Paylaş
GECİKİYOR, sendeliyor ama sonunda doğal süreçler işliyor.
Hukuksuz ‘‘gelişme olmayacağını’’ İtalya bundan on yıl önce anladı. ‘‘Temiz eller’’ olayın medyatik sloganıydı. Hukukun sistemi koruma mücadelesi ‘‘medyatik’’ biçimde ‘‘siyaset--hukuk ilişkisini’’ gündeme getirdi. Ve de çığır açtı. İtalya'nın 20. yüzyıl siyasi tarihine yaptığı en ilginç katkı, devleti, mafya işgalinden kurtarmak için gösterilen iradeydi. Ne kadar başarılı oldu? Bu ayrı bir tartışma konusu.
Bu noktada ilginç olan toplumun ‘‘yargıdan pisliği temizlemesini’’ talep etmesiydi.
Toplum, bu politik talebi siyasi sınıfa değil, yargıya havale ediyordu. Olay bu boyutuyla ‘‘yeni’’ydi ve 20. yüzyılın son çeyreğinin gerçeğiydi.
İtalya'da başlayıp Kıta Avrupası'na yayılan bu olaya ‘‘siyasetin iflası’’ dendi.
Hakkında sayfalarca ‘‘dosyalar’’ hazırlandı.
Bu aşamada en hızlı tartışmalar ‘‘hukuk ile siyaset’’ birbirinin alternatifi değildir noktasında odaklandı.
Gene aynı yıllarda bir grup Avrupalı ‘‘hukukçu’’ bir araya gelerek ‘‘devleti kıskaca alan yolsuzluklara karşı ortak eylem planı’’ öneriyordu. Bu sanki hukukçuların ‘‘ültimatomuydu’’. Siyasetin ‘‘toplumların geleceğini ipotek altına alan yolsuzluklara karşı çaresizliğinin’’ tesciliydi. Yargıçların ‘‘yolsuzluklara karşı eylem çağrısı’’ bütün Avrupa başkentlerinde büyük yankı uyandırdı. Çok önemli bir entelektüel tartışma iklimi yarattı.
Bu dönemde bireyler, uluslararası hukukun da koruyuculuğuna daha çok başvurur oldular. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuranların artması bir rastlantı değildi. Talep edilen ‘‘hukuk’’tu. Bu kurumlar ulusal siyasetin zaafına karşı bir sığınak olarak algılanıyordu.
Burnumuzun dibinde olup biten bu olaylar aslında Susurluk kazasından çok öncelere rastlıyor. Yani, Türkiye'deki derin ve hazin çürüme sürecinin en yoğun biçimde yaşandığı yıllara. Gümrük Birliği ile AB'yle sınırdaş olmuş bir ülkenin o yıllarda bu tartışmaları hiç umursamaması çok ilginçti. Her ihtimalin ‘‘Güneydoğu'da kan dökülüyor’’ gerekçesiyle açıklandığı bir süreçti bu. Yani bütün hırsızlıkların ‘‘Güneydoğu'da kan dökülüyor’’ gerçekçesine sığınılarak yapıldığı dönem.
Sonra bir ‘‘yargıç protestosuyla’’ değil, sanki takdiri ilahiyle Susurluk kazası oldu. Cerahat patladı. Sağdan sola kadar ama özellikle sağ merkezli siyaseti suçüstü yakaladı bu kaza!
Sonrası malum. Bugün bir ‘‘hayvanat bahçesi’’ kurulacak düzeye geldi, ‘‘yolsuzluk operasyonlarına’’ verilen hayvan adları. Gidebildiği kadar gidiyor.
Bir gün toplumsal iletişimle ışıklar yanıp sönmeye başladı. Sokaklara tencere ve tavalarla dökülen halkın talebi ‘‘temizlikti’’. Batı'da olduğu gibi, ‘‘yargıya’’ da çağrı yapılmıyordu. Yargıya da güven kalmamıştı. Sadece ‘‘temizlik’’ isteniyordu. Ve ilginç olan ‘‘asker de değildi’’ bu isteğin yöneldiği adres.
Bugün gene Türkiye'ye özgü bir olay yaşanıyor. Cumhurbaşkanı'nın şahsında hukuku keşfediyor bu toplum. ‘‘Hukuk toplumu’’ olma yolunda en cesaret verici işaret de bu zaten. Yıllardır içi boşaltılmış bir ‘‘hukuk devleti’’ söylemiyle ‘‘hukuksuzluğun’’ promosyonu yapıldı. Bugün ise bir hukuk adamı zirvede siyasetin değil, ‘‘evrensel hukuk normlarının’’ gereklerini yerine getiriyor. Hukuku uyguluyor. Bu noktadaki ‘‘kararlılığa’’ sahip çıkılmalı. Hukuk toplumu olma yolunda atılan adımların çok kişinin canını acıtacağı biliniyor.
Bu, en basit biçimiyle, indiğiniz havaalanında herkes gibi pasaport kuyruğuna girmekten başlıyor.
Adam gibi vergi verme alışkanlığını içeriyor. Deprem vergisi deyince avaz avaz bağırma pişkinliğine son vermeyi kapsıyor. Siyaseti, ‘‘yolsuzluk panayırına’’ dönüştürenlerin insan içine çıkamamasını öngörüyor. Bugün ortada dolaşan pek çok kişinin kaçacak bir delik aramasını gerekli kılıyor. Ve daha bir dizi örnek.
Hukuk toplumu olmak bu işte!
Işık söndürme eyleminin ikinci aşaması böyle bir duyarlılığı gerektiriyor.
Çabalar boşa gitmemiş demek için, zirveye sahip çıkmak için!
Paylaş