Somer Sivrioğlu

Gastronomi üzerinden daha iyi bir dünya yaratmak için...

10 Aralık 2022
Gastromasa yedi yıl içinde dünyanın en önemli dört gastronomi kongresinden biri haline geldi. Sayısını yazamayacağım kadar fazla Michelin yıldızlı şef, bu konferanstaydı, ben de takip edebildiğim kadar çok konuşmacıyı takip etmeye çalıştım. Ama beni üzen bir şey oldu. Konferansa giden gastronomi öğrencilerinden çoğu zamanını, belki de kariyerlerine damga vuracak bu konuşmacıları dinlemek yerine dışarıdaki stantlarda ürün tadımı için sıraya girerek geçirdi...

Gastromasa konferansının 7’ncisi Haliç Kongre Merkezi’ndeydi. Kurucusu sevgili Gökmen Sözen, 2016 yılındaki konferansa beni, o zamanlar Bangkok’ta şeflik yapan Fatih Tutak ve Handicap Restoran’ıyla Almanya’da ilk Michelin yıldızını alan dostum Serkan Güzelçoban’ı davet etmiş, ‘Yurtdışında Ses Getiren Şefler’ panelinde konuşmacı olmuştuk. Gökmen’in benim için en önemli özelliği diğer organizatörler gibi trendleri takip etmek yerine o trendleri yöneten bir vizyona sahip olması. O zamanlar sektör dışında kimse bizi tanımazken bizi bu organizasyona dahil etmişti. Bugün, Fatih Tutak İstanbul’da 2 Michelin yıldızını alan tek restoran TURK’un başında, ben 5 yıldır Türkye’nin en çok reyting alan ve gastronomiye yön veren programının jüri üyesiyim, Serkan’sa Almanya’daki şeflik kariyerine başarılı bir şekilde devam ediyor.

Gastromasa yedi yıl içinde dünyanın en önemli dört gastronomi kongresinden biri haline geldi. Bu sene dünyanın en iyi 50 restoranından (The World’s 50 Best Restaurant) 10’unun şefi ve sayısını burada yazamayacağım kadar fazla Michelin yıldızlı şef, bu konferansa konuşmacı olarak katıldı. Sevgili Mehmet Yalçınkaya’yla ben de Gökmen’in moderatörlüğünde gerçekleşen, ‘Televizyon Şeflerinin Sektöre Katkısı’ konulu panelde güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Konferansın bu yılki teması ‘Sürdürülebilirlik ve Biyoçeşitlilik’ti. Türkiye’den ve yurtdışından yüzlerce konuk, kendi branşları dahilinde sürdürülebilirlik ve biyoçeşitliliği tartıştı. Şaraptan kakaoya, coğrafi işaretli ürünlerden doğru tarımın geleceğine kadar bu tema altındaki her konunun tartışıldığı seminer; gastronomi üzerinden daha iyi bir dünya yaratmak için hepimizin umutlarını yeniden yeşertti.

Bu kadar çok konuşmacının olduğu ve kısıtlı zamanımın olduğu program içerisinde takip edebildiğim kadar çok konuşmacıyı takip etmeye çalıştım. Beni biraz üzen konulardan biri de bu yoğunluğuma rağmen zaman ayırıp gittiğim bu konferansta oraya katılan gastronomi öğrencilerinden çoğunun zamanını, belki de kariyerlerine damga vuracak ve ilham verecek bu konuşmacıları dinlemek yerine dışarıdaki stantlarda ürün tadımı için sıraya girmeleriydi.

Dikkatimi en çok çeken konuşmalardan ilki, dünyada en saygı duyduğum şeflerden; Brezilya’daki Amazon ormanlarından ilham alan ve D.O.M. restoranının şefi Alex Atala’nın konuşmasıydı. Atala panelin en çarpıcı konuşmalarından birini yaptı. Paraya verdiğimiz değeri neden gıdaya vermediğimizi, parayı asla atmazken gıdayı atma konusunda gerekli hassasiyeti göstermediğimizi, gıda yüzünden çıkan savaşların ve gıdanın geleceğimizi değiştirmek için en önemli güç olduğunu kafamıza çaka çaka işledi. Her ne kadar son zamanlarda personeline ve ürüne olan davranışlarını sorgulayan haberlerle gündeme gelse de, New York’taki Blue Hill’in sahibi şef Dan Barber, geçen yıl Time dergisinde Dünyanın En Etkili 100 Kişisi arasına giren tek şef. Yemeğe ve özellikle de sebzelere yaklaşımı kadar ilk kez çiftliğinde üretilen minik balkabağı, tüm dünyanın olduğu gibi Gastromasa’ya katılanların da ilgisini çekti.

Merakla beklediğim bir başka konuşmacıysa Kopenhag’daki Alchemist’in sahibi Rasmus Munk’tı. Önümüzdeki haftalarda detaylıca yazacağım ‘The Menu’ filminin başşef rolü, sanki Rasmus Munk’tan esinlenmiş. 22 bin metrekarelik restoranı sadece yemekseverler için değil, modern sanat ve mimari sevenler için de bir müze adeta. Rasmus konuşmasında yemeğin değiştirici, provokatif ve sorgulayıcı yönünü tartıştı. Kendisinden ilham alarak bir soru da ben sorayım o zaman: Bu kadar önemli bir restoranın araştırma şefinin, Türkiye’nin yetiştirdiği en başarılı genç şeflerden Ece Alaybeyoğlu olduğunu bilen, sektörümüz dahil kaç kişi var acaba? Bunu da yazarız ileride.

DAHA BÜYÜK DESTEKLERİ HAK EDİYOR

Gökmen’in bahsetmek istediğim bir özelliği daha var. O da sektörün her bileşenine çok rahat ulaşabilmesi. Organizasyonlarına fine dining restoran şefleri de, tedarikçiler de, gastronomi öğrencileri de ilgi gösteriyor. Sektördekiler bilir bu kadar dağınık bileşenleri olan bir etkinlikte her paydaşı bir araya getirmenin zorluğunu... Ülke gastronomisi için bu kadar emek harcayan Gökmen Sözen ve ekibini, kariyerini bu ülkenin tanıtımına adayan bir şef olarak içtenlikle tebrik ediyorum.

Yazının Devamını Oku

Bu zamana kadar yediğim en leziz börek

3 Aralık 2022
Üsküp’te dana eti kullanarak yapılan ve kebap denen köftenin en meşhur iki adresi Eskiçarşı içindeki Destan ve Kosmos. Destan biraz daha turistik restoran gibi ve yanında acı kırmızı sos da verdiği için Türkler arasında daha popüler. Şehrin börek çeşitleri de çok meşhur ama içlerinde pişirme tekniğiyle de en özel olanı, Arnavutların çok sevilen ve yapımı çok meşakkatli olan fliya böreği...

Bu hafta hem anneanne hem babaanne topraklarımda yani Makedonya’daydım. Anneannem, babasının kaymakamlık yaptığı Mitroviçe’den; babaannemse babasının sancak beyliği yaptığı Kalkandelen Üsküp’ten göç etmiş İstanbul’a; Balkan Harbi sırasında... O toprakların başkenti Üsküp’e onlar göçtükten yıllar sonra MasterChef Türkiye ekibiyle ayak basmak çok heyecan vericiydi.


Fliya böreği, üzeri külle dolu bir kapağın altındaki siniye kat kat hamur dökülüp kızartılarak; hamurların arasına da kaymaklı harcından dağıtılarak yapılıyor.

Yunus Emre Enstitüsü’nün davetiyle gittiğimiz şehirde, Türk mutfak kültüründen oldukça etkilenmiş bölge lezzetlerini deneyimledim. Sadece Üsküp’ün değil, Balkanlar’ın da en meşhur yemeği köftesi tabii ki. Üsküp’te tamamen dana eti kullanarak yapılan ve Üsküplülerin kebap dediği köftenin en meşhur iki adresi, Eskiçarşı içindeki Destan ve Kosmos. Destan biraz daha turistik restoran gibi ve yanında acı kırmızı sos da verdiği için Türkler arasında daha popüler. Kosmos daha yerel ve salaş. Doğal olarak ben Kosmosçuyum. Bir porsiyonda 10 adet köfte geliyor. Yanında közlenmiş tatlı ve acı biber... Bizim çoban salatanın, üzerine çok ince rendelenmiş beyazpeynirle yapılmış versiyonu olan shopska salatası... Yine bizim gobite benzeyen, fırından yeni çıkmış, sıcacık pide ekmeğiyle servis ediliyor. Yanında da mutlaka bölgenin yoğun lezzetli kuru fasulyesi tavce gravce’yi deneyin.

Şehrin çeşitli börekleri de çok meşhur, bunların en ilginç olanının adı simitpogaça. Basit tarifiyle sütlü ekmeğin içine konan boş börek. Adı ve tarifi bile karbonhidrat bombası ama lezzeti beklentimin çok üstünde. Genelde kahvaltılarda tercih ediliyor ve popüler börekçilerde saat 10.00’dan sonra bulunmuyor. Ama pek çok böreğin olduğu bu şehirde lezzetiyle en özel olanı, Arnavutların meşhur ve yapımı oldukça meşakkatli fliya böreği. Benim gördüğüm en zor börek pişirme tekniği. Çok büyük bir tencere kapağı düşünün... Kapağın üstü köz ve külle dolu. Altındaki siniye un, su ve tuzla akıtma kıvamında hazırladıkları akışkan hamur, aralıklar bırakılarak dökülüyor. Kül dolu kapak bu sininin üzerine kapatılarak hamur üstten pişiriliyor. Başka bir yerde yoğurt, kaymak, eritilmiş tereyağı ve sıvıyağ iyice karıştırılıyor. Hamur kızardıkça kat kat boşluklar doldurularak hem bu harç hem tekrar hamur dökülüp her seferinde kapak kapatılarak pişirmeye devam ediliyor. Börek sininin üzerine çıkana kadar kat kat yükseltiliyor. 10 dakika kadar da alttan ısıtılıyor ve sıcak servis ediliyor. Malzemeleri çok basit olmasına rağmen benim bu zamana kadar yediğim en lezzetli börekti.


Yazının Devamını Oku

Bir gastronomi şehri daha kazanıyoruz

26 Kasım 2022
Denizli, Türkiye’nin ve dünyanın bir numaralı kekik üreticisi. Narı ve üzümüyle turizmin yanı sıra tarımıyla da öne çıkan ender şehirlerden. Ziyaretim sırasında tattıklarımdan aklıma kazınan Kale biber tatarı -altındaki kuru yoğurdu, ortasındaki küçük ve etrafındaki büyük; çıtır Kale biberleriyle- denediğim diğer versiyonların çok üzerinde...

MasterChef Türkiye’de jüri üyesi olmanın en sevdiğim yanlarından biri 25 yıldır yurtdışında yaşadığım için gidemediğim, ülkenin en özel gastronomi şehirlerini ziyaret etme fırsatımın olması... Programdan önce, Türkiye’yi ziyaret eden her Avustralyalının “Kapadokya ve Pamukkale’yi gördün mü” sorularına maruz kalınca biraz utanırdım açıkçası. İki sene önce Kapadokya’yı, bu hafta da Denizli ve Pamukkale’yi ilk kez gördüm. Pamukkale’nin travertenleri zaten tüm dünyanın bildiği ve UNESCO’nun da Dünya Mirası Listesi’ne aldığı bir doğal miras... Ama beni asıl şaşırtan, travertenlerin hemen arkasındaki Hierapolis Antik Kenti’nin güzelliği oldu.



Denizli hakkında beni hem şaşırtıp hem de sevindiren bir diğer sürprizse gastronomisinin zenginliği oldu. İlk gece, şehrin en bilinen restoranlarından Garson Şükrü’ye gittik. Şükrü Serinkan mesleğe komi olarak başlamış, 2006 yılında da 6 masalı küçük bir lokanta açarak bu yola baş koymuş. Sonrasında işini 300 kişiye hizmet veren üst düzey bir restoran seviyesine getirmiş.Hâlâ ailesiyle işletmeye devam ediyor.

NAR SUYU ÇOK MUTLU ETTİ

İşini ciddiye alan ve farklılıktan korkmayan restoranları çok seviyorum. Bölgenin lezzetli narını Hollanda’dan getirilen özel bir sıkma aletiyle sıkıp restorana özel bir nar suyu yapıyorlar. Bu beni hem tadıyla hem içki yanında servis edilmesiyle çok mutlu etti. Gelelim menüye... Restoranın en başarılı yemekleri soğuk ve sıcak mezeler. Acı gelin turşusu, yanık yoğurt, mantar turşusu bunlardan bazıları... Keçi tereyağlı yaprak ciğeri de, işinin ehli garsonumuzun söylediği gibi, ciğer yemeyenleri ciğere başlatan türde olmasa da ciğer sevenleri tatmin edecek lezzetteydi.

Yazının Devamını Oku

Yemeğin dilini konuşanların dizisi

19 Kasım 2022
Hiç durmayan siparişler, tutmayan bir sos, tam servis öncesi yanan yemek, bozulan soğuk hava deposu, bunların hepsi restoran işinin ürkütücü sürprizleri. ‘The Bear’ isimli dokuz bölümlük dizi işte tüm bu kaosun ve içindeki çeşit çeşit insanın hikâyesini anlatıyor. Muhteşem etlerin merkezi Chicago’da geçmesi bile diziyi sevmem için yeterli bir sebep...

Özgürlük Heykeli’nin kaidesindeki “Bana yorgununu, yoksulunu ver, kalabalık kıyıların istenmeyenlerini... Evsizleri, fırtınalı harabeleri yolla bana” yazısı bana hep sektörümüzü anımsatır. Dünyanın neresinde olursanız olun, eğer bir restoranda çalıştıysanız bilirsiniz ki sektörün belkemiğini kenara itilmiş, ötelenmiş yani fırsat eşitsizliğine maruz kalmış meslektaşlarımız oluşturur. Bizim işimiz bu kişilerle birlikte, en büyük zevkleri restoranlarımıza gelerek karın ve ego doyurmak olan misafirlere yemeğimizi, ruhumuzu, emeğimizi sunmaktır. Dokuz bölümlük ‘The Bear’ isimli dizi işte tüm bu insanların hikâyesini yani müptezelin, kaybedenlerin bir arada tutunma mücadelesini anlatıyor.

Dizi iddialı restoranların başkenti Manhattan’da değil, gerçek Amerika’da, endüstrinin, çiftçiliğin ve tabii ki lezzetli etin merkezi olan Chicago’da geçiyor. Bu bile diziyi sevmem için yeterli bir sebep...


Dizide çok kabiliyetli ama ‘kafası yanmış’ şef Carmen’in hikâyesini izliyoruz.

HAFİF ÜRKÜTÜCÜ AMA GÜVENLİ

2001 yılının başında gittiğim Chicago’dan, insanlık tarihinin en acı terör eylemlerinden 11 Eylül nedeniyle dönmek zorunda kalmıştım. Burası sadece Amerika’da değil, tüm dünyada en sevdiğim şehirlerin başında geliyor. Başta sert bir şehir gibi hissettirebilir. Amerika’yı Manhattan ve Hollywood’dan ibaret zanneden herkesin; dünya tatlısı insanlarını, şehrin içinden geçen nehri, antika köprüyü, gökdelenleri, beyzbol kulübü Cubs’ı, blues’u, cazı ve sokak lezzetleriyle ünlü Windy City’yi görmesi gerek.

Dizinin çoğunun geçtiği ‘Mr. Beef On Orleans’, Chicago’da gerçekten var. Diziden önce özellikle sunucu Jay Leno’nun pohpohlamasıyla da oldukça meşhur olmuştu. Bulunduğu mahalle, eğer şehirde yeniyseniz hafif ürkütücü ama bölgeye alışıksanız İstanbul’daki pek çok mahalleden daha güvenli.

Dizinin ana kahramanı, The Bear lakaplı, Carmen isimli bir şef... Amerika’nın en iyi restoranlarında şeflik yaptıktan sonra abisinin intiharıyla onun yönettiği aile restoranı Beef’in başına geçmek zorunda kalıyor. Çok kabiliyetli ama kafası yanmış, yakılmış bir genç rolünü Jeremy Allen White mükemmel bir ‘bıkkınlıkla’ oynuyor. Hepimizin kariyeri boyunca maruz kaldığı ağır iş ve başarı baskısıyla zaten minyon olan (ve bana Dustin Hoffman’ın gençliğini anımsatan) Jeremy Allen White, Carmen Şef rolünde sistemsizliğin maddi ve manevi baskısını müthiş yansıtıyor.

Yazının Devamını Oku

Karbon ayak izi için şefler ne yapmalı?

12 Kasım 2022
Biz şefler restoranlarımızda, bulunduğumuz bölgenin ürünlerini tercih ederek karbon ayak izimizi düşürebiliriz. İstanbul’un önemli yerel ürünlerinden biri olan Yedikule marulu, bir zamanlar sofraların vazgeçilmezlerindendi mesela... Salatada, kuzu kapamada kullanılırdı. Biz de şehrin marulunu müşterilerimize tattırmak için üreticisinden alıp restoranda servis etmeye başlıyoruz.

Yemeğin sosyolojik, ekonomik ve kültürel katkısının gün geçtikçe öne çıkmasıyla ülkemizde sıfır atık, sürdürülebilirlik ve karbon ayak izi gibi konular daha çok konuşulmaya başladı. Özellikle sıfır atık konusunda toplumumuz gün geçtikçe daha çok bilinçleniyor. Benim de daha çok konuşulmasını istediğim konulardan biri karbon ayak izi.


Yedikule marulu

Her kişinin, restoranın ya da fabrikanın bir karbon ayak izi var. En basit anlatımıyla karbon ayak izi, sürdürülen faaliyetler neticesinde atmosfere saldığımız sera gazlarının karbondioksit cinsinden hesaplanması demek. Tabii burada en büyük yükü sanayi ve maden sektörü çekiyor. Ama bizler de şefler olarak restoranlarımızda kullandığımız ürünlerde, özellikle bulunduğumuz bölgenin ürünlerini tercih ederek karbon ayak izimizi düşürebiliriz. İstanbul’daki bir restoranın neredeyse tüm sebze meyve ihtiyacını Antalya’daki üreticilerden karşılaması karbon ayak izini çok yükseltiyor.

Avustralya Sydney’deki Anason restoranımız ülkenin ilk 5 yeşil yıldızlı restoranlarından biri olarak bu konuya bizi hem hazırladı hem de netice olarak gururlandırdı. İstanbul’da açtığımız Efendy’de de sıfır atık ve sürdürülebilirlik konusundaki hassasiyetimizi karbon ayak izimizi düşürmek konusunda da ilerletiyoruz. Kilyos’taki bostanımızla sezonluk ürünleri çalışmak bu yoldaki önemli adımlardan biriydi. Üstünde çalıştığımız bir proje de Yedikule marulu.

BOSTANLAR YENİDEN CANLANIYOR

İstanbul’un önemli yerel ürünlerinden biri olan Yedikule marulu bundan 35-40 yıl önce sofraların vazgeçilmezlerindendi. Sadece salata olarak değil, kuzu kapama gibi esnaf lezzetlerinde ve cacıkta da yoğun şekilde kullanılırdı. Yağlı marul diye de bilinen Yedikule hem büyüklüğüyle, hem sıfır atık felsefesine yakın, salataya uygun olmayan daha sert kabuklarının da kuzu kapama gibi tencere yemeklerinde kullanılmasıyla öne çıkan bir ürün. Maalesef şu anda çoğunlukla Antalya gibi bölgelerde, küçük versiyonları paketlenmiş şekilde bulunabiliyor.

Fatih Belediyesi bu konuda çalışmalar yürütüyor. Bölgenin bostanlarını yeniden harekete geçirerek gerek sınırları içerisindeki okul öğrencilerinin toprak ve tarımla ilişkisini canlı tutuyor gerekse kadınlara burada yetiştirdikleri ürünleri satmaları için destek sağlıyor. Yedikule bahçe projesi içinde aynı zamanda şehirde ilaçsız tarım konusunda da

Yazının Devamını Oku

Müdavim, garsona teslim olur. Yemez, tadar; içmez, demlenir

5 Kasım 2022
Yıllar sonra Bostancı’da, çok sevdiğim Hatay Restaurant’a gittim. Bu tip köklü mekânların yapıtaşları ve kolektif bellekleri emekçileridir. Sivaslı Ali Şahin Usta, 28 yıldır tezgâhın başında. Palamut lakerda yıllardır unuttuğumuz, çocukluğumun lezzetinde… Tekmilli fava, köpoğlu, ev yapımı pancar turşusu hepsi meyhane mezesi gibi meze. Kavunun kesimi bile eski usül….

Yeniliklere, farklı konseptlere ayak uyduran işletmeleri beğeniyorum. Ama bazı konseptler var ki tahammül edemiyorum. Mesela “Her şey olayım” derken hiçbir şey olamayan ‘dünya mutfağı’ kafeleri, soğuk baklava ve yeni nesil meyhaneler. 90’lar pop, yoğurt, salça ve bulgur ağırlıklı meze, ağzına ‘sahip çıkamayanlara’ limitsiz şekilde verilmemesi gereken ucuz içki ve eğlencenin dozunu yerden yüksekte olmakla ölçen ‘kafaların’ masa üstünde kıvırdığı yeni nesil meyhaneler, eski müdavimlerin masasından geçmiş biri için kalbe sokulan bıçak gibidir...

Meyhane dediğin, eski usul olur. Asmalı Cavit gibi, giden Refik ve kalan Yakup gibi, İnciraltı gibi ve tabii ki bizim taraftaki yadigâr Hatay gibi.

Hatay’a en son yıllar önce gidip Altın Abi (Pınar) kontenjanından ‘yaşam duayeni’ büyüklerimin yanına ilişmiştim. “Ben ünlü tanıyorum” havası değildir bu... Adabı, yemeyi, içmeyi, sohbeti bilen insanların masasında oturmanın insanı ne kadar zenginleştirdiğini ve bu kültüre sahip çıkmanın önemini anlamama vesile olduğunu belirtmek için, naçizane. O sofralarda yemez, tadarsın. İçmez, demlenirsin... Şarkıya böğürerek değil, sohbete meşrebince eşlik edersin.

HER MASAYLA İLGİLENİYORLAR

Hatay, 1967’de Kadıköy Rıhtım’da açılıyor. 1986’da bugünkü yerine, Bostancı’ya taşınıyor. Bu tip köklü mekânların en büyük derdi, sürdürülebilirlik. Eski sahipleri, yakın zaman önce restoranı ruhuna uygun bir zarafetle işletebileceğine inandıkları müdavimlerden, kaligrafi sanatçısı Osman Kartaler’e devrediyor. Çok da iyi yapıyorlar zira Osman, her masayla ilgilenmekle kalmıyor, aynı zamanda rezervasyonla gelen müşterilerin isimlerini kaligrafi sanatıyla yazıp arkasına da bir şiirle hoş bir hatıra veriyor: “Keşke, yalnız bunun için sevseydim seni”...

Hatay sadece bir meyhane değil. Bir kültür mirası, aşkın şairi Cemal Süreya’nın ikinci evi... İçi de adeta üstada adanmış bir mini müze. Restorandaki özel masası, masasında isminin yazılı olduğu, kendi elleriyle çaktığı bir pirinç plaka var. Üstünde de hediye ettiği bir çantası... Duvarlar, zaten onun eserleriyle bezenmiş.

Bu tip mekânların yapıtaşları ve kolektif bellekleri emekçileridir. Sivaslı Ali Şahin Usta, 28 yıldır bu tezgâhın başında. Lakerda yıllardır unuttuğumuz, çocukluğumun lezzetinde... Eyvallah; torik değil, palamut. Ama bu kadar tuzu çekmemiş ve tereyağı gibi bir lakerda yapmak tam bir usta işi. Tekmilli fava, köpoğlu, ev yapımı pancar turşusu. Meyhane mezesi gibi mezeler. “Kavunun kesimi bile eski usul” diyor garsonumuz Teslim Gül. Yerini o kadar benimsemiş ki misafirlerine servis yaparken bir soruya üstattan bir şiirle veya şarkıyla karşılık veriyor. Müdavim, garsona teslim olur zaten, adı da kendisi de var olsun!

Yazının Devamını Oku

Şıra tarhanası, kebabı, bez sucuğu...

29 Ekim 2022
Giderek öne çıkan Tokat mutfağında beni şaşırtan, Zile’nin meşhur; 600 yıllık bağlarındaki üzümlerinden üretilen lezzetler oldu. Bu üzümlerden elde edilen şırayla; pekmez, köme (cevizli sucuk) ve tarhana yapılıyor. Yöresel pekmez yapımı bu ülkenin en öne çıkarılması gereken pişirme tekniklerinden biri aslında...

Geçen günlerde MasterChef Türkiye çekimi için Tokat’taydık. Tokat mutfağının adını son zamanlarda daha sık duymaya başladık. Anadolu’da benzer ürün ve lezzetlere farklı adlar verildiğini sıklıkla görürüz. Oysa bunun aksine, bu kentin kendine özgü lezzetlerinin sayısı oldukça fazla.


Tokat kebabı

Öncelikle kebabından başlayalım... Açık konuşmak gerekirse benim pek çözemediğim lezzet Tokat kebabı oldu. Bölgenin Karayaka kuzusunun pirzola veya kaburgası, patlıcan, patates, domates ve sarımsakla yapılan bu kebap çok lezzetli. Tüm bu malzemeler kalınca bir lavaşa sarılarak yeniyor. Bu kebabın en önemli özelliğiyse, sadece bu yemek için üretilmiş özel fırınlarda pişirilmesi... Ama bence karakteristik olarak tepside sunulan diğer et yemeklerinden çok da farklı değil.

KÖPÜKSÜ BİR KIVAM ALIYOR

Bölgede beni asıl şaşırtansa Zile’nin o meşhur 600 yıllık bağlarındaki üzümlerinden üretilen tatlar oldu. Bu üzümlerden elde edilen şırayla Zile pekmezi, köme (cevizli sucuk) ve tarhana yapılıyor. Yöresel pekmez yapımı bu ülkenin en öne çıkarılması gereken pişirme tekniklerinden biri...

Şinevat dediğimiz mengene sistemiyle üzümlerin suyu sıkılıyor. Bu su bakır kaplara alınıp odun ateşinde kaynatılıyor. Sonra yörenin pekmez toprağıyla karıştırılıp dinlendiriliyor. Tortular dibe çöküyor, üstte kalan berrak su yani şıra, farklı ürünlerin yapımında kullanılıyor. Örneğin Zile pekmezinin yapımında şıra, harlı odun ateşinin üzerine yerleştirilen geniş bakır kazanlarda kaynatılıyor ki suyu uçarak koyulaşsın. Ateşten alınıp el yakmayacak sıcaklığa geldiğinde de az miktarda yumurta akı karıştırılarak zelve ağacının dallarından yapılan bir aletle ‘çalma’ işlemi uygulanıyor. Bu meşakkatli işlem doğru yapılırsa pekmez beyaz bir renk ve köpüksü bir kıvam alıyor. Görüntüsü ve hafif tadıyla diğer pekmezlerden çok farklı olan Zile pekmezi, şehrin en değerli ürünlerinden biri...

Şıradan yapılan bir başka ilginç ürün, bizim de şu anda restoranda denediğimiz şıra tarhanası... Şıranın içine yarma buğdaydan yapılmış olan tarhana ekleniyor ve odun ateşi üzerinde, yine bakır kaplarda pişiriliyor. Pestil kıvamına gelen tarhana, bir parmak kalınlığındaki bir tepsiye dökülerek soğumaya bırakılıyor. Ertesi gün şıra tarhanası şerit halinde kesilip hasır üzerinde kurutularak servise hazır hale geliyor. Her zaman yazdığım gibi, bir şehrin mutfağının öne çıkmasında o şehirden gelen veya şehrin yemek kültürüne hâkim araştırmacı şefler çok önemli. Tokat bu konuda çok şanslı. Çünkü MasterChef’te geçen seneki şampiyonumuz, Kızılsakal lakaplı Eren (Kaşıkçı) hem Tokatlı hem de şehrin değerlerini çok iyi koruyan bir meslektaşımız. Tokat için pek çok gastronomik çalışma yapan Eren aynı zamanda şehrin önemli bez sucuğunu üreten bir firmanın ortağı.

Yazının Devamını Oku

Ciddiye alınması gereken bir lezzet noktası!

22 Ekim 2022
Yılda 400 bin adet sofralık zeytin, 40 bin ton zeytinyağı üretilen Akhisar, benzersiz yemekleriyle de öne çıkıyor. Mesela Paçacı Önder’in pideli kelle paçası favorim. Genellikle Antep fıstığıyla yemeye alışık olduğumuz katmeriyse Akhisar’da yumurta, peynir ve maydanozla yapıyorlar. Bölgenin kuzu çevirmesi ve köftesi kadar bilinmese de çok lezzetli bir alternatif.

Ekim ayı, Ege kıyılarına gitmeyi en sevdiğim zaman... Sadece turistlerin el ayak çekmesinden dolayı değil. Asıl, zeytin hasadının o güzel telaşının tüm Ege’ye yayılmasından dolayı... Geçen sene Edremit’te zeytin hasadındaydık. Bu seneyse MasterChef Türkiye ekibiyle birlikte zeytin hasadı için Akhisar’a gittik.


Hüseyin Üzek/Süleyman Üzek

Zeytin denince hepimiz Edremit’i biliyoruz. Türkiye’nin zeytin ve zeytinyağının yüzde 60’ından fazlası buradan geliyor. Özellikle son birkaç yıldır üretim tütünden zeytine kaymış durumda...

14 milyon genç zeytin ağacına sahip Akhisar ise 22 bin zeytin üreticisiyle yılda 400 bin adet sofralık zeytin, 40 bin ton zeytinyağı üretiyor. Alhatoğlu Zeytinyağı, yönetim kurulu başkanı sevgili Alper Alhat’ın öncülüğünde zeytin üretiminde doğru bilinen yanlışları düzeltiyor ve neredeyse tümü soğuk sıkım olmak üzere doğru üretim mekanizmaları geliştiriyor.

TAŞ FIRIN KULLANIYORLAR

Bu haftaki programı 80’den fazla anıt ağacın olduğu bir zeytin ağacı açık hava müzesinde çektik. Ağaçların yaşları 800 ile 1500 arasında... Bizden binlerce yıl önce var olan ağaçların arasındayken aklıma insan doğasının açgözlülüğü ve nankörlüğü geliyor. Ülkede son aylarda çok tartışılan zeytinlik bölgelerde maden çıkarma çalışmaları bu umarsızlığın en büyük kanıtlarından. İnsan ırkı olarak, biz kimiz ki bizden binlerce yıl önce var olmuş ve belki de soyumuz tükense de bizden binlerce yıl sonra var olmaya devam edecek bu canlıları yok etme hakkını kendimizde buluyoruz!


Yazının Devamını Oku