Uğur Vardan

Öbür dünyadan geliyorum!

24 Ağustos 2024
Kız arkadaşıyla birlikte öldürülen ama öbür dünyadan gelip intikamını alan bir rock’çının öyküsünü anlatan 1994 tarihli ‘The Crow’, biraz da çekimler sırasında başrol oyuncusu Brandon Lee’nin kaza kurşunuyla ölmesiyle daha sonraları ‘kült film’ statüsüne ulaşmıştı. Şimdi aynı öykü kimi rötuşlar eşliğinde yeniden karşımızda. ‘Ölümsüz’ Türkçe adıyla gösterime çıkan bu yeni versiyon, ‘John Wick’ tadında görsel bir estetiğe sahip, çok daha kanlı ve şiddet dozajı yüksek bir çalışma olmuş.

James O’Barr’ın grafik romanından 1994’te sinemaya uyarlanan ‘The Crow’ (bizde ‘Ölümsüz Aşk’ adıyla gösterilmişti) tuhaf bir trajediyi de beraberinde taşımıştı. Çok genç yaşta hayata veda eden ve az sayıdaki filmiyle efsaneleşen Bruce Lee’nin ana karakteri canlandıran oğlu Brandon Lee çekimler sırasında kazara vurularak ölmüştü. Sahnelerin çoğu tamamlanmıştı, birkaç bölüm de bilgisayarda halledildi ama asıl mesele adeta Lee ailesinin üzerine çöken lanetin bir kez daha kapıyı çalmasıydı. Baba Bruce hayatını kaybettiğinde 32 yaşındaydı, oğlu Brandon da 28 yaşında yaşama veda etmişti.

Kendisi öldürülen, sevgilisi de tecavüz edilerek öldürülen rock’çı Eric Draven’ın bir karga yardımıyla doğaüstü güçlerle donanarak geriye dönüp intikam almasını anlatan bu çalışma hem setteki acı olay hem de zaman içinde kazanılan değerle birlikte hafiften ‘kült film’ statüsüne yükseldi. Sonradan asıl olarak ‘Gizemli Şehir’le (Dark City) tanınan ve görselliğe ne kadar hâkim olduğunu kanıtlayan Alex Proyas imzalı bu yapım, ‘Blade Runner’ı (Ridley Scott’ın orijinal filmini kastediyorum) hatırlatan, sürekli yağmurun teslim aldığı bir kent dokusu eşliğinde, alabildiğine karanlık bir yapıttı. Kimilerince ‘Batman’in Gotham’ını da çağrıştıran atmosferiyle bu ilgi çekici intikam öyküsü ‘gotik’ tarzda bir çalışma olarak zihinlerde yer buldu.

30 yıl sonra tekrar aynı öykü, kimi farklı dokunuşlar eşliğinde yeniden karşımızda. Yönetmenliğini ‘Pamuk Prenses ve Avcı’ (Snow White and Huntsman), ‘Ghost in the Shell’ gibi çalışmalarıyla tanınan Rupert Sanders’ın üstlendiği, senaryosunu da Zach Baylin-William Josef Schneider ikilisinin kaleme aldığı bu yeniden çevrimde, ana karakterler Eric ve Shelly’nin tanışma faslına (iki uyuşturucu müptelası genç, bir rehabilitasyon merkezinde birbirlerini fark ediyorlar) kadar uzanılmış, sonrasında onların yok edilme safhası ve Eric’in, Shelly’yi yeniden faniler arasına göndermek üzere ‘öbür dünya’da yaptığı anlaşma anlatılmış. İlk ‘The Crow’daki atmosfer görsel açıdan elbette tekrar kurulmak istenmiş, yine karanlık bir arka plan var. Ama o filmde Eric intikamını kendilerini yok eden birkaç kişiden alıyordu, bu kez ‘şeytani’ kötü adamın emrinde mafyavari bir yapılanma ve adeta koca bir ordu var neredeyse. Eric de acımasızca intikamını alırken karşısına çıkan herkesi öldürüyor, hatta doğruyor...

‘Ölümsüz’ (ilkindeki ‘Aşk’ takısı atılmış) Türkçe adıyla gösterime giren yeni adımda Brandon Lee’nin rolünü Bill Skarsgård üstlenmiş, Shelly’de de İngiliz şarkıcı, söz yazarı, dansçı ve oyuncu FKA twigs’i izliyoruz. Öykünün kötüsü Vincent Roeg’daysa Danny Huston karşımıza geliyor. Bill Skarsgård, Eric’te sırıtmıyor, karakterine taze bir soluk katıyor ama elbette Brandon Lee’nin yarattığı hava, heybet vs. kendisinde ne yazık ki yok ya da bana öyle geldi diyeyim. Doğrusu ilk filmin ışıldayan ismi Eric-Shelly ikilisini öldüren çetenin elebaşına hayat veren, yüz yapısı itibariyle Amerikan sinemasının en ilginç simalarından biri olan Michael Wincott’tı. Yeni versiyonda aynı pozisyonda karşımıza Danny Huston çıkıyor; efsanevi yönetmen John Huston’ın oğlu bu rolde gayet iyi ama Wincott’ın karizmasının onda olmadığı kesin.

 

‘The Crow’da Bill Skarsgard Eric Draven’ı, İngiliz oyuncu FKA twigs de sevgilisi Shelly’yi canlandırıyor.

Yazının Devamını Oku

Vahşi Batı'nın hüzünlü yüzü

17 Ağustos 2024
Birbirlerini bulmuş, ortak bir gelecek hayal eden iki insan; ama Vahşi Batı’nın kanun tanımaz yüzü onların kapısını çalıyor. Viggo Mortensen’in yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı ‘Dünyanın Sonuna Doğru’ hüzünlü bir western öyküsü anlatıyor. Filmde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan kadın karakteri Vicky Krieps canlandırıyor.

Dünyanın Sonuna Doğru

◊ Yönetmen:
Viggo Mortensen
◊ Oyuncular: Vicky Krieps, Viggo Mortensen, Solly McLeod, Garrett Dillahunt, W. Earl Brown, Danny Huston, Shane Graham, Rafel Plana, Atlas Green
ABD-Meksika-İngiltere ortak yapımı

Danimarkalı Holger Olsen geleceğini Yeni Kıta’da arayanlar arasındadır. Takvimlerin 1860’ların başını gösterdiği bir zaman diliminde mesleği marangozluk olan bu orta yaşlı adam, nişanlısıyla arasındaki ipleri koparan Kanadalı Vivienne Le Coudy’yle tanışır ve çok geçmeden aralarında bir gönül ilişkisi başlar. İkili birlikte yeni bir dünya kurmak üzere ıssız bir köşede bir ev bulurlar ve güzel, mutlu bir süreci paylaşırlar. Derken Vivienne eve ekonomik katkıda bulunmak ister ve yörenin barında çalışmaya başlar. Holger ise gelen çağrının ardından iyi bir gelir kaynağı olarak gördüğü orduya başvurur ve kapıyı çalan İç Savaş’ta Kuzeylilerin safında cepheye yollanır. Bu hamleler dengeleri bozar. Yörenin toprak ağası Alfred Jeffries’in şımarık ve şiddet yüklü oğlu Weston, genç kadın için yeni bir tehlike olarak belirir...

Köklerine bir saygı duruşu

Amerika doğumlu Viggo Mortensen, köklerine ilişkin de bir saygı duruşu niteliği taşıyan (ki filmi annesi Grace Gamble Atkinson’a adamış) ikinci yönetmenlik çabası (ilki 2020 tarihli ‘Falling’di) ‘Dünyanın Sonuna Doğru’da

Yazının Devamını Oku

Muhabbeti bol bir taksi!

10 Ağustos 2024
Ailesini ziyaret ettiği Oklohama’dan evine dönen genç bir kadınla havaalanında bindiği taksinin şoförü arasında başlayan ve hayat, aşk, tutku, ilişkiler vs. üzerine giderek derinleşen bir muhabbet... Christy Hall imzalı ‘New York’ta Bir Gece’de, JFK Havalimanı’ndan Manhattan’a kadar süren yolculuk iki taraf için de bir tür terapi seansına dönüşüyor. Filmde ana karakterlere Dakota Johnson-Sean Penn ikilisi hayat veriyor.

NEW YORK'TA BİR GECE

◊ Yönetmen: Christy Hall
◊ Oyuncular: Dakota Johnson, Sean Penn, Marcos A. Gonzalez, Zola Lloyd
ABD yapımı

BAŞARILI PERFORMANS

Dakota Johnson baba şefkatini kendinden yaşlı, evli erkeklerde arayan bir profili son derece inandırıcı çizgilerle perdeye taşıyor.

JFK Havaalanı... Uçaktan inen bir kadın taksiye biner ve Manhattan’ın merkezinde bir bölgeyi tarif eder. Yolculuk az biraz ilerledikçe dikiz aynasından hafifçe yüzünü gördüğümüz şoförü de net çizgileriyle tanırız. 60’larında, yaşı ve yaşadıkları yüzüne belirgin bir şekilde yansımış biridir o. Şoför mahallinde asılı olan sürücü belgesinde Vinny yazmasına karşın adının Clark olduğunu, daha doğrusu kendisine böyle seslenmesini istediğini söyler. Hamle sırası sarışın genç kadına geldiğinde ismini söylemez. Kadın bir yandan Clark’la hasbihal ederken bir yandan da cep telefonuna gelen mesajları cevaplar... Yolculuk esnasında trafik sıkışır, önlerinde birkaç araç birikir, polis araçlarının yanıp sönen lambaları yol üstünde bir sorun olduğunu hissettirir ve bu esnada muhabbet daha da koyulaşır...

Christy Hall’un ilk uzun metrajlı filmi ‘New York’ta Bir Gece’ (Daddio), sıradan birkaç cümleyle başlayıp bütün bir yolculuk boyunca taksi şoförü ve müşterisi etrafında gelişen, sohbet derinlik kazandıkça iki tarafın da geçmiş ve şimdiki zamanlarında gezinen bir hal alıyor. Basit bir taksi yolculuğu giderek fiziksel bir mesafenin (havaalanı-yolcunun evi) dışına taşarak deneyimler, tecrübeler, yaşanmışlıklar, tavsiyeler, aşk, ilişkiler, kimi kişisel ifşaatlar etrafında gezinen ruhsal bir deneyime dönüşüyor. Yolcu, Oklahoma’daki iki haftalık aile ziyaretinin tortularını çocukluğuna uzanarak ve babasıyla ilişkisinin kodlarını paylaşarak aktarırken karşısındaki şoföre bir tür açılıyor. Clark ise sanki taksisinin arka koltuğunu ‘terapist koltuğu’ gibi kullanıyormuşçasına yolcusuyla hasbihal ederken hem önerilerde ve yorumlarda bulunuyor hem de ilk karısından başlayarak ilişkilerini, baştaki umutlarını, sonradan ortaya çıkan hayal kırıklıklarını paylaşıyor.

Yazının Devamını Oku

John Wick’in Hindistan şubesi

3 Ağustos 2024
Bindikleri trendeki çetenin, kız arkadaşına ve ailesine zarar vermesiyle harekete geçen bir komandonun şiddet dozajı yüksek intikam mücadelesini anlatan ‘Geber!’ son derece kanlı sahneleriyle dikkat çekiyor. Hint yapımı, estetik kadrajlarla yüklü bu aksiyon bir yanıyla ‘Raid’i ama genel yapısı itibariyle de ‘John Wick’ serisini andırıyor.

GEBER

◊ Yönetmen: Nikhil Nagesh Bhat
◊ Oyuncular: Lakshya, Tanya Maniktala, Raghav Juyal,
Ashish Vidyarthi, Abhishek Chauhan, Harsh Chhaya,
Adrija Sinha, Meenal Kapoor, Parth Tiwari, Kashyap Kapoor,
Pratap Verma, Mukesh Chandelia, Arun Thakur
Hindistan-ABD ortak yapımı

Ulusal Güvenlik Muhafızları’ndan Yüzbaşı Amrit Rathod, bir operasyon dönüşü kız arkadaşı Tulika Singh’den babasının kendisini başkasıyla nişanladığını öğrenir. Yakın dostu Yüzbaşı Viresh’le nişanın gerçekleştiği Ranchi’ye gider. Amacı Tulika’yı kaçırmaktır. Genç kadın böyle bir durumda zengin bir işinsanı olan babası Baldeo Singh Thakur’un peşlerini bırakmayacağını söyler ve Yeni Delhi’ye dönüş treninde buluşmalarını ister. Amrit’le Viresh trene binerler ve yolculuk başlar. Lakin trende soygun için bekleyen bir çete vardır. Elebaşı Fani, eylem sırasında Tulika ve ailesine de zarar verince iş çığırından çıkar. Duruma el koyan Amrit ve Viresh, kendilerinden sayıca çok daha fazla olan çete üyelerine karşı mücadeleye girişir...

Yazının Devamını Oku

Kahramanlar ‘süper’ ama film için aynı şeyi söylemek zor

27 Temmuz 2024
'Deadpool&Wolverine’, Marvel Sinematik Evreni’nin iki üyesini bir araya getirerek seriye olan ilgiyi yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor. Paralel evrenler meselesinde gezinen bir öyküye sahip film, göndermeler bombardımanı adeta. Ama bütün bu çabalar pek karşılığını bulmuyor. Ryan Reynolds’la Hugh Jackman’ın başrollerini paylaştığı yapım vasatı aşamıyor.

Deadpool&WolverIne

◊ Yönetmen:
Shawn Levy
◊ Oyuncular:
Ryan Reynolds,
Hugh Jackman, Emma Corrin, Matthew Macfadyen, Rob Delaney, Morena Baccarin, Karan Soni, Leslie Uggams, Wesley Snipes, Channing Tatum, Dafne Keen, Aaron Stanford, Chris Evans, Jennifer Garner, Brianna Hildebrand, Tyler Mane
ABD yapımı

Artık sadece Wade Wilson kimliğini kullanan Deadpool, ‘Avengers’ ekibine katılmak için yaptığı başvurular (!) reddedilmiş, kız arkadaşı Vanessa tarafından terk edilmiş bir ‘tutunamayan’dır ve hayatını ikinci el araba satarak kazanmaya çalışır. Derken birtakım paralel evrenleri düzenleyen kurumun temsilcisi konumundaki Bay Paradox ortaya çıkar ve varlığını sürdürmesinin yolunun doğru ‘Wolverine’i bulmak olduğunu belirtir. Nihayetinde aranan Wolverine ‘Hiçlik’ (altyazılarda Türkçeye ‘Boşluk’ olarak çevrilseymiş daha doğru olurmuş) adındaki çölümsü tuhaf bir yerleşimde bulunur. Burası ‘X-Men’ dünyasından hatırladığımız Prof. Charles Xavier’in ihtiraslı ikiz kız kardeşi Cassandra Nova’nın hükümranlığında bir düzene sahiptir. Wade, Wolverine’le birlikte Cassandra ve himayesindekilere karşı mücadeleye soyunurken asıl olarak geriye dönüp ana evrendeki gidişatı tekrar rayına koymanın çabası içindedir.

Yazının Devamını Oku

Yıldızların ardındaki karanlık

20 Temmuz 2024
Tarihi bir yapımın seçmeleri için gittiği Cinecittà Stüdyoları’nda filmin yıldızı tarafından beğenilen ve bir gün içinde farklı bir dünyanın içinde gezinen genç bir kız. Saverio Costanzo imzalı ‘Şafak Sökerken’, 50’ler İtalya’sında geçen ve sinema dünyasındaki yıldızların parlak görünen ama gerçekte ikiyüzlü, sorunlu hayatlarına ayna tutan bir çalışma.


Siyah-beyaz görüntüler... Bir Nazi subayı, minik bir kız çocuğunun elini tutan kadını nihayetinde öldürüyor. Derken çocuk Amerikalı bir asker tarafından kurtarılıyor. O, artık kurtarıcısı bellediği askere sımsıkı sarılıyor. Lakin meydana bir kadın geliyor ve onu muhtemelen yetimhaneye götürmek üzere çekip alıyor. Işıklar yandığında salondaki seyircilerden bazıları ağlarken kamera Iris, kız kardeşi Mimosa ve annesine odaklanıyor. Üçlü sinema salonundan çıkarken anne ‘halkın eleştirmeni’ sıfatıyla (!) yorumunu yapıyor: “Eski Amerikan sineması ne güzeldi, büyüleyici hikâyeler anlatırlardı. Şimdi İtalyanlar ne kadar acı varsa onu izletiyor, savaş yetmiyormuş gibi.”

İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne (muhtemelen de Roberto Rossellini sinemasına) atıfta bulunan bu girişin ardından salonun önünde gezinen hayta görünümlü bir genç, Iris’i tarihi bir filmin çekimleri için ertesi gün yapılacak seçmelere davet ediyor. Bu teklif kızların ve annelerinin gönlünü bir şekilde çeliyor,
ne de olsa onlar sinemaya sevdalılar.

Üçlü, seçmelerin yolunu tutarken sakin, minyon tipli Mimosa da şansını deniyor ama olmuyor. Derken stüdyo içinde şaşkın bir biçimde dolaşırken koridorda kılıç ve sandaletlerin hâkim olduğu, Eski Mısır’da geçen filmin Kleopatra’yı andıran ana karakterini canlandıran Josephine Esperanto’yla göz göze geliyor. Uluslararası yıldız çok geçmeden talimat veriyor ve nedimelerden birini onun oynamasını istiyor. Peşi sıra beklenmedik gelişmeler oluyor. Esperanto çekim sonrası Mimosa’yı yanında istiyor, arabasına alıyor, akşam yemeğine davet ediyor ve oradan da bir partiye götürüyor.

Saverio Costanzo son filmi ‘Şafak Sökerken’de (Finalmente l’alba), 1950’ler İtalya’sında Roma’daki ünlü Cinecittà Stüdyoları’na yolu düşen genç bir kızın, bir gün boyu yaşadığı gerçeküstü maceraya odaklanıyor. Kendisini neden yanında istediğini anlamadığı bir Hollywood yıldızının peşinde, tanımadığı ama uzaktan hayran olduğu yıldızlarla dolu bir dünyanın kapısını aralıyor. Ve orada karşısına bambaşka kişilikler, hasletler, karakterler çıkıyor. Ava Gardner, Liz Taylor, Rita Hayworth gibi yıldızların bir karışımı olarak sunulan Esperanto, aralarında bir ilişki olduğuna dair hissiyat yayan rol arkadaşı Sean Lockwood ve sanat simsarı Rufus Priori’yle birlikte yanlarına Mimosa’yı da katıp gerçek kişiliklerini sergiledikleri bir gecenin ortağına dönüşüyorlar.

‘Babylon’u andırıyor...

Genç kızı parti ortamında İsveçli şair Sandy olarak lanse eden Esperanto, narsist kişiliğini ortaya saçıp dökerken ‘yıldızım, her istediğimi yaparım’ı göstermek için çabalayıp duruyor. Lockwood ise Mimosa’daki masumiyete vurulduğunu kanıtlama derdinde. Yıldız olmak isteyen ve cesedi deniz kıyısında bulunan bir kızın hikâyesi filmde alt motif olarak sunuluyor. Bütün bu şatafatlı, bir o kadar da trajedi içeren olaylar zengin birinin malikânesinde geçiyor.

Yazının Devamını Oku

‘İstanbul sokakları 20 sene önce de ortağımdı şimdi de ortağım gibi geldi’

14 Temmuz 2024
Bir yandan son filmi üzerine çalışıyor, önemli yapımların restorasyonunu üstleniyor bir yandan sürpriz şekilde oyun karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Yönetmen Fatih Akın’la buluşup ona son filmlerinin hikâyesini, İstanbul’u değişmiş bulup bulmadığını ve hayalindeki projeleri sorduk.


Fatih Akın yaklaşık 9 yıl sonra İstanbul’a geldi. Ben de en son 2014’te konuştuğum yönetmenle tekrar bir araya gelip yeni projeleri, İstanbul’un onda bıraktığı izler, Martin Scorsese’nin ‘Ren Altını’ndaki Uğur Yücel performansına ilişkin görüşleri gibi geniş bir yelpazede konuşmak istedim.

Seninle en son Aralık 2014’te ‘Kesik’ filmin vesilesiyle bir söyleşi yapmıştım. Ve o tarihten sonra ilk kez yeniden İstanbul’a geliyorsun. Bu kez neler gözledin?

Geldiğim akşam dışarı çıktım. Gündüz Bebek’e indim, sonra tekrar buraya (Beyoğlu) geldik, bizimkilere dedim ki: “Benim eski mahallemi görmem lazım, bir de fazla yemek yedik, bir dolanalım, gelir misiniz?” “Yok, sen dolaş” dediler. Çıktım, dolaştım biraz. Fazla değil yani, 45 dakika falan. Buradan Asmalımescit’i dönüp Tünel’e, oradan Çiçek Pasajı’na, o kadar sadece.

Nasıl buldun peki?

Valla herkes bana dedi ki “İstanbul çok değişti, eski tadı yok”. Ben de şey zannettim, çok çok değişmiş. Şöyle bir durumdan bahsedeyim; bir sürü insan var şimdi Türkiye’den gelip Almanya’da yaşayan. Her yerde İstanbul Türkçesini duyarız. Hamburg’da benim mahallemde de... Çünkü yaklaşık 250 bin insan geldi; doktorlar, akademisyenler, ‘beyaz yakalılar’ yani. Yeni ve farklı bir kuşak... Ve çok ilginç, şu anda onlar hakkında bir şey yazıyorum. Şimdi onlar böyle deyince, “Burada her şey bitmiş” falan. Baktım, evet mesela müzikler biraz ticarileşmiş ama bu türden şeyler her yerde böyle. 20 sene önce ‘İstanbul Hatırası’nı çektiğimde o sokaklar benim ortağımdı, şimdi de ortağım gibi geldi. Ne kadar karanlık olsa, tehlikeli olsa bile o sokaklar bana güven veriyordu, “Merak etme, biz sana bakarız” diyordu. Bu gelişimde kısık sesli olsa da ben o sesleri yine duydum.

◊  Ama sonuçta bahsettiğin yer Beyoğlu ve çevresi. Mesela ‘İstanbul Hatırası’nın galasının yapıldığı Emek Sineması yok artık. Neyse, buradan şu soruya geçeyim: ‘Duvara Karşı’nın kimi sahneleri ‘Büyük Londra Oteli’nde çekildi, keza ‘İstanbul Hatırası’nda da Alexander burada kalıyor ve şehre otelin pencerelerinden bakıyordu. Sen de burada kalıyorsun. Nedir buranın sendeki özel yeri?

Öcüler var diye duydum ben. Onları Birol (Ünel) da duydu. Bir gece beraber uyudum onlarla. “Sen de duydun mu lan?” diye sormuştum, “Evet” demişti. Mavra bir tarafa, burası gerçekten bir film seti gibi. Oteldekiler de istediğin zaman seni rahat bırakıyorlar, özetle bu ortamı seviyorum.

Yazının Devamını Oku

Sinema tarihi için küçük bir film!

13 Temmuz 2024
‘Beni Ay’a Uçur’, Apollo 11 mürettebatından Neil Armstrong’un “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım” diye nitelendirdiği Ay’a ayak basma harekâtının reklam kampanyası sırasında olası başarısızlığa önlem almak için sahte bir projenin devreye girmesini anlatıyor. Scarlett Johansson, Channing Tatum ve Woody Harrelson’ın sürüklediği film vasat bir örnek olmanın ötesine gidemiyor.

Ay’a gitmek insanlık tarihi için bir dönüm noktasıydı. Bu, türümüzün ait olduğu gezegenden evrendeki en yakın görünen noktaya doğru çıktığı ilk büyük yolculuğun ifadesiydi. Takvimler 20 Temmuz 1969’u gösterdiğinde, saat 20.18’de Apollo 11’in üç mürettebatından Neil Armstrong ve Edwin ‘Buzz’ Aldrin (ekipteki diğer kişi Michael Collins’ti) Ay yüzeyindeki yürüyüşlerini gerçekleştirirken
Armstrong tarihe geçen o ünlü cümlesini de kuruyordu: “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım.”

Bu serüven uygarlık tarihinde önemli bir not olurken siyasal bir çekişmenin de merkezindeydi. Dönemin iki kutuplu dünyasında ABD’yle Sovyetler arasındaki mücadele uzaya taşınmış, iki taraf birbirine gökyüzünde üstünlük sağlamak amacıyla kimi hamlelere soyunmuştu. Ay’a yolculuk söz konusu rekabetin yeni bir parçasıydı. İki ülke arasındaki uzay mücadelesi 1960’ların başında kızışmıştı. Nisan 1961’de Rus kozmonot Yuri Gagarin’in Vostok 1’le uzaya çıkan ilk insan unvanını almasının ardından ABD Başkanı John F. Kennedy, Eylül 1962’de yaptığı konuşmada 10 yıl içinde Ay’a gitme konusunda kararlı olduklarını ve bu yönde çalışacaklarını belirtmişti.

BENİ AY’A UÇUR

◊ Yönetmen: Greg Berlanti

Yazının Devamını Oku