakınıp tıngır mıngır yürürken kendisi ve camları kara bir Mersedes azmanı yanımda durdu. Arabanın içinden fırlayan sinek siklet biri ‘‘Oğuz'cuğum!..’’ diye naralanıp boynuma zıpladı.

Sıska bacaklarım ikimizi de çekmeyeceğinden ötürü kendimi kurtarmak için debelenirken o,

‘‘Beni tanımadın mı? Ben Remzi!.. Salacak'tan Remzi!..’’ deyip beni şapır şupur öpüyordu. Sakallı, bıyıklı ve de terli erkek milletinin birbirini vıcık vıcık öpmesi bana hep itici gelmiştir. (Meraklısına not: Bizim geleneklerimizde erkekler birbirini asla öpmez, sadece kucaklaşırlar. Bu mucuk mucuk öpüşme modasını kimler icat etti hálá anlamış değilim.)

Neyse, Remzi'yi zor bela üstümden indirdim. O da,

‘‘Elli yıl sonra bulmuşken ölsem de seni bırakmam!..’’ deyip beni ite kaka arabasına soktu. Araba dediğime bakmayın, girdiğim yer deri koltuklu ve kanapeli, ceviz masalı, buzdolaplı, televizyonlu bir tür salon salomanjeydi. Öndeki şoför bölümü gri camla kaplıydı. Remzi cilalı tahta bir kutudan bir Havana purosu ikram etti. Ben,

‘‘İçmesini beceremiyorum, puroya yazık olur.’’ diye reddedince o bir tane yaktı. Öksürükler ve tıksırıklar arasında,

‘‘Gördün mü, oldum işte!..’’ dedi.

‘‘Ne oldun?’’

‘‘Zengin oldum!..’’

*

Remzi benim Salacak'tan çocukluk ve ilk gençlik arkadaşımdı. Çoğumuz gibi o da fakirdi. Ama fakirliğe adeta cihat açmıştı. Akasya kokulu Salacak bahçesindeki uzun yürüyüş gecelerimizde hababam zengin olunca neler yapacağını anlatırdı. Hayalleri geniş bir çocuktu. O yıllarda bizim için zenginlik bir Amerikan sigarası içmek, o zamanların Beymen'i veya Vakko'su olan Amerikan pazarlarından bir ceket almak, haydi bilemedin bir Amerikan Doç otomobilin sahibi olmaktı. Tabii bir de yazları çalışmamaktı. Okullar tatile girince hepimiz çalışırdık. Kimimiz terzi çıraklığına verilir, kimimiz sokaklarda bağıra çağıra salatalık ya da Yeni Hayat şekeri satar, şanslı olanımız da Fethi Bey'in Salacak plajında kabinecilik yapardı. Benim işim onlara göre daha asildi. Babıali'ye gidip karikatür çizerdim. Asildi ama kazancı onlardan daha azdı.

Remzi ise sabahın köründen gecenin sağırına kadar en az üç işte çalışır, para biriktirirdi. Sonra da biriktirdiği paraları bize borç verip yüzde 10 faiz alırdı. Yani daha kısa pantolondan kurtulduğumuz yaşlarda zengin olmayı kafasına koymuştu.

*

Remzi'nin Boğaz'a nazır villasının balkonunda içkilerimizi yudumluyorduk. Ben çok yıllık bir Armanyak konyağı içerken o, bir şişe Yeni Rakı'nın başına çökmüştü.

‘‘Hayrola, kriz seni de mi hırpaladı?’’

‘‘Yoo, döviz zıplayınca ben krizden birkaç milyon dolar daha kazandım.’’

‘‘Ama pek mutlu görünmüyorsun. Hatta hicranlı bir ifaden var. Oysa çocukluk hayallerini gerçekleştirmişsin, zengin olmuşsun.’’

‘‘Asıl derdim bu işte!.. Para kazandım ama zengin olamadım.’’

‘‘Remzi anımsıyor musun, ufak tefek olduğun için ben seni bir kere dövmüştüm.’’

‘‘Evet, ödediğin borcunu belki yuttururum diye bir kere daha isteyince o haltı etmiştin.’’

‘‘Şimdi seni yine dövebilirim. Boğaz'a nazır bu villa, evdeki uşaklar ve hizmetçiler, orman gibi bir bahçe, bahçedeki Jaguar dahil bir sürü araba... Bunlar zenginlik değil de nedir? Sen benimle dalga mı geçiyorsun lan!..’’

‘‘Eksik söyledin, şurada bağlı olan 12 kamaralı, jet motorlu tekne de benim. Ama ben para kazandıkça fakirleştiğimi anladım. Çocukken meğer ne zenginmişim de haberim yokmuş.’’

‘‘Sallama Remzi, çocukken haftada bir çikolata bile yiyemezdik.’’

‘‘Çikolata yiyemezdik ama, canımız istediğinde Boğaz'da oynar oynar taze balık yerdik. Çakır'ın sandalına atlardık. Kızkulesi önünde çapariyi her sıyırttığımda en az üç istavrit gelirdi. Uskumru da cabası... Sandaldaki gaz ocağında pişirip balıkları elle yutardık. Yanında da ucuz Tekel birası... Elimizi ağzımızı yıkamak için sandaldan denize atlardık. Ama ben şimdi bunu beceremiyorum.’’

‘‘Niye be?’’

‘‘Aşka gelip balığa çıkayım diyorum, ama kotranın motorlarının ve gemicilerin hazırlığı için bir gün gerekiyor. O zamana kadar hevesim sönüyor. Ayrıca sabretsem bile Boğaz'da o isravritler, lüferler ve uskumrular artık yok!..’’

‘‘Sen de balıkçıdan getirt.’’

‘‘Ben de öyle yapıyorum. Çanakkale'den canlı uskumru getirtip villanın yüzme havuzuna attırıyorum. Sonra da balıkları oltayla havuzdan tutmaya çalışıyorum. Ama Çakır'ın sandalında tutup yediğimiz balıkların tadıyla aynı olmuyor. Yani balık konusunda eski zenginliğim yok olmuş. Ama en büyük fakirliği eğlence konusunda çekiyorum.’’

‘‘Niye yahu, bunca paraya rağmen eğlenemiyor musun?’’

‘‘Yüzlerce káğıt mendili şarkıcıların üstüne attım. Eşşek yüküyle para verip gazinoda bir sürü masa örtüsü ve garson ceketi yaktım. Ama bir türlü eğlenemedim. Hatta parasını bastırıp İbo mibo gibi şarkıcıları eve getirttirip bağırttırdım. Layla'lara gidip pistte binlerce kişi arasında maymunlar gibi zıpladım fakat nafile!.. Az kaldı müzik adı verdikleri gümbürtüden sağır olacaktım. Kapıda 4 lira verip katıldığımız eğlencelere şimdi Rahmi Koç'un bile parası yetmezmiş meğer!..’’

‘‘Hangi eğlenceden söz ediyorsun?’’

‘‘Salacak bahçesindeki pazar konserlerinden... Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Şemsi Yastıman, İsmail Dümbüllü'yü 4 papele geceyarısına kadar dinler ve izlerdik...’’

Ben de Armanyak konyağının etkisiyle geçmişe dalıp,

‘‘Sabite Tur, Münir Nurettin Selçuk, Zıt Kardeşler, Celal Şahin ve etrafta kırıştırdığımız da bir sürü kız.’’ diye mırıldandım.

‘‘Şimdi gecede 4 lira değil, homo birkaç şarkıcıyı izlemek için 4 milyar veriyorum. Yine de eğlenemiyorum. Fakirlik dediğim işte bu!..’’

‘‘Sen de Paris'e, Londra'ya gidip eğlen... Konserleri, operaları, resim sergilerini, müzikalleri, şovları izle...’’

‘‘Nece izleyeyim, yani hangi dille?.. O Pikasso denen adamın resmini görünce Silivri yoluna dikilmiş trafik işareti sanıyorum. Beni Viyana'da operaya götürdüler, karılar ciyak ciyak bağırırken canımı dışarıya zor attım. Az kala kurdeşen döküyordum. Gavurun eğlencesi bizim zengine yaramıyor. Ama en büyük fakirliğim aşk konusunda oldu.’’

‘‘Aşkın da zengini fakiri mi varmış?’’

Remzi hık demeden bir duble rakıyı tepesine dikti. Sonra da göğsüne iki şaplak çekti.

‘‘Meğer varmış Oğuz'cuğum, biliyorsun ben bizim mahalledeki Şebnem'e aşıktım. Gül yaprağı gibi temiz ve bizim Çiftekayalar'ın denizi kadar uysaldı. O da bana tutkundu. Adeta sözlü gibiydik. Evlenmek için elimin ekmek tutmasını iple çekerdik. Ama ben genç yaşta zengin olunca Şebnem'le değil, Hülya Ateş'le evlendim.’’

‘‘Niye?’’

‘‘Hülya o sırada ortalığı kırıp geçiren bir assolistti. Benim gibi genç bir zengine herkesin ayılıp bayıldığı bir kadın yakışır diye düşündümdü.’’

‘‘Eee, sonra?’’

‘‘Sonrası rezalet!.. Her gün kavga dövüş, mücevherler, arabalar ve yatakta buz torbası gibi bir karı!.. Tabii boşandık. Bana maliyeti 2.5 milyon doları geçti. Ama yine de ucuz kurtuldum diye sevindim.’’

‘‘Hemen Şebnem'e koşup yalvar yakar olup evlenseydin.’’

‘‘Koştum ama o sırada Şebnem'in iki çocuğu ve arslan gibi bir kocası vardı. Tanırsın, bizim Kaptan Raif'le evlenmişti.’’

‘‘Peki, şimdi evde cıbıl cıbıl dolaşan bu hanımlar kim?’’

‘‘Onlar geceliği birkaç yüz dolar olan Nataşalar... Ama ben hálá köpeğimle yatıyorum.’’

Remzi'nin işi zordu.

‘‘Paralarını bana ver, seni bu fakirlikten kurtarayım Remzi'ciğim. Eskisi gibi daha çok zengin olursun’’ dedim. O da bana ayıp el işaretleri yapıp ağzını bozunca sinirlendim. Onu milyon dolarları ve fakirliğiyle başbaşa bırakıp evden çıktım ve en yakın balıkçı meyhanesine gittim.

Allah cümlemizi zengin olmaktan korusun!..
Yazarın Tüm Yazıları