‘Şüphe’ ruhu kemirir...

Yazar olmak için çabalayan bir genç, tutkuyla bağlandığı kendi sınıfından bir kız ve gününü gün eden bir zengin çocuğu... ‘Şüphe’, üçlü bir yumağın içinde hareket eden, saplantılı karakterlerle örülü, son derece etkileyici bir film. Japon yazar Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ adlı kısa öyküsünden yola çıkılarak çekilen yapım, seyircisini gizemli bir koridorun içine çekerken edebi bir lezzet de sunuyor.

Haberin Devamı

Hayatını hamallık yaparak kazanan ve yazar olmak için çabalayan bir genç (ismi Lee Jong-su). Karşısına, tesadüfen bir mağazanın promosyon işlerinde çalışan Shin Hae-mi çıkar. Doğup büyüdüğü yöreden olduğunu ve bir zamanlar ona “Sen çirkinsin” dediğini hatırlatır. Biriktirdiği parayla Afrika’ya gideceğini söyleyen genç kız, yokluğunda kedisine bakmak için Jong-su’dan yardım ister. Yolculuk öncesi ikili birlikte olur. Bu noktadan sonra Hae-mi, içedönük, kendisini yazıyla ifade etmeye çalışan ve varoluşsal meseleler peşinde koşan genç adam için bir ‘arzu nesnesi’ne dönüşür; ona özel anlamlar atfeder...
Genç kız, Afrika’dan seyahat sırasında tanıştığı zengin çocuğu Ben’le birlikte döner. Bu yeni durum, üçlü bir denge yumağının kapısını aralar; Jong-su, üst sınıfın koridorlarında ve ilişkiler ağında gezinmeye, gözlemler yapmaya ve Hae-Mi’nin böylesi bir kişilikte ne bulduğuna kafa yormaya başlar. Peşi sıra kıskançlık, şüphe, öfke gibi duygularla hesaplaşma ve onlarla başa çıkma (ya da çıkamama sürecine girer...
‘Şüphe’ ruhu kemirir...
Kore’nin ‘Muhteşem Gatsby’leri
Güney Koreli Chang-dong Lee, sekiz yıllık bir suskunluk döneminden sonra yukarıda konusunu özetlediğimiz ‘Şüphe’yle (‘Beoning’) sahalara dönüyor. 65 yaşındaki yönetmenin, senaryosunu Jungmi Oh’la birlikte kaleme aldığı filmin çıkış noktası Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ adlı kısa öyküsü. Metin serbest bir dalgalanmayla ilerlerken karşımıza gelen yapıt The Guardian’ın sinema eleştirmeni Peter Bradshaw’ın da vurguladığı gibi edebi ton olarak Patricia Highsmith ya da Ruth Rendell romanlarını, sinema cephesinde Claude Chabrol filmlerini hatırlatıyor. Öte yandan filmin kendisinin bizatihi verdiği adresler var; ana karakter Jong-su’nun en sevdiği yazar olarak deklare ettiği William Faulker ve zengin çocuğu Ben’in, onun zihninde bir roman kahramanı olarak çağrıştırdığı ‘Muhteşem Gatsby’den yola çıkarsak F. Scott Fitzgerald. ‘Şüphe’, bunca gönderme ve esinti arasında yolunu buluyor ve kendince özgün olmayı başarıyor.
Chang-dong Lee, kahramanlarını tutku, cinsellik ve sınıfsal yol ayrımları arasında dolaştırırken seyirci olarak bizleri de bir gizemin, yanıtlanması gereken soruların peşine takıyor. Ki bu gizem havası da ‘Şüphe’yi farklı ve özel olarak cezbedici kılıyor. Bir noktadan sonra film başka bir tadın ve hazzın ifadesine dönüşüyor. Babasıyla sorunlu, nefretini, eşit koşullarda yarışamadığı üst sınıf temsilcisine yöneltmiş, öte yandan ilgisine tam olarak mazhar olamadığı kendisiyle aynı sınıftan bir kadının yarattığı hayal kırıklığının yarattığı melankoli ve açmazla yoluna devam etmek zorunda kalan Jong-su’nun dimağı, bizi seyirci olarak netlik tanımının kaybolduğu bölgelere çekiyor. Perdede izlediğimiz kadrajların ya da kulak kabarttığımız öykünün neresi gerçek, neresi genç yazar adayının zihninin yansıması; bir noktadan sonra karışıyor. Bu da tabii ki filmin gönlümüzdeki yerinin sınırlarını genişletiyor.
‘Şüphe’ ruhu kemirir...
Haruki Murakami’nin romanlarına yansıyan ‘kedi sevgisi’, filme ‘Kazan’ vasıtasıyla sızmış durumda!
Miles Davis’in
müzikal dokunuşları...
Performanslara gelince: Ah-in Yoo, Jong-su’da karakterin ruhsal dalgalanmalarını, bir tutkunun peşinden sürüklenirken yaşadığı çaresizliği çok başarılı bir şekilde yansıtıyor. Jong-seo Sun da ilk uzun metraj deneyiminde hayat verdiği kişiliği (Hae-mi) gizemli bir arzu nesnesine dönüştürmenin üstesinden hakkıyla geliyor. Jong-su’ya “Kore’de çok fazla Gatsby var” dedirten Ben’de ise Steven Yeun (ki kadronun en deneyimli oyuncusu) ait olduğu sınıfına dair gayet derin bir portre ortaya koyuyor.
Zaman zaman erotik (özellikle Hae-mi’nin günbatımındaki dansı ki, filmin belki de en güzel sahnesiydi bu) dalgalanmalara ve gerilimli anlara Miles Davis trompetinden çıkan müzikal dokunuşların eşlik ettiği, saplantılı (takıntılı da diyebiliriz) karakterlerle örülü ‘Şüphe’, birçok ülkede geçen yıl gösterime girdiği için “2018’in En İyileri” arasında yer aldı, bizde ise sanırım 2019’un listelerinde adına sıkça rastlayacağız. Özetle ‘Kaçırmayın’ derim. Son bir not: Malum, Murakami kedilere olan düşkünlüğüyle bilinir; ‘Şüphe’de bu düşkünlüğün bir yansıması var; adı da ‘Kazan’...
‘Şüphe’ ruhu kemirir...
Şimdiki zamanın ‘Robin Hood’u...
‘Şüphe’ ruhu kemirir...
Tarihin ilk ‘sosyalist’ (!) figürlerinden Robin Hood bir kez daha huzurlarımızda. ‘Zenginden alıp fakire veren’ bu İngiliz karakter, malum sinema tarihi boyunca defalarca seyirci karşısına çıkmıştır. Otto Bathurst imzalı son buluşmada ise 12. yüzyıla günümüz dünyasından bakma çabası var. Loxley’li Robin, katıldığı 3. Haçlı Seferi sonrası ülkesine döndüğünde Nottingham Şerifi’nin zulmü altında inim inim inleyen halkı ayaklandıran bir umut figürü oluyor. Ben Chandler ve David James Kelly ikilisinin kaleme aldığı senaryoda günümüz ekonomik sıkıntılarına, Batı’nın İslamofobik bilinçaltına, dinin kapitalist sistem tarafından kullanılma reflekslerine gönderme var. Lakin ‘Robin Hood’un bu son sinemasal serüveni sadece sosyo-politik referanslarıyla değil bilgisayar destekli aksiyon sahneleriyle de dikkat çekiyor.
Bir de Taron Egerton (ki bence fizik olarak, İngiliz futbolunun ‘modern zamanlar’da çıkardığı en yaratıcı isim olan Michael Owen’a benziyor), Douglas Fairbanks, Errol Flynn, Sean Connery, Kevin Costner, Patrick Bergin, Cary Elwes ve Russell Crowe gibi isimlerin yanında beyazperdenin en ufaktefek ‘Robin Hood’u olarak tarihe geçiyor. Ben Mendelsohn’un ‘Nottingham Şerifi’nde abartılı ama ilgi çekici bir portre sunduğu filmde F. Murray Abraham gibi bir efsane de ‘Kardinal’e hayat veriyor. Jamie Foxx da Robin’in Arap mücadele ortağı Yahya’yı canlandırıyor. Marian’da ise ünlü İrlandalı müzisyen Bono’nun kızı Eve Hewson’ı izliyoruz...
Guy Ritchie’nin ‘Kral Arthur: Kılıç Efsanesi’nde yaptığı türden, klasik kahraman üzerinden değişik bir versiyona soyunduğu ‘Robin Hood’, dışarıda yerden yere vuruldu ama bence izlenmesi zevkli, göndermeleri itibariyle de ilgi çekici bir film olmuş. Görsel stili de ‘MTV kuşağı’na (hâlâ öyle bir kuşak var mı bilmiyorum ama!) sesleniyor...
‘Şüphe’ ruhu kemirir...


Babalar ve oğullar…
‘Şüphe’ ruhu kemirir...
70’lerin ortasından günümüze... 40 yılı aşkın bir süredir bir mitin peşinden sürükleniyor bokssever sinemaseverler... Yoksul bir amatör eldivenin dünya şampiyonluğuna uzanışının destansı öyküsü, 1977’de ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Kurgu’ dallarında Oscar’a uzanırken sonrasında Rocky Balbao’nun sporculuk kariyeri uzatıldıkça uzatıldı. Nihayetinde seri, altıncı filmle son noktayı koydu derken, yeni dallar filizlendirildi ve ana karakterin ezeli rakiplerinden Apollo’nun oğlu Adonis’in üzerinden bambaşka bir gelecek inşa edildi. Bir başka deyişle 2015’teki ilk adım (‘Creed’), başka bir güzergâhın rotasını oluşturdu. Bu haftadan itibaren salonlarımıza uğrayan ‘Creed II: Efsane Yükseliyor’ yine eski defterler ve hesaplar üzerinden şimdiki zamanı oluşturmaya çalışıyor.
Ruslar yine karikatürize!
Yönetmenliğini Steven Caple Jr.’ın üstlendiği film “Apollo’nun oğlu olur da Ivan Drago’nun olmaz mı?” sorusunun cevabı adeta. Ve bu yanıyla da ‘Rocky IV’ün rövanşı niteliğinde. Konu özetle şu: Adonis Johnson’ın karşısına aniden çıkan ve babasının trajedisinin izlerini silmek için çabalayan Viktor Drago, siyahi eldivene meydan okur. Film, bir anlamda iki maçlı eleminasyon sistemine dayalı final heyecanının görsel ifadesi. Bütün bu süreçte Rocky Balbao’nun tekrar Adonis’e hocalık (mentörlük) yapmasını, boks filmlerinin en temel meselesi olan düşme ve tekrar ayağa kalkma mücadelesini, ana karakterin hayatındaki mutluluk arayışını, baba olma sevincini ve asıl olarak kendisine ebeveynlik yapamadan hayatını kaybeden Apollo Creed’in intikamını alma çabasını izliyoruz.
‘Creed II: Efsane Yükseliyor’, zaman zaman karşı tarafa (Drago’lara yani) da bakıyor ve belki de film bu aşamalarda daha gerçekçi ve psikolojik açıdan daha derin bir yapıya bürünüyor.
Öne çıkan kimi altı çizilmesi gereken ayrıntılara gelince: Çöldeki hazırlık safhası ilginçti mesela, Amerikalı bir eleştirmenin de vurguladığı gibi bu bölümlerde ‘Mad Max: Fury Road’ tadı yakalıyoruz. Brigitte Nielsen’i kadroya dahil etmek de ‘şık bir hareket’ olmuş. Boks sahnelerine gelince; özellikle de Rusya’da maç görsel açıdan son derece iyi çekilmiş. Lakin filmin belli noktalarda rahatsız edici yanları var; o da ‘Soğuk Savaş’ zamanının izlerini sürmesi. Bilhassa Rusya’da destan yazmaya niyetli Amerikalı formülü, demode kalıyor. Ama Trump-Putin denklemi ve içinden geçtiğimiz dönemin arkaik reflekslere olan ilgisi düşünüldüğünde pek de şaşırtıcı durmuyor. Rus tarafının, özellikle baba-oğul Drago’ların yüzeysel çizilmiş karakterleri, işi karikatür boyutuna taşıyor.
Adonis’te Michael B. Jordan, sevgilisi Bianca’da da Tessa Thompson ikna edici performanslar ortaya koyarken Rocky’de Sylvester Stallone ise meslek hayatının en bildik karakterine bir kez daha hayat veriyor. Ben karikatürize haline rağmen Ivan Drago’da trajedisini yansıtmada özel bir ışıltı sunan Dolph Lundgren’i (yaşlanınca Sergey Bubka’ya benzemiş!) de çok beğendim.
Sonuç? Öykü Freudyen öğelerle besleniyor görünse de aslında klasik Amerikancı özellikleriyle daha fazla öne çıkıyor. İşin görsellik kısmına gelince de film etkileyici kadrajlar ve boksa ait çarpıcı bir atmosfer sunmayı başarıyor.
‘Şüphe’ ruhu kemirir...

Haberin Devamı

 İki yıldız
Neo, Frankenstein olmuşsun…
Porto Riko’da, bir kuruluş dahilinde insan bilincini robotlara aktarma konusunda ileri düzeyde araştırmalar yapan bir bilim insanı… Yaptığı deneylerde bir türlü istediği sonucu alamıyor. Bağlı bulunduğu kurum, çalışmalarına ayrılan bütçeyi kısıtlamak üzereyken ailesiyle birlikte moral depolamak için bir hafta sonu tatiline çıkıyor. Lakin yağışlı havada kaza yapıyor ve eşiyle birlikte üç çocuğunu kaybediyor. Bu şok durum onu, süreci henüz tamamlanmamış deneyleri aile üyeleri üzerinde uygulamaya itiyor. Ve onları tekrar hayata döndürmek için harekete geçiyor. Bu hamle elbette ki bütün gidişatı değiştiriyor.
‘Şüphe’ ruhu kemirir...
Çalakalem senaryo…
Başrolünde Keanu Reeves’ı izlediğimiz ‘Replikalar’ (‘Replicas’), Mary Shelley’nin ‘Frankenstein’ından beri bildiğimiz bir meseleye el atıyor. Amma velakin Jeffrey Nachmanoff’un yönetmenliğini üstlendiği yapım, ucuz bütçeli TV filmi havasından bir türlü kurtulamıyor. Hoş, filmdeki bilim insanını (karakterin ismi Will Foster) Keanu Reeves canlandırıyor ve başrol oyuncusu itibariyle kimi kadrajlar aktörün eski bilim kurgularını, ‘Johnny Mnemonic’ ve ‘The Matrix’ serisini hatırlatıyor. Lakin bu durum sadece görüntü boyutunda kalıyor; çünkü film daha ötesini gerçekleştirmekten uzak. Öncelikle senaryo son derece çalakalem ve yüzeysel yazılmış. Hal böyle olunca da hikâyedeki entrikaya ve tartışmaya açılan etik meselelerin nereye varacağına dair bir heyecan (ya da merak) duyamıyorsunuz.
Replikalar
Yönetmen: Jeffrey Nachmanoff
Oyuncular: Keanu Reeves, Alice Eve, Thomas Middleditch, John Ortiz, Emily Alyn Lind, Emjay Anthony, Aria Lyric Leabu, Amber Townsend, Amber Rivera
İngiltere-Çin-Porto Riko-ABD ortak yapımı

Haberin Devamı

Diğer seçenekler
‘Replikalar’ı Jeffrey Nachmanoff yönetmiş, oyuncular Keanu Reeves, Alice Eve ve John Ortiz. Animasyon seçeneği ‘Ralph ve İnternet’ (‘Ralph Breaks the Internet’) Phil Johnston-Rich Moore imzasını taşıyor. ‘Dalavere’yi Hasan Göktaş yönetmiş, oyuncular Ali Çatalbaş, Erdağ Yenel ve Mehmet Ali Kaptanlar. Başrollerini Itziar Martinez, Dennis Mencia
ve Raul Walder’in paylaştığı ‘Lanetli Sular’ (‘Nereus’), Georges Padey imzasını taşıyor.
‘Şüphe’ ruhu kemirir...


Yazarın Tüm Yazıları