Hani bunun ilk sahibi?

Osmanlı’da neden her şey sultana aitti? Bu, Osmanlı’nın değil, Doğu’nun bir geleneği ve kökü çok derin. Gelin şuna bir bakalım derim.

Haberin Devamı

Hani bunun ilk sahibi

Bildiğimiz örnekler arasından en yakınını ele alalım: Osmanlı’da her şey padişaha aitti. Sultan demek daha hoşuma gidiyor, hem yazması da daha kolay. Osmanlı mülkü, yani Osmanlı’nın egemen olduğu tüm topraklar üzerinde her ne varsa, insanlar dâhil, her şey ve herkes sultanın malıydı. İnsanlara kul denirdi, mala mülke de mal mülk. Kul olsa da insanlar arasından, tüm eski toplumlarda olduğu gibi köleler ve esirler de çıkardı, haliyle onlar alınıp satıldıkları için “mal” olarak da kabul edilebilirdi. (Bu arada hemen hatırlatalım ki “Osmanlı” bir hanedan adıdır. Hanedan, hükümdar çıkartan aile demek. Milletin değil, ailenin adıdır yani. Örneğin Habsburg diye bir hanedan var ama öyle bir millet yok. Kimse “Biz Habsburg’uz” demez, soya mensup olanlar dışında.)

KUL-LANILDIK!

Haberin Devamı

“Kul”, aslında köle ile aynı anlama sahip. Hizmetçi, hizmet eden anlamına geliyor. “Kullanmak” fiili de “hizmetine koşmak” anlamında. Daha önce başka bir yazıda da konuştuğumuz gibi, örneğin Topkapı Sarayı’nın tüm düzeneği, içindeki yüzlerce hizmet görevlisi (kul), araç-gereç, ritüeller, adetler her ne varsa, tek bir amaca hizmet ederdi (kullanılırdı), o da sultanı memnun etmek. Elbette sultanın ailesini, varsa eşini, genellikle var olan gözdelerini, çoluğunu, çocuğunu ve kuşkusuz annesini (valide sultan) memnun etmek de buna dâhildi ama aileyi memnun etmenin nedeni de sultanı memnun etme nihai hedefine yönelikti. II. Mehmed (Fatih) zamanında babasının (II.Murad) bir süre görevi oğluna teslim edip dinlenmeye çekilmesi dışında sultan babası hiçbir zaman orada olmazdı, ki o zaman da Topkapı Sarayı yoktu zaten, zira babası ölmeden kimse tahta çıkamazdı. (O yüzden peder sultan diye bir şey yok.) Yani her sultan, tahta çıktıktan sonra ömür boyu sultandı.
Şimdi düşünelim: Dünyaya bir şekilde sultanın oğlu olarak geliyor, yeryüzünün en şanslı çocuklarından biri oluyor, döneme göre muhteşem koşullarda büyütülüp eğitiliyor, belirli bir yaşa geldikten sonra hareminiz oluyor, babanız ölünce de yeryüzünün en güçlü devletlerinden birinin başına geçiyorsunuz. Bunda neredeyse hiçbir emeğiniz veya beceriniz rol oynamıyor. Sırf kader. Sonra bir bakıyorsunuz koskoca ülke de sizin malınız, içindeki her canlı da. Soru şu: Nasıl oldu da her şey sultana ait oldu? Kim verdi bütün her şeyi ona?

ARACI KURUM

Haberin Devamı

Hani bunun ilk sahibi

Bu yordam, tamamen doğuya özel. Ve ortaya çıkışını anlamak için gerçekten geriye, hem de çok geriye gitmemiz gerekir. E gidelim o zaman, kim tutar bizi? Daha önce birkaç kez üzerinde durduğumuz konulardan biri, hatırlayacağınız gibi insanın avcı-toplayıcılıktan şehirleşmeye doğru dönüşümü ve bu süreçte yaşananlar... Bir kısmını hatırlayalım ki olay anlam kazansın.
En ilkel zamanlarımızda bile doğanın unsurlarına, Güneş’e, Ay’a, toprağa vs. tapıyorduk ve olan bitene anlam verebilmek için öyküler uyduruyorduk. Örneğin Güneş’in bir tanrı olduğuna binlerce yıl boyunca inandık, ona tapındık. Sümer’de, Mısır’da, Amerikan yerlilerinde ve bütün diğer antik kültürlerde görürüz bunu. Gökten yıldırım düşüp herkesi korkuttuğunda, ki bugün de korkarız ondan kuşkusuz, tanrılardan birinin bize çok öfkelendiğini düşündük. Olduğumuz yerden bakıldığında hemen her gizemli unsur gökyüzünde olduğu için tanrıların önemli kısmını göğe yerleştirdik. Gökteki tanrıların bize öfkelendiklerinde yıldırım “fırlatmamaları”, şimşek çakmamaları, gürlememeleri için, öfkelerini dindirmek gerekti. Tanrıların öfkesini dindirmek için onlara kurbanlar sunduk. Öyle ki, bir dönem çocuklarımızı bile sunduk onlara.
Fakat kurban sunmak yetmiyordu, onlarla iletişim kurmak gerekiyordu. Doğal olarak bir “ruhban” sınıfı çıktı ortaya. Tanrılarla diyalog kurabilen, onları yatıştırabilen ve daha da önemlisi tanrıların insanlara ne söylemek istediğini “anlayabilen” bir ruhban sınıfı oluştu. Çok ilginç bulduğum Şamanizmin temeli tam olarak budur. Şamanlar, ki her kültürün geçmişinde farklı isimlerle de olsa bir şekilde var olmuşlardır, tanrıları dinlediler, onları duyduklarını düşünüp insanlara mesajlarını ilettiler. Haberci, mesajcı, nebi gibi sözcüklerin hepsinin “haber getiren, bildiren” anlamına gelmesi bundandır.

Haberin Devamı

TANRININ İSTEĞİ!

Hani bunun ilk sahibi

Elbette tanrılarla konuşan kişi, çok değerliydi ve kabilenin en önemli kişisiydi. Bu kadar önemli olduğu için aynı zamanda kabilenin/kavmin lideri de oldu. Zaman içinde rahip-kral sınıfı da böyle ortaya çıktı. Elbette şaman/rahip/ruhban, yetenek ve bilgisini öyle alelade kişilere devredemezdi, oğluna (bazen de kızına) devretti. Ruhbanlık babadan oğula geçtiği için krallık da babadan oğula geçiyordu dolayısıyla. “Kral” sözcüğü yanıltmasın. İngiltere kralı gibi bir şey değildi o zamanlar o krallar. Tek bir şehirden oluşan mini devletlerin liderleriydiler. Biz kral diyoruz şu an. Sümer’de kral için kullanılan farklı sözcükler vardı, en, ensi, lugal gibi. Her şehrin bir rahip-kralı ve her şehrin ayrı bir koruyucu tanrısı vardı. Şehrin rahip-kralı (ruhban reisi de denebilir, sözcükler burada çok önemli değil, önemli olan temsil ettikleri kavramlar) mutlaka şehrin koruyucu tanrısı ve tanrıçasını memnun etmekle görevliydi. Onun dilinden bir tek o anlardı, onunla bir tek o konuşurdu vs.
Elbette başka şehir devletler de vardı ve komşunun tavuğu komşuya kaz göründüğünden, herkes bir diğerinin malı mülküne göz dikerdi. Ama rahip-kralların hizmet ettikleri tanrılar/tanrıçalar, arada bir onlara, “Komşu şehir de bizimdir, git onu ele geçir” diye fısıldayıverirlerdi. Kralın tamamen kendi hırsları için tanrılara atfettiği bu emirler, sanmayın ki sadece çok eski toplumların hayal ürünüdür. Ortaçağ boyunca bütün dünyanın yaşadığı şeydir Tanrıyı gerekçe göstermek. Haçlılar, Kudüs’ü ve hatta Dördüncü Seferde doğrudan İstanbul’u hedef aldıklarında slogan hep aynıydı örneğin: “Tanrı böyle istiyor!” veya “Bu, Tanrının isteği!”

Haberin Devamı

ASLINDA SADECE İKTİDAR KAVGASI

 

Hani bunun ilk sahibi
Tabii bir şehir devlette her şeyin sahibi tanrı/tanrıça olduğu ve onun da yeryüzündeki temsilcisi/habercisi/sözcüsü kral olduğu için, bütün mülkün denetimi kralın sorumluluğundaydı. Derken nüfus artmaya, tanrılar/tanrıçalar çoğalmaya başladıkça, rahip-kral tek başına yetişemez oldu bu diyanet işlerine, rahipler ve rahibeler yetişmeye, tapınaklar da iyiden iyiye şekillenmeye, görkem kazanmaya başladılar. Bu süreçte başrahip olan kral, dünya malı üzerindeki egemenliğini, ruhban sınıfının denetimine bırakmak istemedi; ruhban sınıfı da “ülen her şey tanrının ve tanrıyı biz rahipler temsil ediyoruz” diyerek kralın mal-mülk hırsını dizginlemeye heveslendiler. Sümer’de ve Mısır’da krallar akıllı davranıp, “Madem bu kadar hizmet ediyorsunuz, o halde biraz toprak sizin de hakkınız. Tanrımız bu hakkınızı gördü ve onun adına şu ve şu toprakları size bağışlıyorum” gibi bir argümanla rahiplere de mülk verdiler. Ve elbette kralı maddi olarak destekleyebilecek kimi zengin aileler de mülk sahibi olabiliyordu, özel mülkiyet de bu arada başladı.
Bu sefer sarayın toprakları ve tapınağın toprakları diye bir ayrım gelişmeye başladı ve saray-tapınak çatışması işte bu noktada ortaya çıktı. Günümüzden 5 bin yıl önce! Aslında bu sadece bir iktidar kavgasıydı. (Ortaçağ Avrupası’nda Papalık ile krallıklar arasındaki çatışmaları hatırlayınız.) İşin ilginci, bütün taraflar binyıllar boyu kendi argümanlarına destek olması için tanrılardan haberler aldıklarını, rüyalarında tanrıların kendilerine tam da kendi çıkarlarına uygun talimatlar verdiklerini falan uydurup durdular. Kimin canı ne istiyorsa o gece tanrı rüyasına girip ona o istediğini ele geçirebilmesi için izin ve emir veriyordu.

Haberin Devamı

ASGARÎ ÜCRETİN TARİHİ

Tarihçi Helmut Uhlig’in deyimiyle “teokratik sosyalizm” böyle böyle çöktü. Artık tanrılarla ilgisi olmayan bir iktidar mücadelesi başlamıştı ve “Tanrıların yeri tapınaktır, hepsine saygımız sonsuzdur ama bu topraklar da benim atadan hakkımdır” diyen “laik” kralların ve onu destekleyen laik toplulukların devri (en azından mücadelesi) başlamıştı. Eldekini kaybetmek istemeyen tapınak kurumları ise bu laik tavrı tu-kaka ilan ettiler doğal olarak. Ama güç, ordu vs kralın elindeydi ve haliyle saray kazandı. Tapınak da kavgadan bıkarak durumdan faydalanmaya, olabildiğince kendi çıkarları için durumu kullanmaya yöneldiler.
Yine Uhlig’e kulak verelim: “Tüm bu gelişmelerin ardından, artık üç tür mülk sahibi oluşmuştu: Tanrıların mülklerini açık bir şekilde kendi mülkleri kabul eden kral ailesi, bu mülklerden olabildiğince kişisel yarar sağlayan rahipler ve son olarak eğitim avantajları ve çalışkanlıkları ile zenginliğe kavuşan vatandaşlar. İnşaat ve tarım işçileriyle çobanlar ise, esirlerle birlikte, yaşamları için gerekli olan şeylerden bile yoksun ve bağımlı insanlar haline geldiler.” (Helmut Uhlig, Sümerler, Totem Yay., 2019, s.158) Bu paragrafa özel olarak “asgarî ücretin tarihi” demeyi tercih ederim.

İLK PATLAK ENFLASYON

Hani bunun ilk sahibi

Bu gelişmelerle sarayın ve tapınağın müsrifliklerini finanse edebilmek için halka vergi üstüne vergi salındı ve verecek şeyi olmayanlar, bugün tefecilik diyebileceğimiz, bankerlik, yani bir anlamda ilk bankacılık sisteminin çukurunda buldular kendilerini. Vergiler yükseldi, tefecilerden alınan borçlar karşılanamadı ve dünya tarihinde ilk kez yaklaşık 5 bin yıl önce Sümer ülkesinde enflasyon patladı. Enflasyonun tek sebebi, müsriflikti. (Tapınak ve sarayın debdebeli yaşantısı, törenler, personel giderleri, altın gümüş hevesi vs.) Zengin Sümerliler daha da zenginleşti ve uluslararası ticaret ağları kurdular, zengin olmayan Sümerliler de saray ve tapınağın gündelikçisi konumuna düştüler. (age, 159)

İLKİNİ BİLMEM, SON SAHİBİ BELLİ

Hani bunun ilk sahibi

Dönelim başa. Hani bizde denir ya, “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” diye, işte bu soru güncelliğini ve cevapsızlığını uzun zaman korudu. Her şey sultanın! Neden? Nasıl? Neyse ki dünya, anladı bunun böyle gitmeyeceğini. Rönesans, Fransız Devrimi, Milliyetçilik akımları, cumhuriyetçilik ve demokrasi derken, halkın kimsenin kölesi, kulu, malı olmadığı kavrandı iyice. Kula kulluk etmenin de aslında hiçbir inanç sisteminde mümkün olmadığı iyice anlaşıldı. O nedenle laik sistem, dünya işlerini ayrı ele aldı ve her insanı mal ya da kul olarak değil birey olarak ele alıp herkesin hakkını güvence altına aldı. O yüzden artık sultanın arazisi yok, devletin, hazinenin arazisi var ve hukukla güvence altında. Hey gidi hey, neler gördü, neler geçirdi şu koca dünya. Ama en önemlisi insan, neler yaşadı. Kul olduk, mal olduk, köle olduk… Ama ne mutlu ki Cumhuriyet sayesinde bireyliğimizi ele aldık. Artık dünya tersine dönemez nasıl olsa.

 

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

 

MUTLU BAYRAMLAR

Bugün ve yarın açık, sıcak ve yağışsız bir hava var. Evet, daha önce söylendiği gibi bayramın ilk günü yağmuru beklemiyoruz. En azından cumartesinin gece saatlerinden önce beklemiyoruz, tahminler değişti. (Elbette yine değişebilir. Hava bu.) Yazıyı hazırladığım sırada (Perşembe) beklenti, pazar günü Marmara’nın doğusunda kısmî yağışlar görüleceği doğrultusunda. Ama şunu vurgulamak gerek, hava epey sıcak. 40’ları göreceğiz yüksek olasılıkla. Bayram zamanıdır, gidip ormanlık alanda nefes alalım, bir piknik yapalım diyenlerden ve herkesten rica ederim, hatta yalvarırım ateş yakmayalım, sigarayı söndürmeden sağa sola fırlatmayalım. Rüzgâr kıvamında esiyor, hava sıcak, yine yakmayalım ciğerlerimizi. Bu vesileyle herkese mutlu bayramlar dilerim.

Yazarın Tüm Yazıları