Soner Yalçın

Eyüp Sultan’daki mezar kimin

30 Mayıs 2010
“Resmi tarih” ve “resmi ideoloji”, TV’ye çıkan, gazetelere konuşan herkesin ağzında bu iki kavram var. Moda oldu! Herkes “tarihi yıkayıp” yeniden yazmaya, önyargıları kırmaya pek heveskâr. Madem öyle, ben de İstanbul’un fethinin 557’nci yılında, toplumda hâkim olan bir anlayışı/görüşü sorgulayayım! Hazır mısınız gerçekle yüzleşmeye...

ADI: Hz. Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari.Sahabi’ydi.Hz. Muhammed’i Medine’deki evinde 7 ay misafir etti.
Bedir, Uhud ve Hendek Savaşı’nın kahramanlarındandı.
Hz. Ali’nin hilafeti döneminde onunla birlikte Haricilere karşı savaştı.
Hz. Ali döneminde Medine kaymakamlığı yaptı.
Hz. Ebu Eyyub’un (Aba Ayyup) hayatına dair bundan sonraki bölümler tamamen rivayettir. Yani söylentiden ibarettir.
Bunlardan biri de İstanbul Eyüp Sultan’daki mezarıdır.
Eyüp Sultan’daki sandukada aslında ne var?..

80 yaşındaki savaşçı

Yer: İstanbul.
Yıl 667’de olabilir, 668’de veya 669; ya da 674’tür.
Çünkü, Emevi halife Muaviye döneminde İslam ordusunun İstanbul’u ilk ne zaman kuşattığı tam olarak bilinmemektedir.
Orduya kimin komuta ettiği de belli değildir. Kimine göre komutan İslam dünyasında zulmün ve kötülüğün sembolü olarak bilinen, Hz. Hüseyin’in katili Yezid’dir; kimine göre ise Sufyan İbn-i Avf’tir.
Rivayetlere göre, Sahabi Hz. Eyyub da İstanbul’u kuşatan bu sefere katıldı.
Hemen diyeceksiniz ki, “Hz. Eyyub bu sefere katılmak için yaşlı değil mi?”
Evet ama tarih böyle yazıyor!
Oysa siz haklısınız; Hz. Muhammed 622 yılında Medine’ye hicret etti. O’nu evinde misafir eden Hz. Eyyub, o tarihte kaç yaşındaydı?
Bilinmiyor.
Ama Peygamber’i misafir edecek olgunlukta olduğunu tahmin edebiliriz.
O halde hesapladığımızda, İslam ordusu İstanbul’a dayandığında Hz. Eyyub’un yaşının 80-90 yaş aralığında olduğunu düşünebiliriz.
Bu kadar yaşlı biri, ulaşımın deve sırtında ilkel şekilde yapıldığı bir dönemde böylesine uzun bir sefere çıkar mı?
Bakınız bugünün 80-90 yaşlarından bahsetmiyoruz; 1300 yıl önceden bahsediyoruz. Ki o yıllarda normal karşılanan ölüm aralığı 40-50’dir.
Neyse, tarihin doğru yazdığını şimdilik kabul edip konumuza devam edelim.
Bu arada:
Hz. Ali ile birlikte Haricilere karşı savaşan Hz. Eyyub, nasıl oluyor da düşmanı Muaviye’nin ordusuyla sefere katılıyor, tuhaf değil mi?
Tamam tamam devam ediyoruz...

Avrupa’ya nasıl geçtiler

İstanbul/Eyüp Belediyesi’nin (ki referans olarak Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakın ve Prof. Dr. Hüseyin Algül’ü vermişler) resmi internet sitesine göre, uzun bir yolculuk yapan Hz. Eyyub yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul’a yaklaştıkları bir sırada hastalanıyor; komutanı Yezid’e, öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyet ediyor.
Tahmin ettiğiniz gibi, Hz. Eyyub’un defnedildiği yer, bugün Eyüp Camii’ndeki türbe. Evet, genel görüş bu.
O arada, Arap kültüründeki ölü-mezar geleneğine hiç girmeyelim.
Ancak: Avrupa’nın önemli Osmanlı tarihçilerinden Paul Witter, Hz. Eyyub’un Eyüp Camii’nde değil Ayvansaray’daki kalenin dibinde şehit olduğunu, oraya gömüldüğünü ve hatta bu nedenle “Ayvansaray” adının, Eyyub El Ensari’den geldiğini iddia etti.
Bu arada gözünüzden kaçmasın, tarihçi Witter, Hz. Eyyub’un hastalıktan değil savaşarak şehit olduğunu söylüyor.
Peki mezarı neredeydi; Eyüp Sultan da mı Ayvansaray da mı?
Prof. Dr. Halil İnalcık, 1455 yılına ait İstanbul bina ve nüfus tahrirlerini inceledi ve “Ayvansaray” adının Rumca olduğunu ortaya çıkardı. Ayvansaray’ın Hz. Eyyub ile ilgisi yoktu. Oh!
Peki Hz. Eyyub’un mezarı Eyüp Sultan’da mıydı?
Eğer öyle ise, demek İslam ordusu Eyüp Sultan’a kadar ilerlemişti.
Yani.
Yanisi şu: İslam ordusunun Avrupa’ya geçtiği (İstanbul’u bilmeyenler için yazalım, Eyüp semti Avrupa’dadır) ortaya çıkıyor!
Oysa, bilinen İstanbul’a gelen İslam ordusu kara ordusuydu ve Kadıköy’e kadar gelmiş ve denizi geçemeden geri dönüp gitmişti.
Zaten o dönemde Bizanslılar, başkentin savunmasını güçlendirerek Persleri geri püskürtmüşlerdi. Yani İstanbul’u almak hayli zordu.
Bırakın İstanbul’u, İslam ordusu (bugünkü Kadıköy’deki) surlarla çevrili Kalkedon’u bile alamamıştı.
Yine soracaksınız:
“O halde Hz. Eyyub’un mezarı nasıl Avrupa topraklarında olur?”
Bilinen dönemin Bizans tarihçileri Hz. Eyyub’un İstanbul’u kuşatan orduda bulunduğundan hiç bahsetmiyorlar.
Hz. Eyyub’un orduda bulunduğundan ilk bahseden İslami kaynak, İbn Sad’ın “Tabakat” adlı eseriydi. Sonra yazılanlar hep bu kitabı kaynakça göstermişti. İşin garip yanı ise, bu kitap İslam ordusunun İstanbul’a sefere çıkmasından iki yüz yıl sonra yazılmıştı!
Tamam tamam, lafı dolandırmayacağım, dönelim tekrar Hz. Eyyub’un mezarı meselesine...

Hammer ve Babinger dalga geçiyor

Bu arada:
Hz. Eyyub’un, Bizans İmparatoru (tarih tam bilinmediği için ya II. Konstans ya da IV. Konstantis olmalı), izin alarak İstanbul’a tek başına girdiği; Ayasofya’da namaz kıldıktan sonra taşlanarak öldürüldüğü ve bugünkü mezarına gömüldüğü gibi akılla, tarihle, bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan uydurulmuş hikâyeleri de vardır!
Uzatmayalım, işin aslı şudur:
Büyük devrimci Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesiyle, Hz. Eyyub’un mezarı arasında derin bir bağ vardır.
Osmanlı tarihini en iyi bilen tarihçilerden olup, mezar taşında “Yusuf Bin Hammer” yazan Avusturyalı tarihçi Joseph von Hammer (1774-1856), Hz. Eyyub’un mezarının İstanbul’un fethi sırasında mucizevi olarak bulunmasının, psikolojik ihtiyaçtan kaynaklandığını “Osmanlı Devleti Tarihi” eserinin I. cildinde yazdı.
Türk tarihi ve dili üzerinde yetkin eserler vermiş olan Alman tarihçi Franz Babinger de (1891-1867) “Fatih Sultan Mehmet ve Zamanı” adlı eserinde Hz. Eyyub’un mezarının İstanbul’un fethi sırasında bulunmasından, “Dini hisleri kamçılayan bu aldatmaca hiçbir çağdaş kaynakta yer almaz” diye bahsetti. Babinger’e göre Fatih, İslam dünyasına gönderdiği fetihnamelerin hiçbirinde Hz. Eyyub hakkında bir tek söz sarf etmemişti.
Halil İnalcık ne diyor
Bu konuda son sözü bizden birine, Prof. Dr. Halil İnalcık’a bırakalım. Neymiş bu “psikolojik ihtiyaç” meselesi anlayalım:
“İstanbul’un fethi sırasında 4 düşman gemisi Haliç’e gelerek yardım getirdi. İstanbul’da halk, surlara çıkarak Türklere karşı gösteriler yaptı. Bizim asker arasında ümitsizlik doğdu, hatta bir kaynağımıza göre (Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın da kışkırtmasıyla) bazı askeri gruplar, ‘Bu işin sonu yok’ diye kuşatmayı bırakıp gitmeye başladılar. Çok nazik bir durum vardı. O zaman Akşemseddin, Fatih’in şeyhidir. Hacı Bayram tarikatındandır. Eyüp El Ensari’nin mezarını bulmak için kolları sıvadı.
(...) Moralin düştüğü bir anda, Peygamber’in sahabesi’nden olan Eyüp’ün mezarını bularak askere moral vermek amacıyla padişahtan müsaade istiyor. Bugünkü Eyüp mevkiinde kazı yapıyorlar, orada eskiden manastırlar vardı, toprak altında yazılı mermer parçalar buluyorlar. ‘İşte mezar burası’ diye orduya ilan ediyorlar. Askere savaş için yeni bir şevk ve heyecan geliyor.” (Tarihçilerin Kutbu s. 431)
750 yıl sonra, 1453’te Hz. Eyyub’un mezarı Bizans azizlerinin mezarlarının bulunduğu “Kozmodion” adı verilen bölgede, Akşemseddin’in istiareye yatmasıyla mucizevi şekilde böyle bulunuverdi işte. Ve Yeniçeriler bu moralle İstanbul’u fethettiler. Bizim tarihimizde psikolojik savaşı en iyi kullananlardan birinin Akşemseddin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Fatih, fetihten sonra Hz. Eyyub’un mezarının bulunduğu yere cami, türbe yaptırdı. Müslümanlar 557 yıldır Eyüp Sultan’ı ziyaret ediyor.
Sonuçta görülüyor ki, sorunun sorulmadığı yerde kutsal olaylar yaratma ve onu resmileştirme çok kolay gerçekleştiriliyor.
Ne diyor Sadi: “Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı”.

BATTAL GAZİ TÜRK MÜYDÜ BİLMİYORDUM

- Hıristiyan Bizans’ta, İslam dünyasında olduğu gibi önemli kişilerin lahitlerinin (sanduka) üzerlerinin bir kumaşla örtüldüğü bilinmektedir. Evliya türbeleri içindeki mezarların üzeri yeşil bir örtüyle örtülür. İncelendiğinde bu âdetin bize Bizans’tan geldiği ortaya çıkar.
- Müslümanlarda tabutların üzerine fazla gösterişli olmayan örtüler konulması Bizans’ta da vardır.
- Ölümden sonra uygulanan ritüeller Bizans ve Osmanlı’da benzerdir. Bizans’ta ölü kişinin yatırılma şekli (kleine), gözlerinin kapatılması (kalyptein), ağzının kapatılması (syaklein), bedenin yıkanması (apoplysis) bugün Anadolu’da hâlâ uygulanan törenlerdir.
- Hıristiyan azizlerinin en ünlülerinden Anadolu doğumlu Aziz Georgios (George), İngiltere’nin koruyucu azizi kabul edilmiştir. Beyaz üzerine kırmızı haçlı İngiliz bayrağı Aziz Georgios’un simgesiydi. Zaten bu bayrak Aziz Georgios bayrağı olarak isimlendirilmektedir. Aynı zamanda İspanya, Gürcistan, Litvanya, Portekiz, Almanya, Yunanistan ve Rusya’nın en saygı duyulan azizidir.
- İstanbul’da Kocamustafapaşa semtinde Çifte Sultanlar Türbesi vardır. Burası kadın evliya türbesi olarak, özellikle Şii Müslümanlar tarafından muharrem ayında ziyaret edilir. Kocamustafapaşa Camii’nin karşısında Sümbül Efendi Türbesi’nin hemen başucunda, etrafı demir parmaklıklarla çevrili iki kız kardeşin mezarları olduğu kabul edilir. Bu mezarda yatanların Hz. Ali’nin torunları Fatima ve Sakine olduğu ileri sürülür.
Sözde bu iki kız kardeş, “haçlı seferlerinin birinde(?)” esir edilip Bizans İmparatoru Konstantinos Pagania (Porphyrogenitos) veya VII. Konstantinos’a (913-959) cariye olarak gönderilirler. Hıristiyan olmadıkları için de öldürülürler.
Hikâye böyle gerçeküstü anlatımlarla devam eder. Bu hikâyenin gerçeklerle çelişen yönleri çoktur.
Öncelikle, Hıristiyanlığı kabul etmeyen iki Müslüman kadın neden öldürüldükten sonra Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen bir kilisenin yanına gömülmüştür?
İkinci çelişki de, 500 yıl sonra buraya gelen Müslümanlar nasıl olup da bu mezarları doğru olarak tespit etmişlerdir?
- Müslümanlar Bizans imparatorunun mezarını bile evliya mezarı kabul ederek ziyaret etmişlerdir. Bunun bir örneğini Trabzon’da görüyoruz. Trabzon İmparatoru IV. Aleksios Komnenos (1416-1429) Anadolu’daki Akkoyunlu Türk beyinin kızıyla evliydi. Oğlu IV. İoannes Komnenos’un (1429-1459) iktidarı ele geçirmesiyle 1429’da öldürülmüştü. Büyük olasılıkla bu nedenle mezarı Hıristiyanlar tarafından kutsal sayıldı ve IV. Aleksios Müslümanlara da “Hoşoğlan” isimli evliya olarak geçti.
Trabzon’da Hisar Camii’nin yanındaki türbede Trabzon’un Türklerce fethinde etkinliği olan ermişlerden Hoşoğlan’ın gömülü olduğuna inanılır. Bu nedenle asırlarca Hoşoğlan’ın türbesine bezler bağlandı, adına adaklar adandı, ruhundan şefaatler umuldu.
Fakat umumi harbin işgal zamanlarında Rus arkeologlardan Ospenski türbede hafriyat yaptırıyor ve ne çıksa beğenirsiniz, sandukası ile IV. Aleksios’un mezarı!
- Osmanlılar döneminde ve bizim bugün de kahraman olarak gördüğümüz, zaman zaman da kutsallaştırdığımız tarihsel gerçeklerle bağdaşmayan diğer bir kişilik de Battal Gazi’ydi. Pek çok yerde mezarı bulunan yine Anadolu’da Türk kahramanı olarak efsaneleştirilmiş, evliya mertebesine çıkarılmış Battal Gazi’nin yaşam hikâyesinin gerçekle bir ilişkisi bulunmaz. Battal Gazi Anadolu’da Bizanslılarla yaptığı savaşlarda efsaneleşen ve 740’ta Eskişehir yakınlarında bugün kendi adıyla anılan kasaba (Seyitgazi) yakınında şehit olarak oraya gömülen Arap kökenli bir Emevi komutandı.

ÖĞRENDİM

Kimden mi, “Bizans-Osmanlı Sentezi” kitabının yazarı İsmail Tokalak’ın kitabından. Bizans kültür ve kurumlarının Osmanlı üzerindeki etkisini ele alan bu değerli çalışmayı, “inancı pamuk ipliğine bağlı olmayanlara” öneririm.
Yazının Devamını Oku

Kılıçdaroğlu hakkında bilinmeyen tek gerçek

23 Mayıs 2010
Kemal Kılıçdaroğlu, tarihsel olaylara meraklı bir politikacı.

Sürekli okuyup, araştırmalar yapıyor. Kitaplarda okuduğu ilginç bilgileri, bulduğu belgeleri, fotoğrafları benimle paylaşmasından hep keyif aldım. Bir gün sohbet ederken söz Dersim’den, Zazalar’dan açıldı. “Size bir zarf göndereceğim; içindeki bilgiler ilginizi çekebilir” dedi. Bir gün sonra zarfı aldım. Okudum. Ne mi yazıyordu? Kemal Kılıçdaroğlu’nun gönderdiği zarftan 15 sayfa çıktı.Bunlar TRT Avrasya televizyonunda yayınlanan bir programın kağıda dökülmüş (tape edilmiş) haliydi.Programın sunucusu Prof. Dr. Alemdar Yalçın’dı.Kamuoyu Prof. Yalçın’ı; Rahşan Ecevit’in onu DSP genel başkanlığına aday çıkarmasıyla tanıdı. Oysa kendisi; yıllardır Osmanlı tahrir ve mühümme defterleri üzerine çalışmış; yurt dışı üniversitelerde bulunmuş; Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli Merkezi Müdürlüğü’ne başkanlık etmiş; üniversitelerde dekanlık, rektörlük yapmış bir akademisyendi.Halen Türkiye Bilimsel ve Kültürel Araştırmalar Merkezi Başkanı’ydı.TRT Avrasya televizyonunda Türk kültürü üzerine konuklarıyla sohbet ediyordu.Bana gönderilen program çözümüne göre konu; Kureyşan (Kureyş) Ocağı idi.Yani Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyunun geldiği Kureyşan Ocağı.Kılıçdaroğlu ailesi Tunceli Nazımiye, Ballıca Köyü’ndendi.TV programında; Tunceli’deki Kureyşan Ocağı’nın son temsilcilerinden Dede Zabit Güler; Kureyşan Ocağı’nın Gaziantep ve Adıyaman koluna bağlı Zülfikar Dedeoğlu ve Kureyşan Ocağı’nın Gaziler kolunun temsilcisi Zeynel Ertekin vardı.Bakalım ne demişlerdi… Kökeni neresi? Prof. Alemdar Yalçın TV programını şu sözleriyle açıyor:“Kureyşan Ocağı’yla Anadolu’da bir geziye çıkalım. Ama öncelikle sizden istediğim bir şey var; lütfen geçmişin bir takım tanımlamalarıyla günümüzü yorumlamayalım. Çağımızın getirdiği bilimsel verilere dayanarak, önyargılardan arınmış olarak dikkatli dinleyelim.” İlk sözü Tuncelili Kureyşan Ocağı’ndan Dede Zabit Güler alıyor:“Kureyşan Ocağı demek Horasan demektir. Kureyşan, Horasanlı demektir. Horasan’ın Seydi şehrinden çıkıp Erzurum üzerinden -eski ismi Kızıl Kilise- yeni ismi Nazimiye’nin Zeyrek Köyü’ne yerleşmişlerdir. Selçuklu Hükümdarı I’inci Alaeddin Keykubad döneminde geliyorlar. Keykubad Paşaköy’de oturuyor ve Horasan’dan gelenleri huzuruna çağırıyor.” Prof. Yalçın devreye girip masa üstündeki bir belgeyi göstererek şöyle konuşuyor:“Alaeddin Keykubad ve daha sonra bazı Osmanlı Padişahları Kureyşan Ocağı’na Diyarbakır, Erzincan, Adıyaman, Elazığ, Gaziantep, Tunceli yöresinde besicilik yapması için izin belgesi veriyor. Ceylan derisi üzerine yazılmış bu belge işte elimizde mevcuttur.”Elindeki 6 metre uzunluğundaki soyağacını gösteren Prof. Yalçın, bu belgenin renkli fotokopisinin Kemal Kılıçdaroğlu’nda da bulunduğunu söylüyor.Bu belgeye göre, merkezi Tunceli olan Kureyşan Ocağı’na bağlı 12 kol vardı.1) Delsinler-Delihasanlar kabilesinden Horembey adıyla anılan oymağın başı Cafer;2) Alan kabilesinden Burkent oymağı ve başları Teymur;3) İlyas kabilesinden Han adıyla tanınan oymağın başı Hüseyin;4) Milli kabilesinden Bozkır oymağının başı Muhammed;5) İzol kabilesinden Üç Ayak oymağı ve başları Abdullah;6) Haydaran kabilesinden Bedirhan oymağı ve başları Ali;7) Karsan kabilesinden Hançer oymağının başı Mustafa;8) Lal kabilesinden Baykara oymağından İbrahim;9) Çakır Tahir kabilesinin başı Mahmut;10)Dedo kabilesinden Börek Uzun oymağı ve başları Muhammed;11)Zurvet kabilesinden Duvar Dana oymağından Yusuf;12)Medin kabilesinden Dik Kınalı oymağın başı Abbas. Kemal Kılıçdaroğlu’nun ailesi, Kureyşan Ocağı’nın Haydaran Aşireti’ne mensuptu. “Konya-Tunceli etle tırnak gibiydi” Programda söz alan Kureyşan Ocağı Gaziantep, Adıyaman koluna mensup Zülfikar Dedeoğlu şu bilgileri veriyor:“Benim edindiğim bilgilere göre de ilk Nazımiye Zeyrek Köyü’ne yerleşiliyor. Bazı olaylar nedeniyle bazı kollar buradan göç ediyor; Gaziantep’in Şaraküstü (Şehre Küstü) mahallesine yerleşiyorlar. Daha sonra besicilik yaptıklarından Yavuzeli kazasının Kayabaşı Köyü’ne göçüyorlar. Burada halen Kureyşan türbesi var. Bülbül Köyü’nde de türbemiz vardır.”Zülfikar Dedeoğlu, Adıyaman Terman, Kuşakkaya, Kındıralı yerleşkelerine nasıl göç edildiğini; bugün hala Adıyaman ve Malatya’daki Kureyşan Ocağı’na bağlı aşiretlerden bahsettikten sonra Prof. Alemdar Yalçın, Kureyşan Ocağı’nın Konya ve Akşehir’deki bulunuş hikayesini bir tespitte bulunarak şöyle anlatıyor:“Tunceli ile Konya ilişkisini sözlü gelenekte duyduğumuzda inanamamıştık. İşte bu bizim tarihimizi nasıl ihmal ettiğimizin en önemli göstergesidir. Size bir doktora tezinden bahsedeceğim; ‘Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar’ Rudi Paul Lindner isimli araştırmacı 1500 tarihli Osmanlı tahrir defterlerine girerek Kureyşan Ocağı’nın Konya’daki izlerini ortaya çıkardı. Konya ve Tunceli o zamanlar etle tırnak gibiydi; ayrılmaz iki parçaydı. Kureyşan Ocağı’nın bilginler kolu Konya’da yaşıyordu.”Ve konu Kureyşan Ocağı’nın bilginler koluna geliyor.Burada bir isimden bahsediyorlar: Seyyid Mahmud Hayrani… Seyyid Mahmud Hayrani Kureyşan Ocağı’nın en önemli temsilcilerinden Seyyid Mahmud Hayrani, bir süre Hz. Mevlana’nın yanında kalmış, onun hizmetinde bulunmuş ve ondan feyz almıştı. Mahmud Hayrani, daha sonra Akşehir’e giderek inzivaya çekilmek istemişse de kapıldığı ilahi aşkın tesiriyle cezbeye tutularak dağlara düşüp, bir süre dolaştıktan sonra Akşehir’e dönmüştü.Hayrani’yi çok seven Hz. Mevlana, vefatına kadar onu hiç unutmamış, gelip gidenlere hep onu sormuştu.Pek çok kerametinden bahsedilen Hayrani, 1268 tarihinde vefat etmiş; Sultan Dağı’nın eteklerinde, adını taşıyan, Sultan Mahallesi’ndeki türbesine defnedilmişti.Bakınız laf lafı açıyor; yazmalıyım; bu türbede mevcut, Türk tahta işlemecilik ve oymacılık sanatının şaheseri olarak kabul edilen üç sanduka, Konya’da oturan Alman Konsolosu’nun planıyla çalındı ve bunlar yurt dışına çıkarılırken ikisi yakalanarak İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesine’ne kondu. Çalınan diğer sanduka ise halen Kopenhag İslam Eserleri Müzesi’nde sergileniyor!Bir not daha eklemeliyim: Seyyid Mahmud Hayrani’nin türbesi 1960’da restore edilmeye başlanmış sonra nedense yarım bırakılmıştır!Evet, konumuzu dağıtmayalım.TV programında, Kureyşan Ocağı önemli temsilcisi Seyyid Mahmut Hayrani’ye geniş yer ayrıldı. Çünkü hayat hikayesine girildikçe altından, Fatih’in Sadrazamı Sinan Paşa ya da Nasrettin Hoca gibi tarihimizdeki önemli isimler veya İstanbul Kadıköy adının nereden geldiği gibi konular çıktı.Kureyşan Ocağı mensubu Kemal Kılıçdaroğlu’nun akrabaları arasında bakalım daha kimler vardı?..  Kemal Kılıçdaroğlu’yla Nasrettin Hoca akraba mı  Asıl adı, “Ahi Evren” idi.Kendisine tutkuyla bağlı Anadolu Türkmenleri tarafından “Hace Nasreddin” ismiyle bilindi.Moğollar’a karşı mücadele verirken, 1261 yılında şehit oldu. Bu saldırıdan kurtulan talebeleri, bugün bilinen esprili hikayelerini yaydılar ve düşüncelerini Hace Nasreddin ismiyle yaşattılar.Nasrettin Hoca, Seyyid Mahmud Hayrani’yle aynı dönemde yaşadı.Bu mini bilgilerden sonra dönelim TRT Avrasya’daki programda sözün nasıl Nasrettin Hoca’ya geldiği konusuna:İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey (1407–1459), Kureyşan Ocağı’ndan Seyyid Mahmud Hayrani’nin torunlarındandı. O da Sivrihisarlı’ydı.İstanbul’un Kadıköy ilçesi ismini, kadılık yapan Hızır Bey’e bu yörenin Fatih tarafından arpalık olarak tahsis edilmesinden almıştı.Hızır Bey kadılık yaparken vefat etti.Hızır Bey’in üç oğlundan biri, Fatih Sultan Mehmed’in sadrazamlarından Sinan Paşa (1441-1486) idi.Seceresi şöyleydi: Hoca Sinanüttin Yusufbin Hızırbin kadı Celaleddin bin Seyit Mahmut Hayrani.Sinan Paşa da Sivrihisarlı doğumluydu.Genç yaşta devlet kadrosunun en üst makamlarına çıktı; Fatih Sultan Mehmed’in Sadrazamı oldu.Ancak hala bilinmeyen nedenle arası açıldı; idama mahkum edildi; araya alimler girdi; İstanbul dışına çıkması şartıyla affedildi. Sinan Paşa da doğduğu Sivrihisar’a gitti.Parantez açıp yazmalıyım: Sinan Paşa’nın “Tezkiretü’l Evliya” adlı eserinin üzerine kim doktora tezi yaptı biliyor musunuz; Celal Bayar’ın Türkolog torunu Emine Gürsoy Naskali.Konuyu fazla dağıtmadan TRT Avrasya’daki programda Prof. Alemdar Yalçın’ın söylediklerine bakalım:“İki değerli araştırmacımız Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu ve Prof. Dr. Mertol Tulum çalışmalar yapmışlar ve Seyyid Mahmud Hayrani’yle Nasrettin Hoca’nın bağlantılı olabileceğini söylüyorlar. Ama kesin bir kanıt yok. Seyyid Mahmud Hayrani’nin Sivrihisar’dan yola çıkarak (yine bir Horasanlı olan) Hacı Bektaşi Veli’ye gidişi; Sinan Paşa’nın Sivrihisar’a gelişi; Hızır Bey’in Sivrihisar’la bağlantısı, tüm bunları bilim adamlarımızın araştırması gerekiyor.”Nasreddin Hoca’nın Türkmenliği konusunda hiçbir araştırmacının kafasında tek soru işareti yok.Tuncelili olduğu için Kemal Kılıçdaroğlu’nun kimliği konusunda çoğu kişi nedense önyargılı davranıyor. Dersimlilerin Horasanlı olduğunu; Zazaca’nın Kürtçe olmadığını bu sayfada daha önce yazdım. (“Zazaca Kürtçe Değildir” 20.12.2009 Hürriyet)Bakınız, kimsenin etnik kimliğiyle bir sorunum yok; kişi kendini hangi kimlikte görüyorsa öyledir.Benim karşı çıktığım önyargılardır.KILIÇDAROĞLU SEYYİD Mİ Doğu ve Güneydoğu’da neredeyse her ailenin kendisini, Hz. Muhammed’in akrabası sayıp “Seyyid” dediğini yazıp bunun gerçek olamayacağını yazmıştım. (“Çakma Seyyidler” 23.11.2008 Hürriyet)Bu nedenle Kuşeyran Ocağı’nın “Seyyid” olup olmadığı konusunda temkinli davrandım. Acaba Horasan Seydi’den geldikleri için mi “Seyyid” adını aldıklarını düşündüm.Bu notumdan sonra dönelim TRT Avrasya’daki programa…Prof. Dr. Alemdar Yalçın program sonunda seyircilerin sorularına yanıt veriyor.İzleyiciler; Hz. Muhammed’in mensubu olduğu Kureyş kabilesiyle, Horasan’dan gelen Kureyşan (Kureyş) arasında akrabalık olup olmadığını merak ediyorlar.Prof. Yalçın bu soruyu şöyle yanıtlıyor:“(12 İmamlar’dan) İmam Musa Kazım’ın 24 çocuğu vardı. Bu 24 çocuğundan bir kısmı kız alıp kız verme durumu dolasıyla Horasan’daki kabilelerle akraba oldu. Yani bağlantı İmam Musa Kazım’a kadar gidiyor. Ancak bizim ele aldığımız Kureyşan (Kureyş) ile Hz. Muhammed’in mensubu olduğu Kureyş aynı değil. İlgilerinin olduğunu sanmıyoruz. Ya da şimdilik bilmiyoruz diyelim.” Kılıçdaroğlu’nun Seyyid olup olmadığını bilmiyoruz.Fakat bildiklerimiz de var:12 İmamlar ile akraba olduğu düşünülen Kureyşan (Kureyş) Ocağı’nın nasıl Müslüman olduğu belli miydi?Evet, Zerdüşt/Yezidi olan Horasan’daki Deylaman (Dersim) halkı 873'te Müslüman oldu.917'de ise Caferi Sadık mezhebini / Aleviliği kabul ettiler.13’üncü yüzyılda Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya geldiler.Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, “Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650)” adlı çalışmasının 4’üncü cildinde Kureyş Ocağı’nın Oğuzlar’ın Bozok kolunun Beğdili boyundan gelen Türkler olduğunu yazıyor.Beğdili Türkmenler’i Anadolu’da geniş bir alana yayılmışlardı: Adana, Afyon, Aksaray, Akşehir, Ankara, Antakya, Aydın, Antep, Birecik, Yozgat, Çorum, Diyarbakır, İçel, karaman, Kayseri, Kırşehir, Kilis, Konya, Kütahya, Malatya, Maraş, Mardin, Muğla, Niğde, Samsun, Sivas, Tarsus, Urfa.Anadolu’daki Oğuz Boyları içinde Beğdili büyüklük olarak; Avşar, Yıva, Kayı, Bayad’tan sonra beşinci sırada gelmekteydi.Benzer çalışmayı Başbakanlık Arşivi Belgeleri’nde yapan Cevdet Türkay da, “Oymak, Aşiret ve Cemaatler” adlı çalışmasında, Kureyş Ocağı’nın Akşehir Sancağı’na bağlı olduğunu belirtiyor. Türkay da Kureyş Ocağı’nın Türkmen olduğunu yazıyor.Uzatmayalım:Kim kendini hangi kimlikte görüyorsa odur.Öncelik, insan olmaktır!Kemal Kılıçdaroğlu etnik kimliğiyle değil Türkiye’ye vereceği hizmetle değerlendirilmelidir.

Yazının Devamını Oku

Kaset komplosunu kim hazırladı

16 Mayıs 2010
Geçen haftanın gündeminde, Baykal’a kaset komplosu, Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in enerji antlaşmaları için gelmesi ve Anayasa değişiklik paketini Cumhurbaşkanı Gül’ün onaylamasıyla yüksek mahkeme yolunun açılması vardı. Peki, dünyanın gündeminde ne vardı? İşte bu soruyu bilenler, Türkiye gündemindeki bu üç olayın aslında nasıl birbiriyle ilgili olduğunu hemen kavrar. Nasıl mı?

ÖNCE bazı sorularım var:

Hangi ülkelerin petrol rezervi ne kadar:
· Suudi Arabistan yüzde 21
· İran 11.2
· Irak 9.3
· Kuveyt 8.2
· Birleşik Arap Emirlikleri 7.9
· Venezüella 7.0
· Rusya 6.4

Hangi ülkeler yılda ne kadar petrol tüketiyor:
· ABD yüzde 23.9
· Çin 9.3
· Japonya 5.8
· Hindistan 3.3
· Rusya 3.2
· Almanya 2.8
· G. Kore 2.7
· Fransa 2.3
Bir sorum daha var...

Hangi ülkelerin gaz rezervi ne kadar:
· Rusya yüzde 25.2
· İran 15.7
· Katar 14.4
· Suudi Arabistan 4.0
· Birleşik Arap Emirlikleri 3.4
· ABD 3.3
· Nijerya 3.0...

Hangi ülkeler yılda ne kadar gaz tüketiyor:
· ABD yüzde 22.6
· Rusya 15.0
· İran 3.8
· Kanada 3.2
· Japonya 3.1
· Almanya 2.8
· İtalya 2.7
· Çin 2.3...
Hangi ülkenin ne kadar üretip ne kadar tükettiğini analiz edemeyenler, bugün, ne Türkiye’deki ne de dünyadaki siyasal olayları değerlendirebilir.
Bir ülke için enerji hayattır, ekonomik olarak büyümedir, kalkınmadır ve bağımsızlıktır.
Osmanlı Devleti bunu bilmediği için enerji deposu bölgelerini avucunun içinden İngilizlere kaptırdı.
Diyeceksiniz ki, “Hadi bu tablolara bakınca Rusya Devlet Başkanı Medvedev’in gelişini, enerji antlaşması yaptığını vs. anladık da, Baykal’a kaset komplosuyla bu enerji rakamlarının ne ilgisi var, onu anlayamadık?”
Bekleyiniz biraz...

Bu para niye harcanıyor

Berlin Duvarı’nın yıkılıp Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, dünya tekrar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayıp I’inci ve II’nci Dünya Savaşı’yla süren eski kanlı paylaşım dönemine girdi.
Bugün dünyada küresel güç dengeleri enerji paylaşımı nedeniyle yeniden kuruluyor.
Meselenin bizi ilgilendiren bölümü ise şudur:
Türkiye, dünya petrol rezervinin toplam yüzde 61’inin bulunduğu Ortadoğu’dadır.
Türkiye, gaz rezervinin toplam yüzde 66.5’inin bulunduğu Rusya ile Ortadoğu’nun hemen yanı başındadır.
Bugün hep sorudan gidelim:
Bu enerji kaynakları üzerinde en çok kim denetim kurmaya çalışıyor?
Yanıt basit, en az üretip en çok tüketen, yani enerjiye en çok ihtiyacı olan ABD!
ABD enerji alanlarındaki açıklarını iyi niyet mesajları, güler yüzlü diplomasiyle mi kapatıyor-gideriyor? Tabii ki hayır.
O halde bunu nasıl sağlıyor?
Silahla! Ya korkutarak ya da gerektiği zaman Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi müdahale ederek.
“Dünya jandarmalığı” da öyle kolay değil, çok para istiyor.
Bu nedenle:
ABD’nin askeri harcamaları dünya toplamı içinde 41.5’tir (607 milyar dolar). İkinci Çin’in 5.8, üçüncü Fransa’nın 4.5, dördüncü İngiltere’nin 4.5, beşinci Rusya’nın 4.0, altıncı Almanya’nın 3.2, yedinci Japonya’nın 3.2, sekizinci İtalya’nın 2.8, dokuzuncu S. Arabistan’ın 2.6, onuncu Hindistan’ın 2.1’dir.
ABD’nin 60 ülkede 800 askeri üssü var.
1999-2009 yılları arasında ABD askeri harcamaları yüzde 66.7 arttı.
Yani rakamların dili diyor ki, ABD silahını gösterip korkutarak enerji ihtiyacını gidermeye çalışıyor.
Ancak sıkıntıları var.
Birincisi...
ABD’nin bu ağır silah harcamasının altından kalkacak ekonomik gücü giderek tükeniyor. 1980 başındaki Başkan Reagan döneminde öne çıkan finansal piyasalar ve serbest piyasa ekonomisi 2008 finans kriziyle çöküyor.
ABD çöküşü, yıllardır karşı çıktığı kamulaştırma yaparak önlemeye çalışıyor. Devletleştirmenin faturası sadece geçen yıl 850 milyar dolar! Neyse, sizi rakamlara boğmayayım.
Demem o ki, ABD on yıl önceki ABD değil, hızla yoksullaşıyor.
Bu nedenle askeri müdahaleleri biraz müttefiklerinin üzerine yıkmaya çalışıyor.
Bunlardan biri Türkiye...
ABD, aynı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kendine gözü kapalı biat edecek bir Türkiye istiyor.
Nasıl istediğinde, Kore’ye hemen asker gönderdi ise yine talep ettiğinde Mehmetçik’i cepheye sürmesini istiyor.
“Netekim” istedi.
Ancak Irak Savaşı öncesi 1 Mart 2003 Tezkeresi TBMM’den geçmedi.
İşte bu tarih Türkiye için bir kırılma noktası oldu.

ABD çok kızdı. Suçlu aramaya başladı. Olağan suçlular şunlardı:
a- TSK
b- CHP, MHP gibi bazı partiler
c- AKP içindeki bir grup (ki bunlar 2007 seçimlerinde milletvekili yapılmadı)
d- Atatürkçü Düşünce Derneği gibi bazı sivil toplum kuruluşları, üniversiteler
e- Hepsi
Yanıtını biliyorsunuz, “e” şıkkı.
Evet, yavaş yavaş kaset komplosuna geliyoruz...

ABD çok kızdı

ABD 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’ten geçmemesine “haklı” olarak kızdı!
Çünkü adamlar, Saddam’a karşı yapacakları askeri müdahaleye destek vermeyeceğini açıklayan Başbakan Bülent Ecevit’i bu nedenle düşürmüşlerdi.
Sandılar ki, yeni iktidar isteklerini kayıtsız yerine getirecek.
Aksilik. Olmamıştı. Üstelik...
Türkiye kamuoyunda ABD karşıtı sert bir hava oluşmuştu.
Toplumsal muhalefet örgütlenmeye başlamış, milyonlarca kişinin katıldığı mitingler organize edilmişti. “Ilımlı İslam” dayatması bu muhalefeti daha da büyütmüş, güçlendirmişti.
ABD, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun tam ortasındaki Türkiye’yi kaybedemezdi.
O halde ne yapılacaktı?
Türkiye’yi Soğuk Savaş’ın başlangıcında yaptığı gibi yeniden “kurgulayacaktı”.
Yani muhalif herkes susturulacaktı.
Siyasi parti genel başkanları, üniversite sahipleri, rektörler, dekanlar, öğretim üyeleri, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı gibi sivil toplum kuruluşları, gazeteciler, medya sahipleri, işadamları ve askerler gibi tüm muhalifler susturulacaktı.
Bunu yaparken, dünya kamuoyunu ikna etmek için Rahip Santoro, Hrant Dink gibi suikastlardan, darbe söylentilerinden yararlanılacaktı.
New York neolibarellerinin “papağanı” Türkiye’deki liberallerin, cemaatlerin, yeni kurdurduğu gazetelerin ve TV’lerin desteğini alacaktı.
Ve büyük oyun tezgâha kondu.
Türkiye tarihinin en büyük cadı avı başlatıldı.
Cezaevine tıkılan, susturulan herkesin ortak noktası, ABD politikalarına karşı olmalarıydı.

Bir adam

Bu toz bulutunun arasından bir adam çıktı.
“İnanmıyorum” dedi.
Darbeye, Ergenekon’a, Balyoz’a, Kafes’e, tertip planlarına “İnanmıyorum” dedi.
Bağımsızlıktan, demokrasiden, laiklikten, cumhuriyetten ödün vermeyeceklerini açıkladı.
Hep adalete güvendiğini söyledi.
Ulus-devletlerin bağımsız müdahale olanaklarını kısıtlayan neoliberal politikalara sırtını döndü. Rant ekonomisine dönüştürülen özelleştirmelere karşı hukuk mücadelesi başlattı.
Gerginlikler çıkaracağı belli olan ve Türkiye’yi içe döndürüp istikrarsızlaştıracak her dayatmaya yılmadan karşı çıktı.
1990’lı yıllarda Ruanda’da 800 bin Tutsi’nin, Bosna’da 325 bin insanın soykırıma uğramasını seyredenlerin, gündeme getirmeye çalıştıkları “Ermeni soykırımı” iddialarını elinin tersiyle itekledi.
Çekoslovakya’nın, Yugoslavya’nın bölünmesini alkışlayanların, Kıbrıs’ın bölünmesine şiddetle karşı çıkmalarındaki ikiyüzlülüğü suratlarına vurdu. Kıbrıs’ın, Azerbaycan’ın yanında durdu.
ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Büyük Ortadoğu Projesi’yle 22 ülkenin haritasını değiştirmeyi hedeflediklerini söylediğinde, Türkiye’nin bir karış toprağını vermeyeceklerini haykırdı.
Kürt sorununu Şeyh Barzani’ye havale edenlere tepki gösterdi.
“Sizin en büyük ihraç kaleminiz Mehmetçik” deyip kapalı kapılar ardından hükümete milyar dolarlar vermeyi teklif edenlerin oyununu bozdu.
Türkiye’nin Ortadoğu’da kanlı tezgâhlar içine çekilmesini isteyen Batılı diplomatlara randevu bile vermedi. Bağımsızlıkçı bir dış politikadan yana oldu.
Toplumda yaratılmaya çalışılan korkunun üzerine gitti.
Hukuk rejimini değiştirmeyi amaçlayan Anayasa değişikliklerine karşı çıktı.
Muhalefeti tekrar toplayıp CHP’yi iktidara aday parti yaptı.
Ve fakat...
Düşman hiç beklemediği bir yerden vurdu.
Şimdi siz hâlâ soruyor musunuz?
Deniz Baykal’a bu hain pusuyu kimlerin kurduğunu?
Cadı avı sürüyor...

KEMAL KILIÇDAROĞLU KAMİL KIRIKOĞLU’NU TANIYOR MU?

CHP kongresi kimi genel başkanlığa getirecek?
Siyasi spekülasyonlar kongreye kadar sürecek mi?
Bunu önleyecek tek isim var: Deniz Baykal.
Ancak.
Benim yazmak istediğim konu bu değil.
Sizi yıllar öncesine, 1971’e götürmek istiyorum.
12 Mart’ta darbe yapıldı. Başbakan Demirel istifa etti.
CHP’den istifa eden Nihat Erim başbakanlığa atandı.
CHP lideri İsmet İnönü, MİT Müsteşarı Fuat Doğu’yla görüştükten sonra hükümeti destekleme kararı aldı.
Bunu öğrenen Bülent Ecevit genel sekreterlik görevinden istifa etti. Siyasi hayatının artık bittiğini düşünüyordu.
Bülent Ecevit’i o ruh halinden çıkarıp, umutsuzluktan çıkarıp CHP Genel Başkanlığı’na oturtan bir isim vardı: Kamil Kırıkoğlu...
Kırıkoğlu kimdi?
1914 Adıyaman doğumluydu.
Babası alay müftüsü Şevki Hoca’ydı.
Annesi Emine Hanım’ı genç yaşında veremden kaybetti.
Malatya’da, Bursa Askeri Işıklar Lisesi’nde yatılı okudu.
Tıbbiye’yi seçti. Askeri doktor oldu.
Öğrenciliği sırasında bir kızı sevdi, nişanlandı.
Fakat kız kalp hastasıydı, kriz geçirdi, yatağa bağlı yaşamaya başladı. Yine de aşkını öyle bırakmadı, evlendi. Eşini nikâhtan bir gün sonra kaybetti.
Acısını kendini mesleğine vererek gidermeye çalıştı.
Bir arkadaşının verdiği, İtalyan yazar İgnazio Silone’nun yazdığı, çevirisini Sabahattin Ali’nin yaptığı “Fontamara” adlı kitap hayatının değiştirdi.
Mesleki kitaplar yanında siyasi eserler de okumaya başladı.
Bir vali kızı olan, iki çocuk annesi Belkıs Hanım’la evlendi.
Binbaşı iken ordudan ayrıldı.
Siyasete atıldı. 1954’te CHP Malatya Milletvekili oldu.
İsmet İnönü’yle ilk tanışmalarında söze, “Paşam takdir buyurursunuz ki, Türkiye’de sınıf partileri olmadığı için” diye başlayınca İnönü, “Anlamadım ne dediniz” diye hışımla sorunca Kırıkoğlu CHP’nin nasıl bir parti olduğunu anladı.
Ama solculuğu hiç bırakmadı.
“Ortanın Solu” kavramını CHP’ye kabul ettiren isimlerin başında geldi.
Ecevit’le tanışması
Kamil Kırıkoğlu ile Bülent Ecevit CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nde tanıştılar. 1950’lerde başlayan ilişkileri yıllar içinde güçlendi.
Ve gün geldi Kırıkoğlu, Bülent Ecevit’i İsmet Paşa’nın karşısına rakip çıkardı.
Yıl 1971.
Genel sekreterlikten ayrılan Ecevit, İsmet Paşa’nın karşısına çıkmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu. Tek düşüncesi vardı. Parti kurmak: “Çalışanlar Partisi”.
Kırıkoğlu bu umutsuz havayı dağıtacaktı.
O da en az İsmet Paşa kadar usta bir politikacıydı.
Kişilerin değil fikrin peşindeydi.
Bu nedenle kendisinin genel başkan, Ecevit’in ise genel sekreter olması tekliflerine karşı çıktı. Lider ağırlıklı partilerin çağın gerisinde kalacağını düşünüyordu.
“Partiyi; bir şef partisi, partililerin emir kulu robotları olmak bahtsızlığından kurtarmak için sonuna kadar direneceğiz. Genel başkanın tüzük dışı isteklerine hep ‘Hayır’ dedim. İnönü’ye saygı onun yetkilerine saygı demektir, bunun ötesi ortaçağ köleliği, mürailik, dalkavukluktur. Bu partinin şahıs partisi olmayacağını herkesin bilmesi zamanı gelmiştir.”
Kazanacağından hiç umudu olmayan Ecevit’i de ikna edip İsmet Paşa’nın karşısına çıkardı.
Değişimin zaferi
Kamil Kırıkoğlu CHP’de büyük bir değişim olsun istiyordu.
CHP “Ortanın Solu”nda değil “Demokratik Sol” bir parti olsun istiyordu.
“NATO’nun dışında milli bir askeri strateji ve ulusal çıkarlarımıza uygun bağımsız bir politika inşa etmeliyiz. CHP, ABD ile ilişkilerinde NATO ittifakı sınırları dışına çıkan ikili antlaşmaların tasfiyesini açık bir amaç olarak saptamak zorundadır. Bu ulusal bağımsızlığımızın vazgeçilmez bir koşuludur. Geçmişte izlenen tereddütlü, belirsiz tutumun sürdürülmesi halinde, belli bir dış konjonktürün CHP’yi bu konuda tutucu partilerin gerisine düşürmesi imkân dahilindedir.”
Kamil Kırıkoğlu CHP’de değişimin, derlenip toparlanmanın, halkla bütünleşmenin öncü isimlerinden biriydi.
CHP’deki “göbekçi takımı” onlara “baldırı çıplaklar” diyordu.
Ve o baldırı çıplaklar...
14 Mayıs 1972’de Bülent Ecevit’i CHP Genel Başkanlığı’na taşıdılar.
En önemli rolü kuşkusuz Kamil Kırıkoğlu oynadı.
Sonra...
Türkiye siyasetinde hep yaşanılan bir olay gerçekleşti, Kırıkoğlu CHP’den uzaklaştırıldı!
Kısa bir süre sonra da 28 Kasım 1979’da öldü.
Bugün CHP’de onu tanıyan Kemal Anadol’dan Ali Topuz’a kime sorsanız size aynı yanıtı verir: Adam gibi adamdı.
Kamil Kırıkoğlu, “Kişiler kendi kültürleri, becerileri ve kişiliklerine uygun görev üstlenmedikleri sürece, gerçek kimliklerini ortaya koyamazlar” derdi hep.
Kemal Kılıçdaroğlu, Kamil Kırıkoğlu’nu tanıdı mı acaba?
Keşke tanısaydı...
Yazının Devamını Oku

CHP içindeki gizli düşman

9 Mayıs 2010
Hiç düşündünüz mü: Kamuoyunun büyük bir bölümü, 8 yıldır iktidarda olan partiyi muhalefette sanıyor!

CHP’yi ise yıllardır iktidardaymış gibi, tüm sorunların müsebbibi olarak görüyor. Niye? İşte CHP’nin temel sorunu bu. Kamuoyundaki kafa karışıklığının sebebi, CHP’nin 9 Mayıs 1935’teki kongre kararlarında gizli...

 

ÖNCE bir tespit yapmalıyım:

CHP...

Cephede savaşmış bir partidir.

Kurtuluşu gerçekleştirmiş bir partidir.

Kurucu bir partidir.

Büyük dönüşümü sağlamış bir partidir.

Yazının Devamını Oku

Behice Boran 100 yaşında

2 Mayıs 2010
Uğur Mumcu, “Ne ilginç rastlantı” der, “siyasal kişiliğiniz doğum tarihinizle başlamış.” Mayısın “ilk günü” doğdu. Amerikan Koleji’ni birincilikle bitiren “ilk” Türk kızı oldu. Cumhuriyet’in “ilk” öğretmenlerindendi. “İlk” kadın sosyologdu. Üniversiteden kovulan “ilk” kadın öğretim üyesiydi. Parti genel başkanlığı yapan “ilk” kadındı. TBMM ve Avrupa Parlamentosu’ndaki “ilk” sosyalist Türk kadın milletvekiliydi. Sürgünde ölen “ilk” kadın Marksist kuramcıydı. İşte bir devrimcinin hikâyesi...

TARİH: 1 Mayıs 1979.
Hükümet, İstanbul’da 30 saat süreyle sokağa çıkma yasağı ilan etti.
Behice Boran 69 yaşındaydı.
Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı’ydı.
Yasağın, işçi sınıfının hak ve özgürlükleri uğruna yıllardır verdiği mücadelenin kırılması anlamına geldiğini açıkladı. Bir yurttaş olarak Taksim’de olacaktı.
Partili arkadaşlarıyla DİSK önünde buluşup Taksim’e yürüyüşe başladıklarında, ilk polis dipçiğini o yedi. Yere düştü. Beyaz saçlarından kan sızıyordu yüzüne. Zorlukla ayağa kalktı.
Polisler evine götürmek istedi. Reddetti. Arkadaşlarını yalnız bırakmayacaktı.

Yazının Devamını Oku

Köylü, eşraf için savaşmak istemiyor

25 Nisan 2010
Türkiye’nin mutat gündem konularından biri: Bedelli askerlik! Başbakan Erdoğan, Orgeneral Başbuğ ile görüştükten sonra bedelli askerliği gündemlerinden çıkardıklarını açıkladı. Bundan 90 yıl önce de bu konu Birinci Meclis’in gündemine getirildi. Bedeli ise altı ay için 200 lira, 1 tüfek ve 100 fişek idi. Geliniz, TBMM’nin gizli celse zabıtlarına bakalım, Mustafa Kemal’in tavrını öğrenelim...

TARİH: 23 Nisan 1920.
Büyük Millet Meclisi açıldı.
Anadolu’daki işgal sürüyordu...
Dinciler ayaklanmıştı...
Padişah yanlısı Kuvay-ı İnzibatiye ulusal güçlere karşı harekete geçmişti...
Doğu’da Ermeni isyanları ve işgalleri durmuyordu...
İstanbul basını kin kusmaya devam ediyordu...

Yazının Devamını Oku

Keşke futbolcu İlhan Mansız’a sorsalardı...

18 Nisan 2010
Türkiye’de son dönemde sık karşılaştığımız “moda” bir söylem var. Dinsel öğelere ağırlık veren bu söylemin hedefinde laiklik var. Laikliği, -salt bize özgüymüş gibi- Kemalist Devrim’in “icadı” gösteriyorlar! Ve hep takdir ederek Japonya örneğini veriyorlar: “Geleneklerini hiç değiştirmeden Batı medeniyetinin sadece kendilerine yarar teknolojisini aldılar. Bizde türban yasak ama Japon kadınları hâlâ kimono giyiyor.” Gerçekler öyle mi, yoksa saptırma mı? Ya da bilgi yetersiz mi? Bakalım...

ÖNCE iki Japon olgusunu yazayım:
Bir, Japonya ulus-devlettir...
İki, Japonya laiktir...
İnsanoğlunun nesnel olguları değil, inanmak istediklerini kabul ettiği bir gerçek. Bizim insanımızın Japonya üstüne bilgileri büyük ölçüde “şehir efsanelerine” dayanıyor. (Örneğin kimimiz Japonların merhum Barış Manço’ya hayran olduklarını ve adını hiç unutmadıklarını sanıyor! Buna inanmak hoşumuza gidiyor. Oysa Japonların tanıdıkları tek sanatçımız Fazıl Say’dır. Tam 7 CD’si en çok satanlar listesine girmiştir.)
Japonlar pek anlaşılmadıklarını şu cümleyle ifade ederler: “Japonya, balinaya benzer; denizde yaşar ama balık değildir; balığa benzer ama memelidir!”
Japonları “bu hale” getiren, “anlaşılmaz” kılan bir asırdır sürdürdükleri hızlı uygarlaşma serüvenleridir.
Geliniz Japonya’nın bu süreçteki din-devlet ilişkilerine göz atalım, laiklik toplumsal yaşamın nirengi noktası nasıl oldu, laik hukuk düzeni nasıl kuruldu,

Yazının Devamını Oku

Yılmaz Erdoğan’ın kafası niye karışık

11 Nisan 2010
Sanatçı Yılmaz Erdoğan son dönemlerde televizyon ekranlarında sıkça görülüyor. Siyasal meseleler üzerinde konuşmaktan çekinmiyor. İyi de yapıyor. Sanatçı ülkesinin meselelerine duyarlı olmalıdır. Yalnız bazı siyasal kavramlar konusunda Yılmaz Erdoğan’ın kafası karışık görünüyor. Karışıklık sadece ona ait değil. Bir “alerjik” durum var kimi Kürt aydınında...

KİMSENİN akıl hocalığına soyunacak değilim.
Düşünmenin öğrenilebildiğini bildiğim için yazıyorum.
Yılmaz Erdoğan “özgürlük” tanımını yanlış kullanmaktadır. Yalnız değildir, çoğu “solcu” aynı hataya düşmektedir. Solculuğu bilmemektedirler!
Yok hayır, Marksist terminolojiye sarılıp, özgürlük tanımı yapacak değilim.
İkna etmek için hemfikir olacağımız bir kaynağa başvuracağım; Türk Dil Kurumu sözlüğündeki “özgürlük” tanımını aktaracağım:
1) Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu; serbesti.
2) Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu; hürriyet.

Yazının Devamını Oku