Bizim boşanma sebebimiz; Arzu Hanım’ın fala ve Bülent Ersoy’a olan yakınlığıdır. Ersoy bize gelip, günlerce kalıyordu. Bu yakınlık, evlilik hayatımızı ve çocuklarımın gelişimini olumsuz etkilediği için boşandık.”
Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu yaptı bu açıklamayı Günaydın’a...
Saraçoğlu’nun haklı olabileceğini düşünüyorum.
Çünkü 36 yaşında bir yetişkin olarak ben bile Bülent Ersoy’dan korkuyorum! İnşallah Bülent Hanım alınmaz ve yazdıklarımı bir eleştiri olarak kabul eder. Ersoy yüzüne öyle abartılı makyaj yaptırıyor ki, “Nip/Tuck” dizisindeki Carver karakterini andırıyor. Sanki yüzüne bir maske takmış gibi...
O abartılı makyaja, devasa takılar, grotesk kıyafetler ve derinden gelen oktavlı ses de eklenince durum daha da vahim bir hal alıyor.
Vallahi anlatırken bile titriyorum.
Bence Ersoy mutlaka bir korku filminde oynatılmalı. Kesin gişe rekoru kırar...
Seyirci sayısı meselesi
Acayip bir şey. Sadece baktı gülümseyerek. Öyle gergin bir sahne de değil. ‘Allah’ım ben ne yapacağım?’ dedim. O kadar çaresiz hissettim ki kendimi... 15 dakika ara verdik. Çünkü fena oldum.”
Ezgi Mola’ya ait bu sözler. “Hayatımın Kadınısın” filminde Türkan Şoray ile karşılıklı oynamanın nasıl bir duygu olduğundan bahsetti “Medyatik” programında.
Sandalyede birden küçülmeler, kendini çaresiz hissedip fenalık geçirmeler falan... Türkan Şoray’ın nasıl bir çekim gücü var doğrusu çok merak ettim.
Gözlerinden ışın falan mı saçıyor, karşısında oturanın ruhunu mu emiyor? Hiç aklım almıyor. Yani karşımda Robert De Niro olsa çıkar oynarım. İşim bu benim.
Atıp tutmuyorum. Biz gazeteciler de yeri gelince dünya starlarıyla röportaj yapıyoruz. Hiç öyle donup kalanımızı görmedim ben daha.
Ne yazık ki, genç oyuncuların eski kuşak starlara dair bu tür ultra abartılı konuşma huyu var. Nedenini ise hâlâ çözebilmiş değilim...
Neşeli Hayat’ın gişesini açıklıyorum
Son birkaç gündür Yılmaz Erdoğan’ın “Neşeli Hayat” filmine övgüler düzüyoruz.
Erkeklerden birisi, bir anda kendini havaya kaldırıp öpüştüğü erkeğin kucağına atladı. Bu hareketi yaparken de dudakları bir an olsun ayrılmadı...
? 03.45’te kaldırımda sigara içerken yanımdan geçen bir erkek, yanındaki kıza “Bak şu karşıdaki 13’lük çıtırları görüyor musun? şimdi ikisi ile jakuzi de olmak vardı” diyerek iç geçiriyordu.
? Etiler şamdan’ın tuvaletinde 01.30’da mini etekli esmer kadın çantasından çıkardığı kremi bacaklarına sürüyordu. Bir arkadaşı “Neden bunu şimdi sürüyorsun” diye sordu, o da “Daha seksi gözükmeleri için” dedi.
? Nişantaşı Aşşk Cafe’de 00.00’da iki kız şarap içiyordu... Bir adam yanlarına gidip, “Çok içtiniz ve yalnızsınız. ızin verin sizi evinize bırakayım” dedi. Esmer uzun saçlı kız, “Yok, Allah korusun” diyerek tersledi.
? Otto’da 03.00’te genç bir adam elinde birayla kapının önüne oturmuş, bacak bacak üstüne atmıştı... Uyuyordu. Kimse onunla ilgilenmedi.
? Otto’da 01.30’da yabancı bir çift hesaplarını ödeyip çıktı. Sürekli öpüşüyorlardı. Adam kadının elini bıraktı ve poposunu tuttu. Biz arkalarından bakıyoruz, elini poponun üzerinde ne kadar tutacak diye... Köşeyi dönene kadar eli kadının poposundaydı.
? Tünel Lokal’de 02.00’de bir grup eğleniyordu. Bir anda sesler yükselmeye başladı ve kız çığlık attı. Kız, karşısında duran çocuğa bir tekme sallayıp elini ısırdı ve hızla koşmaya başladı.
Tamam, Turgut Özal’ın Kürt açılımı çabası, Musul ile Kerkük’ü alıp Kürtler’e federasyon hakkı vermek istediği için zehirlendiği iddiası, Abdullah Öcalan’ın suikast girişimini kimin engellediği, Ergenekon soruşturmasının Gladio ile bağlantısı, Yeni Osmanlıcılık anlayışı, AKP’ye karşı darbe tertibi ve diğerleri...
Hepsi de bugün her kahve köşesinde üzerine türlü türlü komplo teorileri üretilen, Türk halkının her zaman ilgisini çekmiş vatan-millet meselesi konular ama bu kadar da baştan savma, basit anlatılmaz ki...
En kötüsü de, bu konulara dair kamuoyunun bilmediği bir şey söylenmemesi...
Yeni bir şey söylenmiyor, “Kurtlar Vadisi: Pusu”da verilen mesajlardan bir kolaj sunuluyor.
Tamam, sizin sevdiğiniz bir film, başkası için eziyete dönüşebilir ama beğeni kriterlerinde bu kadar büyük uçurum olmaması gerekiyor.
Rahşan’ın yerin dibine soktuğu yapıt, şu anda imdb’nin Tüm Zamanların En ıyi 250 Filmi listesinde 86. sırada.
Eğer internet oylaması sizin için güvenilir bir kriter değilse o zaman sinema eleştirmenlerinin duayeni Roger Ebert’ın bu filme 4 üzerinden 3, efsane RollingStone dergisinin 4 üzerinden 3.5, dünyaca ünlü TOTAL FILM dergisinin 5 üzerinden 4 yıldız verdiklerini söylesem!
Rahşan’a mı yoksa bu saydığım kaynaklara mı inanırsınız? Peter Jackson ismini duyanların kafasında “Yüzüklerin Efendisi” serisinin canlandığını biliyorum... Evet, “District 9”, “Yüzüklerin Efendisi” tarzında bir film değil. Yarı belgesel tarzda çekilmiş, izlemesi emek istiyor ama kesinlikle bir başyapıt.
Tyson, Teoman ve paparazziler...
Dün size bir gazeteci olarak yamuk yapmamanız gerekenler listesinin birinci sırasında Mike Tyson’ın yer alması gerektiğinden bahsetmiştim. ışte kanıtı... Tyson, Tony Echevarria adlı paparazziyi enkaza çevirmiş. Daha önceki suçlarından dolayı göz hapsinde tutulan efsane boksörün, beş yıl hapis yatabileceğinden bahsediliyor.
Çakırkeyif olmamın nedeni, maNga ekibiyle tören sonrası partilememizdi.
Yok, birkaç ünlü göreceğiz, onlarla fotoğraf çektireceğiz diye MTV’nin
Berlin’in üç-dört yerinde düzenlediği partilere akmadık, biz bize
eğlendik.
Berlin’in underground müzik piyasasının kalbinin attığı salaş mekanlara
takıldık.
En salaş yer de gecenin sonunda karnımızı doyurmak için girdiğimiz
kebapçı oldu.
Evet, Berlin’de çok Türk olduğunu biliyordum da, bu kadar çoğaldığımızı bilmiyordum. Taksici sayımızın 500 bine ulaştığını söyledi.
Almanya bira cenneti ve üstelik çok da ucuz, meyve suyuyla aynı fiyat neredeyse. Bira manyağı İngilizlerin sırf hafta sonunda ucuza bira içmek için Berlin’e geldiklerini de taksici söyledi. Bir diğer geliş sebepleri de seks turizmiymiş. Türk girişimci ruhu bu sektörde de kendini göstermiş. Şimşek Kardeşler, Berlin’in en büyük genelevi Artemis’i işletiyormuş.
Berlin’e gidip döner yemeden olmaz... Buradaki dönerler Türkiye’den çok daha leziz. Bir de içini yağmur ormanına çeviriyorlar, envai çeşit yeşillik dolduruyorlar. Sosları da çok ilginç. Çili sosu biliyordum da naneli, sarımsaklı sos döktüklerini ilk defa gördüm. Türkiye’de her yerden dönerci fışkırıyor ama buradaki yaratıcı ruh yok diyorum.
KENAN VE NİL NEDEN BERLİN’E GİDEMEDİ
Ben aslında biraz küfredilmesinden yanayım. Birazcık küfredilebilir televizyonda, yani bütün dünyada olduğu gibi.
Evliliğim en az 10 sene sürer.
İstanbul çocuk ismi değil ama Şirin istedi.
Ben Türk’üm, çocuğum neden Amerika’da doğsun?
Önce bu nefis konu için ona teşekkür ediyor ve hemen mevzuya giriyorum:
The Sun ve Daily Mirror gibi ünlü İngiliz gazetelerinde çıkan Madonna’nın eski kocası Guy Ritchie’nin gözünün morarma haberini biz de arka sayfada kullanmıştık.
Meğer bu haber, geçtiğimiz hafta Londra Film Festivali’nde gösterilen “Starsuckers” adlı belgeselin yönetmeni Chris Atkins’in bir oyunuymuş.
Atkins, Amy Winehouse’un saçlarının yanması, Avril Lavigne’in bir gece kulübünde uyumasıyla ilgili başka sahte haberleri de İngiliz tabloid gazetelerine servis etmiş. Her şey Atkins’ın düşündüğü gibi olmuş. Bu haberlerin birçoğu kontrol edilmeden yayınlamış.
Sonra internette bu ilanla ilgili okuyucu yorumlarına göz attım.
Ne gördüm biliyor musunuz?
Haberle ilgili 170 okuyucu yorumundan yaklaşık yüzde 80’i bu ilanı verenleri haksız bulmuş.
Evet, tek tek okudum. İlanı haklı bulanları da aşağıdaki yorumlara eklemek istiyordum ama o zaman da birkaç yorumla halkın genel düşüncesini çarpıtmış olacaktım.
O ilanın altında imzası olan sanatçıların yüzde 80’i tek bir ajansa bağlı! Bu yorumları sanatçılarına topluca mail atarlar artık.
O kadar sert yorumlar vardı ki, bunlar en masumları:
? Sanatçı başka şeydir, bunlar değil. 12 Eylül döneminde bile halkının sorunlarıyla ilgilenen sanatçılar vardı. Bunlar geyik muhabbetçisi ve para düşkünü. Güncel herhangi bir konuyu işleyeni var mı şimdi? Kınanacak tek şey olarak magazin basınını görenleri sanatçı olarak göremem. (Serkan)
“Farklı bir şeyler yazayım” diyordum ki, TV’de Hülya Avşar’ın “Kızımla yan yana fotoğraflarımı gazetede görmekten utanıyorum” dediğini duydum.
Okan Bayülgen de Avşar’ı kızı Zehra için koyduğu basın yasağı için övüyordu. Bir de “Yurtdışından alışveriş yapalım, buradaki alışveriş merkezlerinde her yerden magazinci fışkırıyor” diyorlardı.
Keşke yurt dışına gitseler ve hiç geri dönmeseler, hatta yabancı yıldızlarla değişik tokuş yapsak onları.
Bu fotoğraflarda gördüğünüz milyon dolarlık yıldızlar, Oscar’lı oyuncular çocuklarıyla her dakika objektiflere yansımaya utanmıyor da Hülya ve Okan utanıyor!
Yazıp oynuyorlar. Kötü adamlar, kötülük yapıp kahkaha atıyorlar. İğrenç...”
Levent Kırca ve Timuçin Esen vakalarının üzerine Dr. Nihal Çamlıbel adlı okurumdan geldi bu kısa yorum...
Maalesef halkın gözünde magazinciler için çizilen profil aynı Çamlıbel’in betimlediği gibi. Demek ki bir yerlerde yanlış var.
Genelleme yapmak istemiyorum ama “Yazıp oynayanlar” magazinciler ama televizyoncu magazinciler!
Türkiye’de bugün eğer ana haber bültenlerinde ‘magazin terörü’nden bahsediliyorsa bu işin günah tohumlarını atan magazin programlarıdır. Başta ünlülerle ayaküstü eğlenceli sohbetlerle başlayan yayıncılık anlayışı, bugün artık karakoldan çıkan Timuçin Esen’e “Adam mı oldun lan” diye bağıran, bir başka ünlüye “Siz gay misiniz?” deme cesaretini kendinde bulan televizyoncu magazin muhabiri figürü yaratmıştır.
Evet, yazılı ve televizyoncu magazinciler arasında büyük fark var. Televizyon magazincilerinin asıl hedefi haber değil sansasyon yaratan görüntü yakalamaktır. Çünkü kavga ve tartışma her zaman reyting getirir. Bu görüntüyü elde edebilmenin en kestirme yolu da sanatçıları kışkırtmaktır.
Yazılı magazin basınını uzun uzadıya anlatmama gerek yok sanırım. Olayı, haberi sayfasına taşır, sanatçıyı provoke ederek haber yaratmaz.
Beşiktaş’ta bir restoranda kadın arkadaşıyla birlikte yemek yerken görüntülendiği için Vatan Gazetesi muhabiri Bora Engin’e saldıran Kırca, Star Ana Haber’de kendini savunurken “Bana vurdu, gözümün retinası çizildi... Muhabirin elinde hamam böceği vardı, üzerime attı ve arkamda duran diğer muhabir de beni çekti” dedi.
Kırca’nın iddialarını milyonlar izledi bu noktada Bora’nın da söz hakkı olmalı.
Bora’ya telefon açtım. O da aynen şunları söyledi: “Levent Kırca bizden önce kendisini çeken kameramanları arıyordu. Biz de yanına gittik sohbet ettik biraz. Sonra ben fotoğrafını çektim. O da küfür etti, ‘Ver lan kamerayı’ dedi. Ben de ‘Kamerayı vermem ama sizi mi kıracağız fotoğrafları sileriz’ dedim. Ama o yine küfür etti ve sonra yakama yapışıp vurmaya çalıştı ama ben kendimden yaşça büyük olduğu için elimi bile kaldırmadım. Çekme dese çekmezdim. Başkalarına olan sinirini bizden çıkartmaya çalıştı.”
Daha sonra “Peki, hamam böceği mevzusu nedir?” diye sordum Bora güldü ve şu yanıtı verdi: “Ben Kırca ile konuşurken kafamda bir böcek görmüşler. Kahverengi bir şeydi, hamamböceği değil yani. Herhalde ağaçtan düştü. Tam o sırada restoranın şefi gelip, ‘Dur kıpırdama’ deyip kafamdaki böceğe vurdu. Kırca herhalde bunu görüp, kafasında çılgınca teoriler üretti. 70 yaşında bir büyük usta milyonların önünde yalan söylüyor aklım almıyor. Yanımda hamam böceği taşıyıp onu Kırca’ya atmam için çıldırmış olmam gerek. Yarın dava açacağım, avukatlarla konuştum.”
Kavgadan bir gün önce Kırca...
Bülent Ersoy’un babası Fikret Erkoç’un “Popstar Alaturka”nın çekimlerinde yaşadığı üzücü durumda olduğu gibi.
Tamam, bugüne kadar Ersoy’un babasını çok az gördük ya da hiç görmedik. Haber bomba da keşke daha saygılı olunsaydı, 90 yaşındaki adam ezilme tehlikesi yaşamasaydı.
Kimse babasının bu duruma düşmesini istemez ama itiraf etmeliyim ki, muhabirler, Fikret Amca ve Ersoy arasında geçen diyaloglar stand-up tadındaydı.
Muhabirler, Fikret Amca’dan önce bir evlat olarak Bülent Ersoy portresi çizmesini istediler ve aynen şu soruları yönelttiler: “Efendim, Bülent Ersoy’un babası olduğunuz doğru mu?”, “Bülent Hanım hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “Efendim şimdiye kadar görünmüyordunuz doğru mu?”
Fikret Amca’nın verdiği tek yanıt ise “Doğru diyoruz” oldu.
Korumalar baktılar olacak gibi değil, Fikret Amca’yı tekrar kulise soktular. Bu noktadan sonra da film koptu zaten. Ersoy muhabirlerden hesap sormak için hışımla dışarı çıktı ama öyle bir absürd soruyla karşılaştı ki, donup kaldı, öfkesi eriyip kayboldu.
ışte o soru: “Efendim babanızla beraber mi yaşıyorsunuz?” ve Ersoy’un yanıtı: “Ne abuk sabuk sorular bunlar. Babamla niye beraber yaşayım. Koskoca 60 yaşında insanım, babamla niye yaşayım? Sen ananla mı yaşıyorsun? Haaa... Nerenin nesi bu? (soruyu yönelten muhabiri gösteriyor) Kim bu? Nerenin çocuğu bu? Hangi kanal?”
Öyle öpüşme sahneleri ekrana geliyor ki, insan cinsellikten soğuyor.
Alın size en tazesinden bir örnek: “Ah Kalbim” dizisinde Tamer Karadağlı, rol arkadaşı Sezin Akbaşoğulları’na öyle bir yapışmış ki, sanki öpmüyor suni teneffüs yapıyor. Sezin kollarını iki yana açmış sanki dokunsa elektrik çarpacak. Aslında daha dikkatli bakarsanız ortada öpüşme de yok. İki dudak birbirine sürtüyor.
Peki, dünya sinema tarihinin en kötü öpüşme sahnesi kime ait?
Böyle bir liste var mı bilmiyorum ama eğer olsaydı 1984 yapımı “Ayşem” filmindeki İbrahim Tatlıses ile Hülya Avşar’ın öpüşmesini tek geçerdim.
Fotoğrafta da gördüğünüz gibi İbo, önce iki eliyle Hülya’yı başından yakalıyor, sonra bıyığıyla kurbanının burun deliklerini tıkayıp onu iyice savunmasız bırakıyor. Daha sonra alt dudak, Alien misali harekete geçip vantuz gibi yapışıyor ve Hülya’nın zavallı üst dudağı İbo’nun bıyığıyla alt dudağı arasında sıkışıp kalıyor.
Bu noktada oksijensiz kalan Hülya’nın çırpınışı internetten bulup izleyin derim. Hülya gerçekten İbo’nun bıyıklarından kurtulmaya çalışıyor.
Yağmur anne, Pınar baba olursa
İngiltere’nin en ünlü hukuk bürolarından birinde çalışan avukat Catherine Bailey, Thames nehrine atlayıp intihar ettiğinde geride kocasına şu notu bırakmıştı: “Richmond, o kadar üzgünüm ki. Bütün sevgim sen ve kızlar için. Onları asla bırakma.”
Yıldırım Türker’e ev ödevi
Önceki gün Hürriyet’in ikinci sayfasında yayımlanan kavgaya karışan muhabirin polisteki ifadesi ve internetteki muhabirlerin kafalarına inen yumruk görüntüleri, Timuçin Esen’in pek de masum olmadığını gösterdi.
İlk günlerde Esen’e anketlerde ezici bir çoğunlukla destek veren halkımız arasında paparazziye hak verme eğilimi artıyor...
Kavgayı tetikleyen eğer Esen’in eski sevgilisi şebnem Ferah’ı Tuna Kiremitçi ile el ele görmesiyse bu işten en zararlı çıkacak kişi bence Radikal köşe yazarı Yıldırım Türker’dir.
O nasıl duygusal bir savunmaydı öyle. Esen’in saldırma nedenini öyle acıklı anlatmış ki, o yazıyı kim okusa gece magazinci avına çıkar. Bir de 40 kişilik kameralı bir grup Esen’in peşine düştü diyordu! (Bütün basındaki gececi muhabirleri toplasak 20’yi geçmez) Bu noktada Türker’e ‘objektif yazar nasıl olunur’u izah etmeme gerek yok herhalde. Bence bu vakada gazetecilik anlamında hakkıyla işini yapan yine magazinciler oldu. Her iki tarafa da söz verdiler, hatta Esen’in haklı olduğu noktaları öne çıkardılar ve hepsinden önemlisi özeleştiri yaptılar.
Bu işten en karlı çıkan ise köşe yazarları oldu. Yine bildik bir dilde magazincileri aşağılayıp tribüne oynadılar, çok okundular.
Ya hepiniz magazin yazıyorsunuz, kimi kandırıyorsunuz! ıddia ediyorum köşe yazarlarının ele aldıkları konuların istatistiği çıkarılsa eminim yüzde 50’den fazlası magazin mevzularıdır. Kürt açılımında bile Hülya Avşar’ı tartışıyorsunuz haftalardır yahu!
Peki, niye her seferinde “Vurun kahpeye” hesabı sadece magazin tartışılır medyada?
Spor medyasında dönen kirli ilişkiler, siyasetteki çıkar ilişkileri neden genel basın ahlaki içinde tartışılmaz?
Her neyse mevzu uzadı.
Özetle, Timuçin Esen vakasında durum, tıpkı Akira Kurosawa’nın bir çiftle haydut arasında geçen aşk-ihanet-cinayet öyküsünün dört farklı yorumla anlattığı “Rashomon” filmindeki gibi. Tam anlamıyla kim haklı, kim haksız net değil.
Herkes haklı ve herkesin bir hatası var.
Gelelim Türker’in ev ödevine: Önce “Rashomon”u DVD’ne tak, sonra magazin muhabirleriyle konuş, Esen ve saz arkadaşlarının attığı yumrukları izle, sonra o yazıyı tekrar yaz.
Fedon’la neden sadece yazın röportaj yapılır
Timuçin Esen vakasından sonra magazinciler özeleştiri yapıyor demiştim. Daha da fazlası yapılıyor. Günaydın’dan şirin Sever “şu klişe magazin jargonunu da bıraksak artık” diye yazdı.
Evet, magazinin yazı dilinde sürüyle klişe var. Bizim müdür de sürekli uyarıyor ama kaçıyor işte... Ben mesela geçenlerde bir filme “Görücüye çıkıyor” başlığı attıyordum az daha.
Klişelerden kurtulmak hakikaten zor. Bu kurtuluş savaşında benim de bir katkım olsun. ışte görüldüğü ilk yerde yok edilmesi gereken klişeler:
Ünlüler kervanına katıldı... (Nasıl bir kervandır bu, nereye gider bilen var mı?)
Ayşe’nin göğüs dekoltesi yürekleri hoplattı... (Bir sonraki aşama kalp krizi midir?)
Sanat hayatınıza nasıl başladınız?..
(Karşısındaki 40 yıllık bir duayen olsa da fark etmez. Dersini çalışmayan muhabir, röportajda tıkandığı noktada bu soruya sarılır.)
Sosyetenin ünlü siması... (Ünlü olmayan sosyete var mı)
Ahmet Bey ve zarif eşi (Belki kadın çirkefin teki.)
Seviyeli bir ilişki yaşıyorlar... (Yatakta bile birbirlerine ‘siz’ diye mi sesleniyorlar?)
Bir de “Fedon+yaz insanı” klişesi var. Magazin basını Fedon’u niye yazın hatırlar? Neden her yaz Fedon ile teknede röportaj yapılır. Fedon’un niye kışın haberi çıkmaz?
Doğuştan bronz tenli olduğu için mi?
Tuna Kiremitçi Fotomaç okuyor
Eğer Ekşisözlük’teki iddia doğruysa Tuna Kiremitçi geçenlerde Cihangir’de bir marketten alışveriş yaparken Radikal ve Fotomaç gazeteleri almış.
ıddianın en ilgi çekici bölümü ise Kiremitçi, Fotomaç gazetesini, Radikal’in arasına sıkıştırmış.
ışte entel insanın kaygılarına güzel bir örnek. Harbiden de Tuna Kiremitçi’nin bir elinde ekmek diğerinde Fotomaç gazetesiyle Cihangir’de dolaşması tuhaf kaçıyor değil mi? şöyle bir sahne canlandırın kafanızda: Aşk romanlarının yakışıklı yazarı, bir kafede açıyor Fotomaç’ı iddaa ya da at yarışı oynuyor. Fonda da şebnem Ferah’ın “Sil Baştan”ı çalıyor.
Böyle bir hareket yapsa benim gözümde büyür söyleyim.