Türkiye’nin en iyi rehberlerinden ve aynı zamanda gazetemizin düzenli yazarı Saffet Emre Tonguç’un Boğaz’ı ve yalıları anlattığı tur, Kraliçe II. Elizabeth başta olmak üzere dünyanın en önemli devlet adamlarını ve ünlülerini ağırlayan ‘Keyif Style’ yatında gerçekleşti.
Boğaz’da toplam 600’e yakın yalı bulunuyor. Bunların da 360’ı tarihi özelliğe sahip. Beşiktaş’tan başlayan ve toplam dört saat süren tur boyunca Tonguç, tarihi yalıların büyük bir kısmının hikâyesini ve sahiplerini katılımcılara anlattı.
Rena Travel’ın sahibi Aslı Özlen tarafından organize edilen turda ‘Seyahat’ okurlarına Hürriyet gazetesi tarafından basılan ‘10’lar Türkiye’nin en iyileri’ kitabı ile gezginlerin sıkça kullandığı ‘Hürriyet Seyahat’ logolu buff (boyunluk) hediye edildi.
Gezimize katılımı sadece Türkiye ile sınırlı değildi. İngiltere’de yaşayan iki çocuğuyla birlikte tura katılan Eren ailesi de teknedeki 200 kişinin arasındaydı. Londra’da okuyan 22 yaşındaki Alara, çok keyifli bir gezi olduğunu anlatırken, çiçek tasarımcısı anne Berna Eren de, geziye hayran kaldıklarını söyledi.
Saat 8’de telesiyejlerle zirveye, 2800 metrelere ilk çıkan biz olduk. Birinden inip birine bindik. Bol kar pistine ulaşmamız tam iki saat sürdü. Yukarılara çıktıkça heyecanlanıyor, bir yandan da belime kadar gelen karda nasıl kayacağımı düşünüyordum. Önümüzde belgesellerden fırlamış adrenalin tutkunu iki ‘bol kar kayakçısı’ vardı. Zirveye ulaştık. Kedimizi sonsuz bir denizi andıran taze karlara bıraktık. Ormanların arasında başladığımız yere ulaşmamız saatler sürdü... Bu deneyim benim için bir ilkti ve çok heyecanlıydım. Hayatımda ilk kez bu kadar el değmemiş, uzun bir pistte kaydım. Burası Fransa sınırına 17 km, da Torino merkezine ise 1 saatlik uzağıklıkta Sestriere Kayak Merkezi. 2006’da Torino’da düzenlenen kış olimpiyatlarının yapıldığı yer.
Tam bir yıl önce Uluslararası Kayakçı Gazeteciler Topluluğu’nun (Ski Clup of Intarnational Journalists - SCIJ) bir üyesi olarak dünyadan 200 gazeteci ile Sestriere’deydim. Olimpiyatların burada düzenlendiğini öğrendiğimde gitmeden önce önyargılıydım. Türkiye’de 2011’de Erzurum’da düzenlenen ‘Universiad’ ardından çöken kuleden, olimpiyatların ardından hayalet yerlere dönen tesislerden dolayı böyle düşünüyordum. Ancak yanıldım.
Dört mevsim turizmin markası haline gelen Sestriere’deki pistler hınca hınç doluydu. 2035 metrelik yüksekliğe sahip bölgede toplam 400 kilometrelik pist var. Pistler zincirleme olarak Fransa’ya kadar ulaşıyor. Üstelik mavi diye adlandırılan fazla zor olmayan pistlerle kayarak Fransa’ya kayabiliyorsunuz. Bir hafta kalmama rağmen pistlerin tamamını bitiremediğim için Fransa’ya geçmeye gerek kalmadı bile.
Polenta’yı mutlaka deneyin!
Roma döneminden kalma bir mezarlıktayım. Birkaç kilometre ötede Kızkalesi güneşi yansıtıyor. Limon bahçelerinin arasında onlarca lahit var. Tonlarca ağırlıkta kapaklar hafifçe kenara itilmiş... Belli ki değerli bir eşya olup olmadığını kontrol etmişler. Mezarlığın sonunda bahçeden ‘göz hakkı’ birkaç limon alırken ağaçların gölgesindeki kadınları gördüm. Topladıkları zeytinler çuvallarda... Öğle yemeği arasındalar… Önlerinde birkaç kap yemek, nefis kokuyor… Kalabalık bir gruptuk. Herkesin gitmesini bekledim. Dayanamadım, biraz istedim. Sanırım hayatımın en lezzetli yemeklerinden biriydi.
Neden bilmem, üç günlük Mersin gezisi sırasında en çok aklımda bu sahne kaldı. Lahitlerin gizeminden mi, limonların mis kokusundan mı, açlığımı bastıran nefis yörük yemeğinde miydi bilemedim. Çok sayıda tarihi şehirleri, 15 kazı alanı, 321 kilometrelik sahili ve el değmemiş doğasına rağmen üstelik...
Mersin, medeniyetlerin doğduğu, bir zamanlar Büyük İskender’in yürüdüğü, Aziz Paul’ün, Karacaoğlan’ın yaşadığı, ‘Yedi Uyurlar’dan ‘Üç Güzeller’e her yerinden tarih fışkıran renkli ve zengin bir şehir.
Uzun bir aradan sonra yeniden bu güzel şehirdeydim. Mersin Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde üç gün boyunca şehrin en önemli yerlerine gittim.
Metropollerde kışın geldiği yavaş yavaş hissediliyor. Ama Mersin farklıydı, -bölge sakinlerinin dediği gibi- ‘güneşin ülkesi’ne gelmiştim. Yılda güneşsiz gün sayısının 70 olduğu kentte hava sıcaklığı İstanbul’dan tam 12 derece daha fazlaydı (28). İçim ısındı...
Sonbahar güzel mevsim ama yazın sıcaktan dışarıda durmanın dahi zor olduğu Akdeniz’de, Mersin de daha da güzel...
Son yıllarda “Küba değişiyor, değişmeden görün” sözlerini çok duyduk. Sosyalizmle yönetilen Karayipler’deki bu adada nasıl bir hayat olduğunu çok merak ediyordum. En çok son gelişmelerle ilgili Kübalıların ne düşündüğünü...
Film karelerini andıran Havana’da sokak sokak dolaştım. Kübalılar neler mi söyledi? Buyurun...
1- 66 TL MAAŞLA NASIL GEÇİNİLİR?
Küba, Fidel Castro’nun devrimi gerçekleştirdiği 1959’dan bu yana sosyalizmle yönetiliyor. Devlet her şeyin sahibi; marketlerin, mağazaların, fabrikaların... Halka yeteceği kadar yiyecek ve maaş veriyor. İşsizlik sorunu yok denecek kadar az. Herkes neredeyse eşit maaş alıyor.
Küba’da iki tür para kullanılıyor. Biri halkın kullandığı peso, diğeriyse turistlerin kullandığı CUC. Ancak artık peso’nun 24 katı olan CUC o kadar yaygın ki, devletin maaşları ödediği peso günlük hayatta neredeyse kullanılmıyor. 1 CUC yaklaşık 1 Euro’ya eşit. Çalışanların ortalama maaşları 20 ile 35 CUC (Yaklaşık 66 - 115 TL). Bir öğretmen 25 CUC kazanıyor.
Bazı yerlere gidersiniz. Çok güzeldir, çok beğenirsiniz. Doğasına bakmaya, tarihine dokunmaya kıyamazsınız. Sonra bir kıskançlık başlar ve mutsuz olursunuz, ‘Neden bizde böyle değil?’ diye. Aslında Türkiye hem tarihi hem de doğası itibariyle dünyanın önemli ülkelerinden biri. Ancak konu ‘koruma ve kullanmaya’ gelince işte o noktada işler değişiyor.
Fransa’nın Provence bölgesinde gördüğüm manzaralar karşısında önce mutluluk, sonra da sözünü ettiğim türden bir hayıflanma yaşadım. Neden mi? Anlatayım...
Provence, Fransa’nın en güneyinde, Akdeniz’in kıyısında yer alıyor. Bölgedeki çoğu yerleşim yeri doğasını, tarihini, mimarisini, kültürünü korumayı başarmış. Örneğin Lacoste köyü. 1400 yılında nasılsa halen aynı binalarla varlığını sürdürüyor. Köyün yalnız bir marketi ve bir de kafesi bulunuyor. Köy ticarethaneye dönmemiş. Köyün içinde bir konaklama yeri bile neredeyse yok. Köye yerleşenler evlerini yüksek fiyatlara kiralıyor. Yine de köye akın akın turist geliyor. Yüzyıllardır olduğu gibi yalınlığını ve en önemlisi kimliğini koruyor. Hem kullanılıyor hem de korunuyor.
TARLALARDAKİ FESTİVAL
Sault, Marsilya’ya 50 kilometre uzaklıkta bir başka köy. Tarihin ilk çağlarından bu yana Sault’ta yerleşim var. Şu andaki nüfusu yaklaşık 1500. Ancak her yıl bu küçük tarihi ve lavanta kokulu köye binlerce turist geliyor. Tam bir lavanta cenneti. Doğal güzelliğini, hatta ekonomisinin ciddi bir bölümünü lavantaya borçlu. Alplerin eteğinde yüksek bir tepeye kurulmuş köyün etrafındaki düz ovaların çoğu lavanta tarlalarıyla çevrili. Temmuz tam da lavanta mevsimi. Göz alabildiğine uzanan mor lavantalar görsel bir şölen sunuyor.
Turistler yol kenarındaki tarlanın önünde durmuş bol bol fotoğraf çektiriyor. Lavanta tarlalarında fotoğraf çektirmek bile Sault’ta turizmin bir parçası haline gelmiş. Kokuyu alan Sault’a mutlaka uğruyor. Provence’ta adı konulmamış bir lavanta festivali yaşanıyor...
Düşündükçe soğuğu halen hissediyorum. Uçuş gününün gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Kuzey Kutup çizgisini geçecektim. Sanki çok uzun bir yolculuk olacakmış gibi geliyordu. Hiç de öyle olmadı. İstanbul’dan kalkan uçak önce 3.5 saatte Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye vardı. Oradan da ülkenin kuzeyine, Laponya’nın (Lapland) merkezi Rovaniemi’ye 1.5 saatte ulaştık. Kısa bir araba yolculuğundan sonra da Kuzey Kutup Dairesi’ne (Arctic Circle) vardık...
Vardık varmasına ancak beni asıl şaşırtan, Avrupa’nın en kuzeyindeki yerleşim yerlerinden Rovaniemi’de gördüğüm ilk mekânın adının ‘Marmaris Büfe’ olmasıydı. Laponya’nın yönetim merkezi olan bu küçük kentte gezerken aslında Türk adı taşıyan tek yerin burası olmadığını, Poulinki Restoran’ın başaşçısının da Hataylı Ahmet Yavuz Usta olduğunu öğrendim.
Rovaniemi’de gördüğüm ilk mekân ‘Marmaris Büfe’ oldu.
ÇILGIN HASKİLER
Rovaniemi’de en heyecan verici etkinliklerden biri haski safarisi. Kentte bu işi yapan çok sayıda şirket var. Hemen birine gidip yerinizi ayırtın.
Kızaklı haski safarileri birkaç etaptan oluşuyor. Kısa turlar da var, 3 saatlik ormanların arasında uzun bir maceraya da atılabilirsiniz. ‘Lapland Safarisi’nin 11 kilometrelik bir turuna katıldım. (www.safaris.fi/rovaniemi)
Haskilerin renkli gözleri size korkunç gelebilir. Ancak bu hayvanlar yaşadıkları iklimin ve de görüntülerinin aksine son derece sıcakkanlılar.
Haskiler için endişelenmenize gerek yok. Köpekler sanki bunun için doğmuş gibiler. Kızağın hareketlenmesi için bir sistem yok ancak köpeklerin durması için dişli frenler var. Frene basmayı unutursanız gider de gidersiniz... Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjileri var. Haskiler günde bir kez, bir saat boyunca kızak çekiyor. Sonra dinleniyor. Ormanın içindeki bakım- evlerini de gezdim. Şartları gayet iyiydi. 5-6 yaşına kadar kızak çekebiliyorlar. Sonra emekli oluyorlar. 3.5 saat süren turun fiyatı yaklaşık 370 TL.
Böyle bir tur için neden Alpler’i tercih ettiniz?
Aslında Alpler’i değil, Avrupa’yı tercih ettik. Çünkü Türkiye’deki yol şartlarından memnun değiliz. Yolların zemini motosiklet için tehlike oluşturuyor. Her zaman trafik işaretlerine güvenemiyorsunuz. Avrupa’nın genelinde bu sıkıntılarla karşılaşmıyorsunuz. Sanki bir yarış pistinde sürüyorsunuz motosikleti. Diğer bir nedense virajlı yollarda bu dağların görkemli güzelliklerinden istifade etmek. Alpler’e hayranım ve bu dağların arasında uzanan virajlı yollarda motorsikletle seyahat etmek inanılmaz bir deneyim. Burada her yer bir tablodan fırlamış gibi.
Nereden yola koyuldunuz?
Münih’ten başladık. Turumuzun sonunda İsviçre, İtalya, Fransa Alpleri’ni geride bıraktık. Şehir olarak rotamızsa Münih, Garmish, Grindelwald, Chamonix, San Pellegrino Terme, Canazei’ydi.
Kendi motorunuzu mu kullandınız?
Bu turun iki yöntemi var. Birinde motosikleti bir şirkete veriyorsun, onlar paket programlar sunuyor. Havayoluyla motosikletin başlangıç noktasına gönderiliyor. Diğeri ise uçakla gidip bir motosiklet kiralamak. Biz ikinci yöntemi tercih ediyoruz.
Bu daha maliyetli değil mi?
Her yıl Uludağ’da uğramadan yapamam. ‘Snowboard’ yaptığım için hem çam ağaçları arasında hem de ‘bol kar’da kaymak cezbeder beni. Board sevenler için bu ikisi bulunmaz bir güzellik. Dağın en uzun pisti Tutyeli’nin 2 bin metreyi aşan zirvesine çıktığınızda kendinizi bir anda bulutların üstünde bulursunuz. Hava açıksa Uludağ tüm güzelliğiyle karşınızda durur. Böyle bir anı yakalarsanız hemen kaymaya başlamayın, önce manzaranın tadına varın.
İkinci bölgede yer alan ‘maden’ pistinde ezilmemiş, ‘bol kar’da kaymak insana denizde gidiyormuş hissi verir. Birinci bölgedeki çam ağaçlarının arasından aşağıya inerken Uludağ’ın neden milli park ilan edildiğini daha iyi anlarsınız.
İŞLETMELERİN YÜZÜ GÜLÜYOR
Günlük skipass fiyatı 70 TL. beş günlük fiyatı ise 230 TL.
Uludağ’a geçen yıl hiç gidemedim. İşletmeler kar kıtlığından sezonu bile neredeyse açamadı. Günübirlik turlar, rezervasyonlar iptal edildi. Neyse ki bu yıl Uludağ’daki işletmecilerin yüzü erken güldü. Batıdan gelen soğukla, Uludağ’daki kar kalınlığı yeni yıl öncesinde üç metreye yaklaşmıştı. Sömestrin etkisiyle de dağ şu sıralar dolup taşıyor. Ancak kapasitenin aşılması kayakseverlerin çok da istediği bir durum değil. Pistlerde çok fazla insan, liftlerde ise çok uzun kuyruk oluyor.