Tahir ile zührevi hastalıklar 

Erkeklerin yazdığı tarihin sonu çoktan geldi. Çırpınmamız boşuna!

Haberin Devamı

Tahir olmak da ayıp değil,

Zühre olmak da

hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,

bütün iş

Tahirle Zühre olabilmekte

yani yürekte.

Tahir ile zührevi hastalıklar

Nâzım Hikmet’in bu harika şiiri, bir halk öyküsüne dayanır. Tahir ile Zühre’nin acıklı aşk hikâyesine. Zaten, sonu tatlı biten hiçbir öyküyü bilmeyiz. Mutlu sonlar, masallarda olur, onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine. Ve daha çok “batılı” masallardır onlar. Sonsuza dek mutlu yaşanması hedefi -ki sonradan bu hale getirilmiştir masallar, başta hiç de o kadar mutlu değillerdir- dinleyen halka moral vermek için tasarlanmıştır. Doğu’nun öyküleri, halkın morali pek önemsenmediğinden midir nedir, acıklı gelmiştir, acıklı gider. Sonlarında çoğunlukla ölüm vardır. Tıpkı Tahir ile Zühre’nin öyküsünde olduğu gibi. 

Haberin Devamı

ÖYKÜNÜN ANA HATTI

Tahir ile Zühre’nin, her halk hikâyesinde olduğu gibi farklı detaylara sahip birkaç anlatımı var. Ortalama anlatıma göre, bir padişah ve ağabeyi olan bir de başvezir var. İkisinin de çocuğu olmuyor. Çok iyi anlaşan bu iki kardeş, hayır işleri yapıyorlar. Bir gün çok dua ediyorlar birlikte, Hızır, “Derviş Baba” kılığında ortaya çıkıp bunlara birer elma veriyor. “Eşlerinizle birlikte yiyin, ikinizin de duası kabul olacak” diyor. Akşam her ikisi de eşleriyle (belli ki “tek” eşleri var ikisinin de) elmayı yiyor, eşler hamile kalıyor, çocuklar dünyaya geliyor. Derviş Baba’nın isteğiyle çocuklar yedi yaşına geldiklerinde isimleri konuyor. Kız olanın Zühre, erkek olanın ismi Tahir. Derviş Baba, bu çocukların ismini koyarken aynı zamanda birbirlerine nişanlıyor da. Yani çocuklar büyüyünce evlenecekler. Birlikte zaman geçiriyorlar tabii. Eh, haliyle ergenlikte de birbirlerine âşık oluyorlar. Fakat onların daha evlenmeden birbirlerine fiziksel temasta bulunduklarını fark eden bir öğretmenleri, fitne fücur herif, bir sene sonra evlenecek çocukları gidip kızın babası olan padişaha şikâyet ediyor. Padişah öfkeyle, evlilik akdinden vazgeçiyor, oğlanı (yani yeğenini) uzaklara sürgüne gönderiyor, kız perişan oluyor. Sonra Tahir sürgünü hiçe sayarak kaçıp geliyor fakat öldürülüyor. Onun öldüğünü duyan Zühre de kendi canına kıyıyor. Bu. Klasik bir son. Romeo ve Juliet, Leyla ile Mecnun…

İLTİFATA BAK!

Haberin Devamı

Bu halk öyküsündeki baş karakterler kuşkusuz Zühre ve Tahir. Acaba bu isimler tesadüfen mi seçildi öyküye, yoksa altlarında başka anlamlar var mıdır? Ben de bilmiyorum, birlikte bakalım. “Tahir Efendi bana kelp demiş,İltifatı bu sözde zâhirdir,Malikî mezhebim benim zira,İtikadımca kelp tahirdir.” diyor 17. yüzyıl Türk şairi Nef’i. Bugünün diliyle söyleyecek olursak, “Tahir efendi bana köpek (kelp) demiş, belli ki bana iltifat ediyor; çünkü ben Malikî mezhebindenim ve inancıma göre köpek temizdir (tahirdir).” Muhteşem kelime oyunuyla “köpek, tahirin ta kendisidir” demeye getiren Nef’i’yi rahmetle analım. Tahir, yukarıda da geçtiği gibi, “temiz” demek. Sıfattır. Temiz insan, tahir insandır. Temizlenmek eylemine de -ne yazık ki bugün yanlış olarak sadece tek bir şey için kullandığımız sözcükle- “taharet” denir. Temizlenme eyleminin kendisidir taharet, el yüz yıkamak da temizlenmektir kuşkusuz. Geçelim.

ÇOBANYILDIZI

Haberin Devamı

Buradaki asıl konumuz “zühre”. Çünkü zühre, bizi çok daha gerilere götürecek bir isim. Bütün dünyada binlerce yıl önce geçerli olan anaerkil düzenin Ana Tanrıça figürü, bize tarihi, “yazarak” armağan eden Sümerlerin tanrılar portföyünde (panteon) “İnanna” olarak kayda geçti. İnanna, özgür bir kadındı ama çevresinde artık Sümerlerin etkisiyle erkekler de varlık göstermeye başlamıştı. İnanna zaman içinde Akkad dilinde İştar’a dönüştü, Doğu Akdeniz’den Fenikeli denizcilerle coğrafyaya yayılıp Helenlerde Afrodit’e dönüştü. (Doğu Akdeniz’den geldiği içindir ki Afrodit’in Kıbrıs açıklarında dünyaya geldiği ileri sürülür.) Helenler, daha çok “savaşma seviş” politikasına sahip olduklarından Afrodit, kadınlığın, cinselliğin, erotizmin sembolü haline geldi. Yunan uygarlığını neredeyse olduğu gibi sahiplenip ufak tefek tadilatlarla yetinen Roma Uygarlığı Afrodit’e, aslında en başından beri kendisiyle eşleştirilmiş, onun sembolü haline gelmiş yıldızın (ki aslında yıldız değil gezegendi) yani Venüs’ün ismini verdi. Bizde Türkçesiyle Çobanyıldızı olan bu gezegenin dilimize Arapçadan girmiş ismiydi Zühre!

Haberin Devamı

NE GÜNAHI VARSA VENÜS’ÜN!

İnsanın (aslında erkeğin... Ama yasaları ve töreleri uyduranlarla onları kâğıda dökenler erkekler olduğu için insanın diyoruz), birkaç bin yıl önce kodlanmış zihninde cinsellik, nedense olayda hiç erkek yokmuş gibi, cinsellik yaşanırken erkekler orada değilmiş gibi, cinselliği kadınlar tek başlarına yaşıyormuş gibi algılandığından/algılatıldığından, cinsel yolla bulaşan hastalıklara “zührevî hastalık” adı verilmiş. Üzülmeyin, bir tek bizde değil bu ziyadesiyle kötü alışkanlık. Zaten, Erkek Denizinde Kadın Gemiler kitabımda da altını çizdiğim gibi “kadının günahla ilişkilendirilmesi” daha ziyade Batı’nın ortaçağ adeti. Zührevî’nin Fransızcası da “venerien”. Yani “Venüs’le bağlantılı.”Venüs, yani Afrodit, yani İştar, yani İnanna cinsellikle, kadınlıkla ilişkili ya… Hani, abuk sabuk hurafelerle kadını günahla ilişkilendirdik ya… İşte kadın varsa günah, hastalık varsa kadın denklemi de bu pejmürde bağlantıdan! 

Haberin Devamı

YİHUU DİYE GİDİNCE TABİİ

Tahir ile zührevi hastalıklar

Olayı daha derin anlayabilmek için gelin bakalım şu zührevî denen hastalıklara. Listenin en başında “frengi” var. Frenginin kökenini tam olarak bilemiyoruz. İki ana kanı var bu konuda. İlki ve en çok kabul edileni, Kolomb öncesi bu hastalığın “bilinen dünyada” yani Avrasya ve Afrika’da olmadığı. Hastalık burada yokmuş, İspanyol denizciler (ki aralarında İtalyanlar da vardı, başta Kolomb’un kendisi İtalyandı) Yeni Dünya’ya geçtiklerinde, oradaki müthiş serbest, “tabu” olmamış cinsel hayatı görünce, denizde geçen uzun zamanlarını ziyadesiyle telafi ettiler ama Amerikan yerlilerinin bağışık oldukları bir bakteri (spiroket), onunla ilk kez tanışmış Avrupalı bünyesinde fena tahribat yarattı, canlar aldı. İkinci kanı da, hastalık Avrupa’da vardı ama teşhis edilmemişti diyor. Açıkçası ben de yaygın olan ilk kanıyı destekleyenlerdenim. Zira Avrupalı denizciler Amerika’ya gidince, kedi bağışık oldukları pek çok virüs ve bakteriyi Amerikan yerlilerine bulaştırıp, frenginin Avrupa’da neden olduğu tahribattan çok daha fazlasına sebep olmuşlardı. Bağışıklık bu nedenle çok önemliydi ve onun belirtileri sadece Avrupa’da görülüyordu, Amerikan yerlileri arasında yoktu! 

MADEM ÖYLE…

Şimdi eğer bu kanı ya da teori doğruysa, şunun altını çizelim: Kolomb ile birlikte Amerika’nın keşfine katılanların tamamı erkekti! İçlerinde bir tane bile kadın yoktu. Dolayısıyla, eğer hastalık, Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya göçtüyse, bunu yapanlar kadınlar değil kesinlikle erkeklerdi!Bizim dilimizdeki adı, Batılılara verilmiş Türkçe Frenk sözcüğünden gelir ve Avrupalıların yaydığı hastalık anlamında “frengi” olarak bilinir. (Frenk’in Arapçası Efrenc’dir.) Zaten tüm kayıtlarda, örneğin Haçlı Seferleri’nde Avrupalılar bizde hep “Frenkler” diye geçer. Bir sürü melanet getirdikleri yetmiyormuş gibi bir de 15’inci yüzyıldan itibaren bu illeti, yani frengi hastalığını getirdikleri varsayılmıştır.Ne ilginçtir ki, Avrupa’da da hastalığa toplumlar, kimi düşman gördülerse onların adını vermiş. “Morbus gallicus” demiş birileri mesela. Gallilerin hastalığı. (Morbus, hastalık sözcüğünün Latincesi.) Kimi Alman hastalığı demiş, kimi Hint hastalığı, kimi İspanyol adını vermiş… Bizde frenk. Bu arada hastalığın bilimsel ismi “sifilis”. 

BİR MUSİBET…

Tahir ile zührevi hastalıklar

“Bir musibet bin nasihatten iyidir” derler ya, onun gibi olmuş. Hastanelerle ilgili 2020’nin sonunda yazmıştım. Örneğin hastanenin İngilizcesi “hospital”dir, çoğumuz biliriz. Latincesi “hospes” olan sözcük, misafir demektir. Misafir ağırlanan yere de “hospital” denir. Diyebilirsiniz ki., “O hotel değil miydi?” Efendim, işte bu sifilise kadar hospitaller, evsizlere, kimsesizlere, hacılara, seferî olanlara ve terk edilmiş çocuklara bakılan yerlerdi. Frengi geldikten ve yayılmaya başladıktan sonra baktılar başa çıkılmıyor, misafirlerden ziyade hastalara bakılmaya başlandı. Bu yüzden misafirhane olan yerler hastahaneye dönüştü! (Hastane yazısına bu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-timocin/ozledigimiz-misafirlik-41697692)

MİKROBİYOLOJİNİN KIVILCIMI

Ama durun, bitmedi daha. Frengi, bir konuda daha kıvılcımı çaktı: Mikrobiyoloji! En azından onun temellerini oluşturan bir değişikliğe yol açtı. Onunla birlikte Aristoteles ve Galenus’un söylediklerinin dışında birşeyler olduğunun farkına varılmaya, daha küçük, çok ama çok küçük canlıların birşeylere yol açtığına dair fikirler gelişmeye başlamıştı çünkü. Ondan önce düşünülen, bir insanın içinde oluşan “çürümüşlüğün”, cinsel ilişki yoluyla başka bir insana geçtiği düşünülüyor, böylelikle çürümüşlüğün -ki toplumsal bir olgudur- yayıldığına inanılıyordu. Sırf bu nedenle fahişelik yapmak zorunda bırakılmış kadınlar toplu kıyımlara uğradı! Bütün bunlar, çok eskidendi!

ERKEKLERİN YAZDIĞI TARİHİN SONU ÇOKTAN GELDİ

Bugün, frenginin kadın hastalığı olmadığı biliniyor, ona “cinsel yolla bulaşan hastalık” adı veriliyor ama adı halen kadın barındırıyor: Zühre! Erkeklerin yazdığı tarih, kadını günahla ilişkilendirir, kadını kötü yapar, şeytan, cadı, fahişe ilan eder. Erkek, bugün bile kızınca kadına “...” diye küfreder! Oysa bütün bu, her şeyi bir tarafından uyduran erkeğin yarattığı kötücül dünyadır. Erkeğin tüm bu kadını ötekileştirme çabasına rağmen bir kadın çıkar mesela İzmir’i kurup adını verir. Bir kadın çıkar hayatımızın vazgeçilmezi röntgeni hediye eder insanlığa.

Tahir ile zührevi hastalıklar

Bir kadın çıkar dünyayı 21. yüzyılda silindir gibi ezen koronaya çare bulur. Bir kadın çıkar tarihte ilk kez bir Osmanlı padişahına resmi nikah kıydırır. Başka bir kadın çıkar, deli oğlunu katliamdan sakınıp Osmanlı hanedanını yok olmaktan kurtarır.  Bir kadın çıkar, Atatürk’ün hayat arkadaşı olmak üzere tarihte ilk kez nikah masasına bizzat oturur. Bir kadın çıkar, asrın dâhisini dünyaya getirip bize Atatürk’ümüzü verir. Onu seven bir sürü kadın çıkar, Türkiye’nin son zamanlarda hasret kaldığı gerçek başarılara imza atıp hepimizi gözyaşlarına boğan Filenin Sultanları olur. Günümüzün Tahir Efendileri, yukarıda saydığımız her kadına ve tüm kadınlara kelp demeyi marifet sayıyor. Oysa artık biliyoruz ki kelp tahirdir! Erkeklerin yazdığı tarihin sonu çoktan geldi. Çırpınmamız boşuna!

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

SONBAHARA DOĞRU Ağustos biterken ufak ufak serinlemeye başlamak da son derece normal. Bu hafta sonu, tabii ki denizlerle ilişkili olan meltemimiz, yan Marmara’da poyraz, Ege’de yıldızımız canlı. Yelken için harika bir zaman. Sıcaklıklar mevsim normallerinde seyrediyor ama Pazar gecesinden itibaren Marmara, doğusundan itibaren yağış alıp biraz daha serinleyecek. Sağlıcakla…

Yazarın Tüm Yazıları