Yürümek

İşte orada durmuş; göle, yani dev sis öbeğine bakıyordum. Bir adım ötede kaybolmak duruyordu. Sise yürüdüm.

Haberin Devamı

Yürümek/Şekil şemali korumak için yürümek/Unutmak/Hatırlamak için yürümek/Yalnız kalmaya yürümek/ Asla yalnız yürümemek için yürümek/Aynı yolda/Hak’ka/İsyana/Durmaya yürümek/ Varmaya yürümek/Evvel yürümüşlerin izinden/Evvel yürümüşlerin bıraktığı boşluğa karışmak için yürümek/İzini bırakmak/İz bırakmadan yürümek...
Küçükken hep yürürdüm. Bizim çocukluğumuzda öyleydi. Küçük insanlar yerel faunalarında bir noktadan diğerine ancak yürüyerek gidebilirdi. Vasıta seçenekleri pek sınırlıydı, sık başvurulanı tabanvaydı. Zamane hormonlu çocuk dünyasına kıyasla bizim organik ve tam tahıllı çocukluk hatıratının aksiyon rafını, şikâyetçi olduğumuz dönemin o yoksunluklarına borçluyuz kuşkusuz. Motorize yol alan ‘bakar’, yürüyerek yol alan ‘görür’. Görmek bakmaktan fersah maceralı değil midir? Ama biz işte; büyüyoruz ve nedendir bilinmez ilk yetişkin icraatımız, küçükken yapabildiklerimizde -en iyilerinden başlayarak üstelik- vazgeçmek oluyor! Yürümekten kaçarken, görmek de elden gidiyor.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55eb182bf018fbb8f8aaab2b

KAZIK KADAR ADAM

Altı yaşındaydım. Erken başlamıştım okula, ikinci sınıf öğrencisiydim. Eğirdir Zafer İlkokulu’nda. Evimizin bulunduğu sahil yolundan, çarşıdaki okula yürüyerek gider gelirdim. Üç beş kilometrelik bir yol. Babamın deyimiyle “Ortalama zekâsı olan her insan evladının kaybolmadan gidip gelebileceği, ip gibi, basssit bir yoldu.” Ben de geri zekâlı olmadığımdan, git gel o yolu tavaf ediyordum haftanın beş günü. Ne de olsa aklı başında, ikinci sınıf talebesi, altı yaşında, kazık kadar adamdım!
Sahil yolu, kişisel yolluk tarihimde belleğime eksiksiz nakşolmuş güzergâhların başında gelir. Dönemin beyaza çalan çimentosuyla örülüp gölün yakasına iğne oyası hesabı teyellenmiş güzel aynalı bir yoldu. Güneş varsa, göz yakan bir ışıklı bir yola dönüşür, kışın buz tuttuğundaysa, üstünden askeri ciplerin göle çıktığı bir köprü işlevi görürdü göl. Bir gölün var; yazın yüzüyor, kışın üstünde kızakla kayıyorsun yani. Yürümekle başlayan, yürüme sarhoşluğuna kapılıp ilk kaybolma maceramı, bu yol ve o gölde yaşadım. Adından gayri bir karalığını görmediğimiz ikinci sınıfa denk gelen sert kış sabahında; kimi neşeden muaf okul şarkılarımızda tarif edildiği üzere; ‘sırtımda bilgilerden bir çelenk’ yürümek bir yana, nefes almayı zorlaştıran, ıslak ayazda, okul yörüngesinden sapıp buz tutmuş, sis basmış göle yürüyerek başlayan kaybolma kariyerimin ilk nişanesi.
Nuri Bilge Ceylan çekse tam burada ve böyle çekerdi işte!”deki o gölün kıyısında yürüyordum. Sadece yürüyordum. Sahil yolunda, göle bir iki metre paralel bir eğride, okula ulaşmaktan başka bir şey düşünemeyecek kadar bela bir ayazda!..
Ayaza karşı nefes alıp vermek ciğerinizi yakabilir. “Soğuk yakmış” derler. Durdum, yüzümü sise, yani göle verdim, ayazı yanıma aldım. Az soluklanmak için. Çehov’un taşra hikâyelerini, piyeslerini sever misiniz? Birçoğunda ana mekânlardandır göl. Ya göl kıyısına gider karakterler hesaplaşmaya ya da sıkça gölden, onun karanlık tabiatından bahsederler. Taşranın sığ, boğucu ve yeknesak hayatının metaforudur işte göl. Tekinsizdir, içine çekmekle kalmaz, dibe çağırır moral eşiği düşük olanları. Virginia Woolf göle yürüyerek çekmiştir elini eteğini dünyadan. Woyzeck, bulunmasın diye fırlattığı cinayet aleti bıçak gibi kendini bedenini de fırlatacaktır suskun göle...

Haberin Devamı

KORKMUYORUM ANNE!

İşte orada durmuş; göle, yani dev sis öbeğine bakıyordum. Bir adım ötede kaybolmak duruyordu. Ne düşünerek -düşünemeyerek- hatırlamıyorum, sise yürüdüm. Hemen birkaç adımda pamuk tarlasındaydım, arkama baktım, yoldan ince bir iz... İçimde yoğun korkuyla karışık, taşkın bir sevinç dalgası, yürümeyi sürdürdüm. Birkaç adım sonra buzun inceldiği yerde, gölün beni alıp almayacağına, dönememe ihtimalinin ciddiyetine aldırmadan, ancak o yaşta mazur görülebilecek bir cüretle yürüdüm gölün derinine! Görünüp kaybolan güneş ışığı, yer yer yoğunlaşıp gevşekleşen siste gölge oyunları oynuyordu. Gözümü alamadığım bir ışık gösterisinin seyircisiydim. Yerim sahne önü değil, sahnenin orta yeriydi. Bu şiddette bir korku ve haz, cüretkeş bir çocuğun hayal dünyası için fazlaydı ve ayaz şiddetini arttırarak keyfi soğuğa boğdu, geriye “Ben ne halt ettim!?” korkusu kaldı. Giderek artan korku yerini aynı hızla bastıran uykuya bıraktı. Uyudum... Hepsi bu! Tabii hepsi bu değil. Yalnız uyuduğum pamuk tarlasında, bu kez babamın kucağında, üstelik alışık olmadığım biçimde beni öpüp koklayarak, hoplatırken uyandım. Uçuyorduk! Hayır uçmuyorduk, babam askeri bir cip yardımıyla, sahil boyunca yürüyebileceğim mesafeyi içine alan, gergin bir keşif gezisi gerçekleştirerek beni cenin vaziyetinde uyurken bulmuş, bulana kadar da aklının bir kısmını kaybetmişti. Kucağında salladığı filan da yoktu. Amortisörleri hiç edilmiş bir askeri cipte dingildiyorduk sadece. “Babam beni öpüp kokluyor” coşkusuna sebep olansa, babamın boynuma, ellerime nefesini vererek donmamı engelleme çabasıydı. Süpermen kısa sürede beni ısıtmış, öfkesinin geçmesiyse haftalar almıştı.
Zamanı yakalamak/Kaçanı kovalamak/Paçayı kurtarmak için yürümek/Kendini yormak/Durmayı özlemek/Dinlenmek için yürümek/Geride bırakmak/açmak/Değilse biraz uzaklaşmak için/Peşinden/Peşi sıra yürümek/Öğrenmek/Düşmemek/Kaybolmak için yürümek/Kaybolmaya yürümek...
Sisli bir gölün göğsünde uyumak kadar yükseltmese de tanımadığım kentlerde yürümeyi kaybolmayı sürdürüyorum hâlâ. Hayat yol verdikçe... Arada bir duruyorum, sadece yürümeyi az daha uzatmak için...

Yazarın Tüm Yazıları