Akdeniz’e dokunmak

Denizi hiç görmemiş insanların bile neredeyse her gün ona bir şekilde temas ettiğini söylesem, inanır mısınız? İnanın lütfen.

Haberin Devamı

Akdeniz’e dokunmak

Bergama. En yakındaki bina Zeus Sunağı, bugün Berlin’de. Sağ olsun II. Abdülhamit, Osmanlı’da taş mı yok diyerek göndermiş 1800’lerin sonunda.

Geçen hafta şiirle dolu sayfa için sizlerden gelen bolca mesaj, böylesi sayfaların daha sık olmasını zorunlu kılıyor. Meğer ne çok özleyeni varmış şiirler arası yolculuğun. Aradan biraz zaman geçsin, yeniden özleyelim, yine güzel şiir ve temalarla buluşuruz.
Biz yine ilgimizi çeken, merak uyandıran, ilk duyduğumuzda ‘hadi canım’ dedirten, ucundan kıyısından denize de temas eden konularımıza, tarihe, sözcüklere dönelim. Zaten aslında tarih de, şiir de, edebiyat da, sözcükler de, yani yazı da, teknoloji de, mutfak da, kısacası aklımıza gelen her şey bir şekilde zaten denizle ilintili. Hayatında deniz görmemiş milyonlarca insanın hayatı da bir şekilde denize dokunuyor veya tam tersi, deniz onların hayatına bir şekilde mutlaka dokunuyor. Bunu size şimdi (bir kez daha) ispatlayacağım.

Haberin Devamı

AKDENİZ ÇOK ŞEYDİR

Akdeniz’e dokunmak

Dedik ya her şey denizle ilgili diye... İşte uygarlığın yayıldığı, geliştiği en önemli platform, hiç kuşku yok ki Akdeniz. Mezopotamya’da doğan uygarlığın Fenikeli denizciler yoluyla tüm Akdeniz çanağına yayılması, yayıldıkça dillerin ve alfabelerin gelişmesi, geliştikçe bilimin, sanatın, kültürel unsurların filizlenmesi, filizlendikçe ticaretle gelişen kentlerin yükselmesi, yükseldikçe insanın çok üstün bir uygarlık seviyesine gelmesi... Akdeniz deyince bunları ve çok daha fazlasını anlamak lazım.

BİR DÜZİNE KENT

Mesela, Akdeniz deyince aklımıza gelmesi gerekenlerden biri de İskenderiye. Mısır’ın ünlü İskenderiye limanı. Tabii İskenderiye diye bir kent, MÖ 4’üncü yüzyılın başında yok. Sonunda var. Çünkü adı üzerinde, Büyük İskender’in kurduğu kentlerden sadece biri. İskender’in seferlerini yazan Greko-Romen tarihçi Arrianus (MS 90’da İzmit’te dünyaya gelmiştir. Evet bizim İzmit), 12 veya 13 İskender kenti (Alexandria) olduğunu söyler.

Haberin Devamı

ALEXANDROS İSMİ NASIL İSKENDER OLDU?

İskenderiye’ye devam etmeden önce küçük bir ‘İskender‘ parantezi açalım isterim. Orijinali Aleksandros olan bir isim, nasıl olmuş da İskender haline gelmiş, ona bir bakalım. Efendim, daha önce de bazı örneklerini gördüğümüz gibi konu Arapça’nın bir oyunu. Aleksandros, batı dillerine Alexander olarak geçmiş. Onunla ilgili metinleri daha sonradan düzenlemeye ve çevirmeye başlayan ve ilk birkaç yüzyılında müthiş entelektüel faaliyetiyle dünyaya nal toplatan İslâm dünyası, Arapçaya çeviriler yaparken Aleksander’deki ‘Al’ hecesini ‘harfitarif’ yani tanımlık, batı dillerindeki haliyle ‘artikel’ olarak algılamış. Yani sözcük ‘Al-Eksandar’ ve ‘El-Eksander’ olmuş. ‘Eks’ hecesi de Arapça konuşan dile pek uymadığı için, onu daha uygununa çevirip “esk” yapmışlar. Olmuş mu sözcük “el-Eskandar”? Eh, haliyle Eskandar denen adam, fazla ünlü ve neredeyse tek olduğu için, başındaki belirtici ‘el’ ortadan kalkmış. Asırlarca Eskandar diye gitmiş. Osmanlıca’daki inceltme alışkanlığı da sözcüğü bizim dilimizde İskender’e çevirmiş. İşte Makedonya’dan Alexandros olarak yola çıkan ismin, Arabistan aktarmalı seferle Anadolu’ya İskender olarak gelmesinin öyküsü bu.
Parantezi kapatabiliriz.

Haberin Devamı

KENTİN KURULUŞU

Adı ‘Büyük’, kendi küçük İskender (20 yaşında kral olmuş, 23 yaşında doğuya sefere çıkmış, 10 yılda bilinen dünyanın büyük kısmını fethetmiş ve 33 yaşında ölmüş olduğundan küçük demenin fazla bir sakıncası olmaz. Büyüklüğü, askerî başarılarından elbette) MÖ 332 Kasım’ında (24 yaşında) Mısır’ı ziyaret ettiğinde, Nil Nehri’nin denize döküldüğü yerin yeni bir şehir kurmak için harika olduğunu görmüş ve kendi adını verdiği o bir düzine şehirden biri olan İskenderiye’nin (Alexandria) kurulması talimatını vermiş. Şehrin kuruluşu MÖ 7 Nisan 331 olarak geçer ama elbette kentin belirginleşmesi biraz daha zaman almış olmalıdır.

PHAROS ADASINDA BİR HARİKA

Haberin Devamı

İskender MÖ 323’te öldükten sonra dev imparatorluğu fazla yaşamaz ve generalleri arasında bölüşülür. Mısır’da, general ve İskender’in çocukluk arkadaşı Ptolemaios’a kalır. Ptolemaios, birkaç yıl sonra krallığını ilan eder ve kendi adıyla anılacak hanedanını kurar. (İki hafta önceki yazımda söz etmiştim, bizim tanıdığımız Kleopatra’yla son

Akdeniz’e dokunmak

 bulacaktır bu hanedan.) Bu Ptolemaios’un oğlu, II. Ptolemaios (Philadelphos), saltanatı sırasında (MÖ 280 dolaylarında) İskenderiye’nin hemen önündeki adaya bir fener yaptırır. İskenderiye limanının ağızını oluşturan bu küçük ada (bugün anakarayla birleşiktir) bu fenerle bambaşka bir çehre kazanır. Adanın adı Pharos’tur. (Faros okunur.) Fener de adanın adını alır. Pharos Feneri, bir mühendislik şaheseridir ve yüksekliğinin 30 metrenin üzerinde, hatta büyük olasılıkla (çünkü artık ortada yok ve sadece tahmin edilebiliyor) 45 metre civarındadır. (110 metre diyen de var ama biraz tartışılan bir konu. Öte yandan, neden olmasın?)Pharos Feneri, hafif yıpranmakla birlikte Ortaçağa kadar yerinde durur; Abbasiler döneminde Mısır’a vali atanan ve (Eylül 868) daha sonra bağımsız bir Türk devleti kuran Ahmed bin Tolun, bu fenerin üzerine mi, yoksa taşlarını kullanarak yanına mı bilinmez, bir cami yaptırır. Ama fener, 12’nci yüzyılda yıkıntı olarak olsa bile halen belirgin olarak görülmektedir, ta ki Memluk Sultanı Kayıtbay, 1477’de fenerin taşlarından kale yaptırana kadar.

Haberin Devamı

YAYILAN BİR SÖZCÜK VE IŞIK

İskenderiye, zaten Akdeniz’in en işlek limanlarından biri haline gelmiştir daha birinci Ptolemaios zamanında. Hatta öncesinde de Yunanlar, bütün hububatlarını Mısır’dan almaktadırlar ama başka limanları kullanmaktadırlar. Şehir kurulduktan sonra neredeyse sadece bu liman kullanılır. Antik Dünyanın Yedi Harikasından biri olarak kabul edilen Pharos Feneri, hayatta kalmayı başardığı bin yıl boyunca, Akdeniz’de öyle bir tanınır, ışıkla, fenerle öyle bir özdeşleşir ki, ‘deniz feneri’ lafı yerine Batı dillerinde ‘pharos’ sözcüğü kullanılmaya başlar. Deniz feneri için Fransızlar ‘phare’, İtalyanlar ‘faro’ derler. Sonra bu laf, başka ‘ışıklı şeyler’ için de kullanılır olur.
Şimdi... Bugün ister deniz kıyısında, ister denize binlerce kilometre uzakta yaşayan biri olun, hiç fark etmez; denizi hiç görmemiş bile olsanız, ‘Karanlık oldu, arabanın farını yakalım’ dediğinizde, işte o Pharos Feneri’ne, Akdeniz’in en işlek antik limanı olan İskenderiye’nin önündeki Pharos Adası’na, Büyük İskender’e, Avrupa ile Asya arasında mal taşıyıp duran koca karınlı gemilere, kısacası bütün Akdeniz’e dokunmuş oluyorsunuz. İspatladım mı?

PAPİRÜS TEKELİ VE MAHARETLİ KAMIŞ

O zaman biraz daha İskenderiye’den devam edelim. Bu yazıyı yazmamı, sizin de okumanızı sağlayan, yazının mucidi Sümerlere şükranlarımızı da tekrarlayalım bu arada. Ama yazıyı icat etmek yetmiyor, üzerine yazacak bir şey de lazım. Sümerler zamanında kil tabletler kullanılıyor, sonra taş tabletler de kullanılıyor ama bunlar dayanıklı değil ve üstelik ağırlar. Yani on sayfalık bir kitabı taşımak için epey kaslı ve sağlam belli olmak lazım. Gel zaman git zaman insanlar daha pratik bir malzeme üzerinde çalışıyorlar ve Mısır’da, ‘cyperus papyrus’ adlı bitkiden, daha anlaşılır şekliyle, kâğıt kamışından, çok iyi malzeme üretiliyor. Adı da papirüs kalıyor.
İskenderiye o zamanlar papirüs imalatını ve nakliyesini tekelinde tutuyor. Yazı yazmakta kullanılan papirüs, Mısır’ın en önemli ürünlerinden biri. Avrupa’ya hububat, cam, kozmetik ürünleri ve papirüs ihracatı ile büyük paralar kazanıyorlar. Hatta papirüs öyle önemli ki, MÖ 20’lerde, Roma İmparatoru Tiberius zamanında papirüs hasadı başarısız olunca Roma’da bürokrasi durma noktasına geliyor, koca devlet felç oluyor.
Bu papirüs, çok da maharetli bitki çıkıyor. Sapından yazı kâğıdı, yelken, bez, ip yapıyorlar; Nil’de giden gemilerin gövdelerinin ana malzemesi yine o; Herodotos, bitkinin özünün yaygın bir besin maddesi olduğunu anlatıyor vs.

Akdeniz’e dokunmak

MÖ 3. yüzyılda papirüse yazılmışbir mektup

KÜTÜPHANE KISKANÇLIĞI

Az önce zikrettiğimiz Ptolemaios Hanedanı var ya, işte onlar, kurdukları ve gerçekten de bir efsane haline gelen dev İskenderiye Kütüphanesi’ne benzer kütüphanelerin başka yerlerde kurulmasını istemiyor. Biraz fazla egoist bir tutum ama bir krallığın kütüphanesine bu gözle bakması da ayrı bir güzellik. Her neyse... O kadar abartıyorlar ki işi, aman kimse güzel güzel kitaplar yazmasın, güzel kütüphaneler kurulup da İskenderiye’yi geçmesin diye papirüs ihracatını durduruyorlar. (Tabii Roma İmparatorluğu daha sonra söke söke alıyor papirüsleri, o ayrı konu.) Ama bir asırdan fazla süre dünyanın kalanı, üzerine yazacak malzeme sıkıntısı çekiyor.

PAPİRÜSSÜZLÜKLE GELEN İCAT

O sırada dünyanın yine çok önemli bir başka kenti, ne mutlu ki bizim vatanımızda bulunan Pergamon (Bergama. Balıkesir’den Dikili’ye doğru gidin, karşınıza çıkar), bu papirüssüzlük nedeniyle sıkıntı yaşıyor çünkü oldukça entelektüel bir kent yapısı var Pergamon’un. Onun da nefis bir kütüphanesi var ama Mısırlı Yunanlar (Ptolemaioslar) yüzünden yeni eser ortaya çıkartamıyor, yeni kopyalar üretemiyorlar. “Sen misin bunu yapan?” diye hınçlanan iki Pergamonlu, Krates ve Eradikos isimli iki bilge vatandaşımız, oturup yeni bir malzeme üzerinde çalışıyorlar. Buluyorlar da. Buzağı veya oğlak derisini özel işlemlerden geçiriyorlar, gergef üzerine gererek kurutuyor, davul derisi gibi bir şey ortaya çıkartıyorlar. Bir bakıyorlar üzerine yazılan yazılarla birlikte ürünü saklamak, rulo yapmak mümkün. Aman ne büyük sevinç yaşanıyor. Hellenler bu malzemeye Pergamene, yani ‘Bergama İşi’ diyor. Latinceye Pergamena diye aktarılan sözcük, sonradan Fransızca’ya Parchemin diye geçiyor. Ve bu Fransızca sözcüğün okunuşunu hepimiz çok iyi biliyoruz: Parşömen! Yani, aslında Bergama İşi Kâğıt diyoruz da, bunu Fransızca diyoruz. Olur dünya tarihinde böyle şeyler. Eh, iyi sohbet ettik.

ATA’MIZI ANARKEN...

Bu arada, iki gün sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün ebediyete intikal edişinin 81’inci yılı. Bu vesileyle O’nu bir kez daha şükranla, minnetle, saygıyla ve rahmetle anıyoruz. Son iki asrın en büyük dâhisi iyi ki bizim liderimiz ve Cumhuriyet’imizin kurucusu olmuş. İyi ki varsın Ata’m. Sen çok yaşa!

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

PEK SAKİN, PEK ILIK

Rüzgârı yok denecek kadar az, yağışın beklenmediği ve hayli ılık, hatta bugün-yarın biraz da sıcağa çalan bir hafta sonu bizi bekliyor. Balık tutmak, uzun yürüyüşler yapmak için muhteşem bir fırsat diyebiliriz. Üşümemek, yakacak masrafına geç girmek adına bu havalar güzel de, barajlarımızın suyla dolmasını da isteriz değil mi? BUSKİ’nin internet sitesinden gördüğüm kadarıyla barajlarımızın doluluk oranı yüzde 60’ın üzerinde. Geçmiş yıllarda çok daha düşükleri görülmüş. Onları atlattıysak, bunu da atlatırız elbette (umarım). Dünya’nın çivisini öyle bir çıkardık ki, benim bu konudaki dualarım artık her şeyin sadece normal olması yönünde. Kalın sağlıcakla.

Yazarın Tüm Yazıları