Gezi, bambaşka bir gençlik doğuruyor

SAYIN Başbakan “Bu Geziciler fikri olmayanlar” diye buyurmuş...

Haberin Devamı

Oysa dünya diyor ki: 1968’den sonra gençliğin oluşturduğu ciddi bir felsefi hareket...
Sosyologlar, psikologlar ve toplumbilimciler şimdi bunların kodlarını çözmekle meşguller.
Yeni bir gençlik doğuyor, yeni isteklerle geliyor.
Ama bizim Başbakan “Fikri olmayanlar” diyor...
Acaba fikirsiz olan veya olayları yorumlayamayan kimdir?
Erdoğan, dün akşamı da, Gezi’yi de hiç unutmayacak!
MHP’yi bırakın, CHP niye anlayamıyor olanları...

Kırımlı bir Türk’ün yaşamı

“BU çalkantılı tarihin Kırım’dan İstanbul’a, sonra tekrar Kırım’a ve yeniden İstanbul’a savurduğu bir ailenin ikinci erkek evladı olarak Kırım’dan başlayıp 9 yaşından sonra İstanbul’da ve Türkiye’nin başka birçok kentinde devam eden ve yine İstanbul’da nihayete eren rahmetli Sabri Ülker’in 92 yıllık ömrü, adeta Türkiye’nin sosyal ve ekonomik tarihin de bir özeti gibidir.”

Haberin Devamı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, böyle anlatmış Sabri Ülker’i...
Sabri Ülker’in bu sözü kitabın hemen kapağının arkasında yer alıyor: “Biz, Cumhuriyet’in nimetleriyle büyüdük. Cumhuriyet sayesinde tahsil yaptık, çalıştık, ekmek paramızı kazandık, işimizi kurduk.”
Bu mesajın 2000 Şubat’ında, son mesajı olduğu belirtiliyor. “Yeni bir yüzyıl, yeni bir binyıl” kitabının yazarı Hulusi Turgut’un Ülker’in yaşamını yazarken büyük bir emek verdiği anlaşılıyor. Kırım’dan ilk geldiği Tekirdağ’ın Saray ilçesine, fabrikalarına, Ülker’in bayilerine, siyasi liderlere kadar bir tarama yapmış, derli toplu bir kitap... Daha önce Demirel’in, Türkeş’in, 12 Eylül partilerinin, Atatürk’ün sırdaşı Kılıç Ali’nin anılarında, Kadir Has’ın, Abdullah Öcalan’ın (yakalanışı) ve Barzani kitaplarında olduğu gibi...
Bu kitabı yazarken, yedi yıl uğraşmış, üç yılı da yoğun bir tempoda geçmiş...
200’e yakın kişinin daha önceki yıllarda banda alınan anıları toparlanmış... Murat Ülker’in bir grup gazeteciye verdiği yemekte Hulusi Turgut, “Ben Kayseri’den Akşam’a, Kenan Akın Mardin’den Tercüman’a, Yalçın Bayer de Çorlu’dan Cumhuriyet’e gelmişti. Yollarımız meslektaş olarak hep bir yerde kesişti” dedi. Herkes gibi bizi de şaşırttı, arşivci kafa bu demek ki... Ülker’in odak noktasında bulunduğu bir derin ‘sosyal tarihi’ anlatılırken, Sabri Ülker’in 60 yılda 4 savaş ve bir ihtilal yaşadığına dikkat çekiliyor.
Murat Ülker, Ülker’in kuruluşunun 70. yılındaki gücünü de anlattı gazetecilere: “Amcamla babamın üç kişi ile yola çıktıkları teşebbüs, bugün 41 bin kişi ile 5 kıtaya yayıldı” dedi.

Haberin Devamı

NELER SÖYLEDİLER

Kitabın başında Gül, “Eğer bugün giderek parlayan bir Türkiye’de yaşıyorsak o ülkede merhum Ülker’in de payı olduğunu” söylüyor.
ERDOĞAN’IN MESAJI: “Ülker’in hayat hikyâyesinin hiç kuşkusuz Türkiye’nin kalkınma hikâyesinin aynısı olduğunu” belirten Erdoğan, “Ülker’le aynı ufku, büyük, güçlü, başı dik ve itibarlı bir Türkiye ufkunu paylaşmış olmaktan, bunun için mücadele vermiş olmaktan her zaman iftihar ettiğini” anlatıyor. Ülker’in bayisi olduğundan hiç söz etmiyor.
DEMİREL NE DİYOR: “Büyük bir hayırseverdir. İyi bir Müslüman, sadık bir Türk vatandaşıdır. Örnek insandır. Sabri Ülker’in, Kırım şartlarından Türkiye şartlarına geçebilmesi, başlı başına bir destandır, bir kahramanlık hikâyesidir. Hayatı ve çalışmaları pek çok kişiye bir örnektir...”
28 ŞUBAT KRİZİ NASIL ÇÖZÜLDÜ: 1997-99’da 55. Cumhuriyet hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı olarak görev yapan İsmet Sezgin, Ülker’le ilgili gelen bir sorunu nasıl çözdüğünü anlatıyor: “Problem merhum Sabri Ülker’in hayat tarzından kaynaklandı, TSK camiasında yanlış bir algılama sonucu Ordu Pazarları’nda Ülker ürünlerine karşı boykot uygulanmaya başladı. Konuyu TSK ilgililerine götürdüm. Kendilerine, Sabri Ülker’in yurtsever, milliyetçi, muhafazakâr ve aydın bir vatandaş olduğunu, hiçbir aşırı ve zararlı cereyanın içinde bulunmadığını belirttim. Sabri Ülker uygulanan ayrımcılığın, haksızlığın önlenmesini istiyordu. TSK ilgililerin zamanla yumuşadıklarını gördüm. Sessiz sedasız yaptığı bağışların büyük bir kısmını da TSK vakıflarına tahsis etti.”
TÜRKİYE’YE ÖRNEK: Deniz Baykal, Ülker’le tanışmadığını ancak uzaktan ticari atılımlarını zevkle izlediğini söylüyor: “Ülker’in başarısı, kolayından elde edilmiş bir başarı değildir. Ülker’in başarısını, Türkiye’nin kendi çabası, emeği ve organizasyonu ile ‘seçkin’ olarak” ifade ediyor. Siyaset karşısında eğilip bükülmeden vakur bir duruş sergilediğini söylüyor. “Kendi kimliğini inkâr etmeden, siyasete eğilip bükülmeden alanında başarı kazanmasının mümkün olduğunu gösteren Ülker, bununla Türkiye’de örnek oluşturmuştur.”
ÇİÇEK VE BAHÇELİ: Ülker’in yaşamında, hayat çizgisinde hiç kırıklık ve sapma olmadığını, Türk sanayisinin yüz akı olduğunu anlatıyorlar.
Doğan Kitap’tan hafta başında çıkan kitaptan Sabri Ülker’in hayat hikâyesinin yazılmamasını istemediğini ancak hayat hikâyesini neden yazıldığını da Turgut’un kaleminden öğrenebilirsiniz.
Sabri Bey’in, Komünizmle Mücadele Derneği, TEMA, Birlik Vakfı’ndaki çalışmalarını da kitapta görmek isterdik.

Haberin Devamı

Günün Sözü

“Adalet bu ülkede sadece bir parti adıdır.”
(Leyla Alp)

Ataköy’deki oyunlar; minare kılıfa sığmıyor...

Çevre ve şehir katliamı

ATAKÖY’den bir dostumuz “Ataköy sahilindeki TAVROS-Hyatt Regency Oteli mühürlenmiş ama yetmez” dedi.
Hürriyet’te Ali Dağlar’ın dünkü manşet haberinden söz ediyor.
Ataköy sahilinde hukukun, çevrenin, yaşam alanlarının, çevre sağlığının, kültür mirasının açıkça çiğnendiği bu devasa projenin, havuz vb. alanlarındaki kusurlardan dolayı mühürlendiği haberi çok umut verici...
Bir de ‘aysberg’in dibine bakmak gerektiğini söylüyorlar.
Diyorlar ki:
“Kamu alanlarının turizm (otel) amaçlı kullanımı olağanüstü bir ‘imar hilesiyle’ lüks konuta dönüştürülmüştür. Böylece, halkın, Anayasa’nın 34. maddesiyle korunmuş olan ‘Kıyılardan yararlanma hakkı’ 3.8 milyon Euro verebilecek kesime tahsis edilmiştir. Bu süreç durdurulmazsa, aynı kanunun 4. maddesi de ihlal edilerek, kıyı kenar çizgisi yok sayılarak, binlerce yılda oluşmuş bir çevre harikası doğal plaja, deniz kumu içine ve hatta tam da denizin içine 1.000.000 metrekare -evet yanlış okumadınız bir milyon metrekare- beton duvar örülecektir.
TOKİ, Türkiye’yi yağmalaya yağmalaya bitiremedi; iktidar gücüyle.
Evet o duvar...
Deniz şehri İstanbul’u denizden koparmaktır.
Kamu malının yağmalanmasıdır. Hukukun yok sayılmasıdır.
Havanın kesilmesi, çevrenin boğulmasıdır.
Depremde yardım botlarının karaya çıkabileceği şehir içindeki tek alanın yok edilmesidir.
Yani, minare kılıfa sığmamaktadır. Çevre ve şehir katliamı anlamını taşıyan bu sürecin acilen durdurularak hukukun gereği yerine getirilmelidir. Bu, kamuoyunun beklentisidir.
Bakırköy Belediyesi’nin işi zordur.

Haberin Devamı

Gezi Olayları'nın 1. yılı üzerine notlar

'Gezi Olayları'nın birinci sene-i devriyesi... Yaşamını yitiren gençlerimize bininci kere rahmet diliyorum. Ölmek bayılmak değil; her birimizin gereken dersi çıkarmasını ümit ediyorum.
Siyasi Tarihi 27 Mayıs, 12 Mar, 12 Eylül ve 28 Şubat olarak görenler siyaseti de 'kim cumhurbaşkanı olmalı?' olarak görüyor. Demokrasi böyle gelmez.
İktidar olmak haklı olmak ya da iyi siyaset yapıyor olmak değildir. Muhalefet olmak da 'ne yapıp edeyim iktidar olayım' demek değildir. Adil bir toplum idealine katkı iktidarlardan daha çok muhalefetin görevidir.
Türkiye, son iki asırlık modernleşme süreci sancılarını, özellikle eski ile yeni arasındaki gerilimi, sadece Atatürk İlke ve İnkılaplarından beri değil, ta III.Selim ve II. Mahmud yenilikçiliğinden beri çekerken, şimdi ise, bugüne kadar hiç karşılaşmadığı tipte bir eylemler bütününü yaşıyor.
Ülkenin, medyanın, iktidarın ve muhalefetin hatta uluslararası camianın şaşkınlık nedenlerinden başlıcası, olabildiğince adem-i merkeziyetçi ve alabildiğine çoğulcu-farklılıklara dayalı bir protesto faaliyetinin, Alman ZDF'nin deyimiyle 'barbar (!) diye anılan bir yerde doğa hakkı için' gelişiyor olmasıydı.
Asıl meselenin 'ağaç kesilmesi' olayı olmadığı açık. İstanbul'da ve Türkiye'nin muhtelif yerlerinde Gezi Parkı'ndaki çok az sayıdaki ağaçtan kat be kat fazla sayıda ağacın kesildiğini bilmeyenimiz yoktur. O halde bu meselenin başka bir sorunlar-yumağına işaret ettiğini kabul etmek gerekiyor.
Osmanlı-Türk modernleşmesinin, Cumhuriyet'in ilk yılları dahil, Demokrat Partili yıllar dahil otoriterlik içermeyen hiçbir dönemini bulamayız. En azından bunu ben duymadım, okumadım ve bilmiyorum.

OTORİTERLİKTEN TOTORİTERLİĞE

3 Kasım 2002'de iktidara gelen AKP, 2007'ye kadar siyasal hayatımızın yüzyılı-aşan temel eğilimi olan 'otoriterliği' siyasal sisteme nüfuz ettirmeye çalıştı. 2007'de devletin/ egemenliğin unsurları olan kuvvetleri (yasama-yürütme-yargı) büyük oranda belirleyecek gücü Cumhurbaşkanlığı seçimi ile yakaladığı noktada yönünü otoriterlikten totaliterliğe çeviriverdi.
(2007'den sonra başlayan operasyon ve davalara bir de bu gözle bakmak gerekir mi?!)
Otoriter yönetim biçiminde baskı altında tutulan sadece siyasal hayat, kurumlar ve seçmen iken, totaliter yönetimde siyasal hayatın ötesinde tüm gündelik hayat, seçmenin ve kurumların ötesinde bireyler ve hobileri baskı altına alınıp engellemelere maruz bırakılır. Kaç çocuk yapacağına, hangi saatte alkol alacağına, metroda ahlaka uygun nasıl davranacağına ilişkin anonslara, neyin sanat kimin sanatçı olduğuna ilişkin tasnife (ucube örneği) ancak totaliter bir yönetimde karşılaşabiliriz.
2007'den içinde bulunduğumuz günlere varan süreç totaliter bir özentinin toplum üzerinde yarattığı iç-baskının artması, bugün ise bu iç-baskının artık baskıya en duyarlı kesim olan her dünya görüşünden gençlerde dışarıya patlaması ile karşı-karşıyayız.

BASKIYI TAŞIRDILAR


21. yüzyılın başında, yeni medya/ sosyal medya düzeninin her tür muhafazakarlığı alaşağı ettiği bir dönemde, içimizdeki en yeniler ve en modernler olan gençler, içlerinde oluşan baskıyı artık dışarıya taşırmış durumdalar.
Konu bu kadar açık ve nettir.
Bu sosyal-psikolojik süreci görmezden gelip komplo teorilerine sarılmak, dış güçlere atıf yapmak ve gençleri provakasyonla suçlamanın toplumsal vicdanda hiçbir karşılığı olmadığı gibi, bu suçlamanın bilimsel bir değeri, sosyolojik bir anlamı da yoktur.
Peki ne yapmalı? Biraz Osmanlı modernistlerine, biraz Lenin'e öykünen bu soruyu, önce her birimiz kendi-kendimize sormalı, demokrasi için açılan bu yeni pencereye nasıl katkı yaparızı tartışmalıyız.
Böyle bir tartışma 'Tayyip nasıl yıkılır?' ya da 'X parti olarak nasıl oyları toplarız?' kaygılarından bağımsız biçimde olursa demokrasi kültürümüz kişi, ideoloji ve siyasal partilerden bağımsız biçinde güç kazanabilir diye düşünüyorum. Aksi durumda siyasal kültürümüz kişi, ideoloji ve siyasal partiler tarafından böyle baskılanmaya devam edecektir; ama x ama y ideolojisi adına...
Siyasal yalpazeyi oluşturan her bir ideoloji ve siyasal partiler bu yaşanan süreci iyi okuyarak kendi tutarlılıklarını 'yeni durumlar ile olan ya da olmayan ilişki' üzerinden yapılandırırsa kendileri adına ve toplum için hayırlı bir süreci başlatmış olurlar.
Özgür birey, dayanışmacı örgütlü toplum ve demokratik hukuk devleti ancak böyle bir süreçle inşa edilebilir.
Görünen o ki, toplumsal dönüşümlerde her şey hemen güllük gülistanlık olmasa da, artık hiçbir şey eskisi gibi de olmayacak. Özellikle hükümet
anlamındaki 'iktidar' için. Ve tabii, muhalefet için de...
Serdar TAŞÇI- Siyaset Bilimci / Öğretim Üyesi

Yazarın Tüm Yazıları