Serap Melek Kılıç

Sınav kaygısı

6 Haziran 2016
Hayati önem taşıyan sınavlarda başarı şansını büyük oranda etkileyen sınav kaygısı kavramını duymayanımız yok. Peki nedir bu sınav kaygısı?

Son birkaç yıldır birçok ailenin korkulu rüyası haline dönüşen, hayati önem taşıyan sınavlarda başarı şansını büyük oranda etkileyen sınav kaygısı kavramını duymayanımız yok. Peki nedir bu sınav kaygısı?

Kaygı, çoğu zaman nedeni belli olmayan korkudur. Olmayan, olduğu varsayılan bir değerin, kaybetme tehlikesi olsun veya olmasın, sürekli olarak kaybedilme korkusudur. Korku ile kaygı genellikle birbirinin yerine kullanılır. Ama ikisi aynı şey değildir. Korku durumlarında, bizi korkutan olgu, nesne, durum o anda ortamda vardır. Fakat korkulacak bir durum olmamasına rağmen birey korku hissediyor ise kaygıdan söz etmek mümkündür. Korku, bir tehdit anında bedensel tepkilerin yanı sıra hissedilen duygusal tepkidir. Tehditle orantılı olarak azalıp çoğalır. Kaygı ise bununla orantılı değildir. Tehditten bağımsız olarak da devam edebilir.

Sınav kaygısı toplumumuzun (öğrenciler, anne babalar, öğretmenler, aile çevresi) büyük bir bölümünü ilgilendirmektedir. Eğitim sisteminde yapılan değişiklikler, sınavların içeriklerinde yapılan değişiklikler, sınav sisteminin sıkça değişmesi ve ailelerin de bu işe müdahil olması ile sınava yönelik kaygılanma düzeyinde etkilenen kesim her yıl artarak çoğalmaktadır. Sınav kaygısının öğrenmeyle ya da fazla ders çalışmakla direkt olarak bağlantısı olduğu söylenemez. Bunun yanı sıra, fazla ders çalışmanın, bilgi yüklemenin kaygı ve stres yarattığı düşüncesi ise bir hayli yaygındır. Fazla ders çalışıp yorulan bir öğrenci kısa bir rahatlama ve egzersizden sonra zihinsel ve bedensel olarak dinlenebilir. Kaygıyı yaratan en temeler öğe; sınavda başarısız olunacağı ve bu başarısızlığın bazı değerlerin sonu olacağı korkusudur. Detaylandıracak olursak sınav kaygısının nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

Peki nasıl tanırız? Sınav kaygısının fiziksel belirtileri nelerdir? Kendimizde veya çocuğumuzda sınav kaygısı yaşıyor olma durumunu nasıl hissederiz? Sıkça karşılaşılan fiziksel belirtiler (özellikle sınav hakkında konuşmalar geçtiğinde, sınav günü, sınav günü öncesi veya sınav esnasında) şu şekildedir:

Peki bu durumla başa çıkmak mümkün mü? Tabii ki ortaya çıkan duyguları bastırmak veya yok saymak yerine, varlığını kabul etmek ve başa çıkmanın yollarını aramak en sağlıklısı. Sınav kaygısı ile başa çıkabilmek için su noktalara dikkat etmekte fayda vardır:

Bunlara ek olarak, sınavlardan özellikle bir gün gün öncesinde bazı alternatif davranış kalıpları geliştirerek, büyük sınav öncesinde daha az problem yaşamak adına, süreci kontrol altına almak mümkün olabilir. Buna örnek olarak şunlar gösterilebilir:

Yazının Devamını Oku

Çocuklarda 2 ve 4 yaş sendromu

30 Mayıs 2016
Kriz anlarında yaşanan olaylara tablo gibi uzaktan bakmayı deneyin.

2 yaş sendromu olarak ifade edilen ama aslında psikososyal gelişiminde kritik bir geçiş sürecinden geçen çocuğun, ebeveynleri ile iletişim kurma ve dünyaya “Ben de varım” deme çabası olarak görülmesi gereken bir yaşam olayı olarak tanımladığım bu süreçten bir hastalık, bir psikolojik buhran veya çocuğun eksik bir yanı gibi bahsetmek çok da doğru bir yaklaşım değildir.

Doğduğu andan itibaren anne ve babaya hayati ihtiyaçlar çerçevesinde bağlı olan bebek, ilk adımlarını atmaya başladığı andan itibaren kendisini bir anda harikalar diyarında buluverir. Annesi olmaksızın hayatta kalmayı başarması dahi mümkün değilken yaşamının yönetimini kendi kuralları ile ele geçirir. Genellikle 12-18 ay arasında başlayan bu süreçte dışarıdan gelebilecek veya kendi başına getirebileceği tehlikeli durum ve davranışların farkında olmayan bebek, riskli davranışlara karşı aşırı derecede eğilimli ve dirençlidir. Ergenlik döneminde de benzer olguların gözlendiği ve çocuğun “benmerkezci” olduğu ilk yaşam döngüsü olan bu dönemde çevreyi keşfetmeye çıkan kaşif öylesine ben odaklı hareket eder ki, başına neler gelebileceği ile ilgili anne ve babası korkulu rüyalar görürken kendisinin tehlike kavramından hiç ama hiç haberi yoktur. Küçük bir ergen gibi asi, ayak direyen ve bildiğini okumaya çalışan bu dönem çocuklarına karşı yanlış ebeveyn tutumları süreci “2 yaş sendromu” olarak adlandırdığımız problem kümesine doğru taşımaktadır.

Aslına bakacak olursanız ben süreci “2 yaş bebeği olan ebeveyn sendromu” olarak adlandırmayı tercih ederim. Nedenini soracak olursanız; bu dönem çocuklar için bir sorun teşkil etmezken, anne babaların engelleyici, koruyucu ve sınırlar getiren tutumları onların daha keskin tepkiler veren, inat eden, uyumsuz hale dönüşmelerine sebep olmaktadır.

Çocukların penceresinden değerlendirildiğinde 2 yaş sendromu olduğu varsayılan davranışlara örnek verecek olursak; kendi kendine yürümeye başladıktan sonra ellerinizi bırakarak başına buyruk hareket etme isteği, yemeğini kendi elleriyle döke saça yeme veya istemediği şeyleri yemeyi reddetme, yemek seçme, şeker çikolata veya televizyon, iPad gibi sınırlandırılmak istenen kavramlara karşı aşırı ilgi, uykuyu kendi istediği zaman uyuma, gün içerisindeki yaşam olaylarında kendi hak ve özgürlüklerini arayarak tercihlerini diretme davranışı ve istediğini almak konusunda kendi bildiği yolu kullanarak ağlayıp huysuzlanma davranışı gibi birçok örneğini sıralayabiliriz. Ebeveynler çerçevesinden baktığımızda ise; neredeyse hep bir ağızdan duyulabilecek kadar genel bir problem olan inatlaşma ve tutturmalar, ağlama krizleri, kural tanımama, yeme problemleri, ajite davranış, sosyal uyumsuzluk ve uyku problemleri sıralanabilir.

Aslında 2 yaş bebeğin kendi istek ve ihtiyaçlarını kendi bildiği yoldan sonunu düşünmeksizin elde etme çabası ile, anne babaların çocuklarını tehlikeli durum ve davranışlardan koruma isteği arasında gidip gelen bu denge kurma çabası kimi zaman anne babaya kimi zaman çocuklara karşı hassas bir hale dönüşebilir ve denge kurulamayan ebeveyn-çocuk ilişkisinde geleceğe yönelik olumsuz sonuçlar doğurabilecek bazı problem davranışları ortaya çıkarabilir. 

Peki, 2 yaş bebeği olan ebeveynler bu süreci bir sendroma çevirmeden nasıl atlatabilirler? Elbette listenin başında sabır ve empati geliyor. Olaya kendi bakış açımızla bakmakla kalmayıp bir de onun neyi neden yaptığını veya neyi niçin istediğini anlamaya çalıştığımızda sorunlar kolaylıkla kontrol altına alınabilir. Bir gerilim veya inatlaşma halinde çocuğumuzun karşısına dikilip ona karşı otorite ve güç gösterisinde bulunmak ve zafer kazanma arayışına girmek yerine onun bu isteğini makul bir şekilde gözden geçirmesini veya alternatif bir seçenekle yer değiştirmesini sağlamaya yönelik seçenekler sunarak işbirliğine açık olmak gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki “inat-laş-mak” kelime anlamı olarak da karşılıklı her iki tarafın da içinde bulunduğu ve devam ettirdiği bir süreçtir ve sorumluluğu tek başına çocuğun üzerine yıkılmamalıdır.

Yazının Devamını Oku

Müziğin ve ninninin bebeklere faydaları

27 Mayıs 2016
Erken yaşta müzikle tanışanlar daha iyi kavrama yeteneğine sahip.

Müziğin bebeklere faydaları saymakla bitmiyor. İnsan beyni gelişmeye son derece açık ve işlendikçe ışıldayan bir demir gibidir. Onu ne kadar çok uyarıcıyla karşı karşıya bırakır ve ne kadar beslerseniz gelişimini o derece hızlandırırsınız. Müzik ve ninniler de bebeğinizin beyin hücrelerinin nerdeyse ilk tanıştığı dış uyaranlardır. Bu nedenle anne karnından başlayarak ve özellikle doğum sonrasında bebeklere sıklıkla hafif müzik, klasik müzik ve ninni dinletilmesi tavsiye edilir. İşitme duyularının gelişmesi ile birlikte başlayan ve yaşantılarını hafızasında depolayan bebeğiniz, bu uyarıcılarla dış dünyada karşılaştığı zaman da kendisini rahat ve mutlu hissedecektir.

Ninni ve müzik dinlemenin bebeğiniz üzerinde oluşturduğu pozitif etkiyi özel gelişim alanlarına göre farklı başlıklar altında değerlendirecek olursak da şunları söyleyebiliriz:

Müzikle erken yaşlarda tanışanlar, hem analitik ve matematiksel düşünme becerilerine sahip olmak ve bu becerileri kullanmak konusunda hem de müzik kulağının yaşıtlarına oranla daha ileri derecede gelişim gösterdiği gözlenmiştir. Uyaranları kavrama ve anlamlandırma becerilerinin de daha iyi geliştiği gözlenen çocukların, yukarıda bahsettiğimiz sinir ucu uyarılması sayesinde bu yeterliliğe sahip oldukları varsayılır.

Yapılan araştırma ve gözlemler, ninni dinleyerek uyuyan ve müzikle erken tanışan bebeklerin doğum sonrasında da daha sakin yapıda olduğu, daha az ağlama krizi yaşadığı ve daha az hırçın davranışlar sergilediği sonucunu ortaya koymuştur. Özellikle anne karnında müzikle tanışan bebeklerin, doğum sonrasında da anne karnında dinledikleri müzikleri duyduklarında daha huzurlu ve sakin oldukları, uykuya geçiş konusunda sıkıntı yaşama oranlarının azaldığı gözlenmiştir. Özellikle uyku öncesi süreçte bebeklerine ninni söyleyen veya ninni dinleten annelerin, bebeklerini uyuturken daha az sorun yaşadıkları ve ninni ile uyuyan bebeklerin de uyku esnasında daha huzurlu, mutlu uyudukları gözlenmiştir.

Bunun yanı sıra müzikle iç içe olan çocukların daha sakin yapıda, saldırgan davranışlara daha az meyilli oldukları, sosyal becerilerinin ve problem çözme becerilerinin de daha fazla gelişmiş olduğu birçok gözlem ve araştırma sonucu kanıtlanmıştır.

Anne karnında başlayan müzik deneyimleri bebeğin kulak gelişimini de olumlu yönde etkiler, seslere karşı hassas ve ayırt edici olabilen bebek, doğum sonrasında da dil gelişimi konusunda daha sağlıklı bir ivme yakalayabilir. Bunun yanı sıra ritim duygusu gelişen bebek, çocuk şarkıları, ninniler ve parmak oyunları gibi müziğin içerisinde bulunduğu birçok etkinlik deneyimi sayesinde ince ve kaba motor kas gelişimini hızlandırır.

Özetle, müzik ve ninni geçmişten günümüze, atalarımızdan, ninelerimizden bu yana bilinen ve uygulanan en sağlıklı bebek sakinleştirme yollarından biridir ve kesinlikle kaybedilmemesi gereken bir değerdir. Özellikle ninniler bebeklerimizle beraber yeniden yapılandırdığımız hayatımızın ayrılmaz bir parçası olmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Prensini bekleyen prenseslerin sendromu

11 Mayıs 2016
Bu çaba üzerine hayatı şekillendirmek ne kadar sağlıklı?

İnsanın varoluşundan bu yana üzerine yüklenen bazı roller ve kendisinden beklenen sorumluluklar vardır. Bu roller ve sorumluluklar zaman zaman toplumsal baskılar ile biçim değiştirip travmatikleşerek mutsuzluğa sürükleyen bir hal alabilir. Örneğin kadın, doğumuyla birlikte anaç duyguları ve bilinçdışından taşıp günlük yaşamını etkisi altına alan annelik içgüdüsü ile iyi bir anne olma, çocuk doğurma, onları sağlıklı bir şekilde büyütme, yeni çocuklar dünyaya getirme, dirlik ve düzen sağlama, kadın olma, ortak yaşam alanında temizlik ve hijyeni sağlama gibi birçok sorumlulukla dünyaya gelir. Bu sorumluluklara her geçen gün yenileri eklenir. Kısaca şunu söylemek mümkün; “Kadın; güzel, çekici, iyi bir anne, iyi bir ev kadını ve iyi bir eş olmakla yükümlüdür. Her ne kadar bu rollerin üzerimizde yarattığı baskı ve olumsuz ruh hali bizi yorsa da bir taraftan bu yükümlülükleri üstlenmeye gönüllü bir tutum sergileyerek, aslında toplumsal açıdan kendimizi bu karmaşanın içine iteriz.”

Kadın cephesinde bunlar yaşanırken, peki ya erkek cephesinde neler oluyor? Evet, birçoğunuzu duyar gibiyim, "Kadın olmak zor. Hem iyi bir anne olmak, hem ev işlerine yetişmek hem güzelliğini korumaya çalışmak hem eşini memnun etmeye çalışmak, bu arada fırsat bulursan kendin için bir şeyler yapmak... Biz kadınların işi gerçekten zor!”

Acaba erkeklerin sorumlulukları, edinilmiş rolleri, hem bizim hem de toplumun onlardan beklentileri, acaba onlara neler hissettiriyor? Şöyle bir bakalım, babamızdan, eşimizden, oğlumuzdan neler beklemişiz ve onlar üzerinden geleceğe dair ne tür planlar yapıyoruz?

Öncelikle eşimizin güçlü kuvvetli, bizi her koşulda her türlü kötülükten korumasını isteriz, iyi bir baba olsun, çocuklarına ve ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirsin, karnımızı tok, sırtımızı pek tutsun isteriz, çocuklarımızın ihtiyaçlarını gönüllülükle karşılasın, gecesini gündüzüne katıp bize ve çocuklarımıza iyi birer gelecek oluştursun isteriz. Bunu yaparken de bizi ihmal etmesin, onca işin içinde bize zaman ayırsın, bizi bolca sevsin, şımartsın, sevgi sözcüklerini esirgemesin, mutlu etmek için çaba göstersin, özel günlerimizi unutmasın, beğendiğimiz şeyleri aklında tutsun ve ummadığımız zamanlarda hooop sürpriz olarak karşımıza çıkarsın isteriz. Oğlumuz büyüyünce annesini unutmasın isteriz, hatta kız arkadaşlarından ve eşinden bile öncelikli olmak isteriz. Bize karşı vefa borçlarını akıllarında tutsunlar, annelerini her daim sevsin, saysınlar isteriz. Bu da yetmez bonkör olsunlar isteriz. Neden mi? Neden şu; “Güçlü, zengin, kendine güvenen, korkmayan erkek bonkör olur” gibi otomatik bir yargı işleriz zihnimizde... 

TV programları, sosyal medya ve peri masalı gibi görünen evlilik öykülerini dinledikçe bonkör olma durumunu olağan bulmaya başlarız. Peki, neden isteriz bunu? Çünkü sırça köşkümüzden uzattığımız Rapunzel saçlarımıza tutunarak tırmandıkları kalemizde yıllar boyu bu günü beklemişizdir. Bekâretin saklanma nedeni de bundandır. Prensimiz beyaz atıyla gelip bizi alıp götürüversin isteriz kendi sarayına, prensesi olalım, aşkımızı tüm dünyaya duyuralım isteriz. Peki, ya sırma saçlarımızdan tutunup sırça köşkümüze tırmanmaya çalışan bu delikanlı, beyaz atı olmayan, bizi saraylarda yaşatmayacak, prensesi değil de sadece sevgilisi yapacak sıradan bir adamsa? Hele bir de beyaz atını, sırça köşkünü herkesten esirgeyen bir adamsa bu delikanlı, o zaman ne yaparız? Tabii ki filmi başa sararız, çünkü hepimizin hayallerinde bir gün prenses olmak ve saraylarda yaşamak vardır. Kimin prensesi olacağımız ve nasıl bir sarayda yaşayacağımız ise bize kalmıştır.

Kendimize sormamız gereken en önemli sorular şunlar olmalı:

Yazının Devamını Oku

Boşanmadan çocuğunuz etkilenmesin

11 Mart 2016
Boşanma sürecinde ve sonrasında çocuğun psikolojisi için nelere dikkat edilmeli?

Çocuğun birincil olarak fiziksel gereksinimlerinin karşılanmasının yanı sıra, ait olma sevilme, güven ve anlayış gibi temel gereksinimlerini de karşıladığı öncelikli yer olan “aile” küçüğün hayatında ve kişiliğinin gelişiminde önemli bir rol oynar.

Aile kavramı içinde bulunduğumuz toplumda çekirdek aile; anne, baba ve çocuklardan oluşur. Aileyi oluşturan bu temel sistemlerden birinde sorun yaşandığında, diğer sistemler de zarar görmeye başlar. Anne babanın çocuklarla olan ilişkisi kadar birbirleriyle olan ilişkileri de çocuğu olumlu ya da olumsuz yönde etkiler.

Bazı ebeveynler aralarındaki sevgi ve saygı bağı koptuğu halde çocuğun mutluluğu ve gelecek kaygılarından dolayı ilişkilerini devam ettirebilirler. Ancak bununla birlikte ev içerisinde sık sık kavga edebilir ve yoğun geçimsizlik yaşayabilirler. Boşanma süreci çocuk için ne kadar örseleyici bir durumsa, böyle sağlıksız bir aile ortamı da çocuk için o denli sağlıksız öğeler içerebilir.

  

Anne baba arasındaki anlaşmazlıklar ve kavgalar çocuğun gelişimini olumsuz etkiler. Çocuk anne ve babasını birlikte görmek ister ve anne baba birlikte olduğunda mutlu olur ancak çocuğun sağlıklı gelişimi için önemli olan anne babanın aynı evde birlikte oturmalarından çok kurduğu ilişkinin niteliğidir. Bu nedenle bazı istisnai durumlarda, her ne kadar istenmeyen bir yaşantı olsa da anne babanın boşanması bir diğer deyişle ayrılmaları ve çocuk için ayrı ayrı olarak anne baba rollerine devam etmeleri çocuk açısından daha olumlu sonuçlar doğurabilir.

Eğer boşanan anne babalar;

Yazının Devamını Oku

Bırakın çocuğunuz hata yapsın

12 Ocak 2016
Sürekli uyarı ve direktif alan çocuklar girişimci olma konusunda sıkıntı yaşıyor.

Sanırım hepimiz doğru kararlar alan, tercihleri ile herkesi memnun edebilen, hep daha iyi ve sağlıklı olan yollara yönelen çocuklara sahip olmak istiyoruz. Bu sebeple de onlara sıklıkla doğru tercihin hangisi olduğunu, hangi yola girerse onu nelerin bekleyeceğini, yanlış bir tercih yaparsa bedelini nasıl ödeyeceğini sıkça dile getirerek onları bu konuda fazlasıyla telaşlandırıyoruz. Fakat bunu yaparken önemli bir ayrıntıyı atlıyoruz. Ulaşmaya çalıştığımız hedefe giderken çocuklarımızı hata yapmaktan korkar hale getirerek, iteleyerek, sürükleyerek ve ezip geçerek yol kat etmeye çalıştığımızda durumlar aksi yönde değişiyor.

Çocuklarımızın güçlü bir karaktere sahip olması için onlara baskı yapmak, sürekli yol göstermek, tercihi ona bırakmadan onun için en doğru olanı seçmek, özerk olma çabasını çatışmaya dönüştürmek güçsüzleşmelerine sebep oluyor. Hata yapmanın ne kadar korkunç sonuçları olabileceğine dair sürekli uyarı ve direktif alan çocuklar hayatları boyunca girişimci ve özerk olmak konusunda sıkıntılar yaşayabiliyor. Bunun yerine onlara tercih yapma ve tercihlerini deneyimleme şansı tanımanın her zaman daha sağlıklı sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Bu nedenle de kimi zaman başarıyı elde etmelerini desteklediğimiz ve onları motive ettiğimiz kadar, başarısız olduklarında da devam etme cesaretini göstermelerini ve başarısızlığa uğramanın da bir kazanım olabileceğini, bundan hangi dersleri çıkarabileceğini ve doğru tercihlere ulaşırken kriterlerini nasıl belirlemesi gerektiğini birebir deneyimleyerek öğrenmesini sağlayabiliriz.

Güçlü olmak, doğru kararlar alabilmek, girişken ve cesur olmak gibi kavramlar dışarıdan gelen direktif ve itelemelerle değil, kişinin iç dünyasında kendine karşı hissettiği güven duygusu ile ortaya çıkar. Girişken, güçlü, tutarlı, cesur ve hatalarından daha fazla doğruları olan karakter yapısı ancak bu şekilde oluşmaya başlar.

Bırakın çocuklar belirli sınırlar çerçevesinde kendi kendilerini ve tercihlerini deneyimlesinler. Hayatı, yaşayarak ve içinde aktif rol alarak tanısınlar. Yara almayı da o yarayı iyileştirmeyi de öğrensinler. Aldıkları yaralar kadar kazandıkları zaferler sayesinde de güçlü olmayı başarabilsinler.

Pedagog- PsikoterapistSerap Melek Kılıç 

Yazının Devamını Oku

Çocukluk çağı korkuları ve fobileri

30 Haziran 2015
Çocuk büyüdükçe hayali varlıklardan korku ortaya çıkabilir!

Korkular çocukluğun normal bir parçasıdır. Çoğu çocuk için korkular hafif, yaşa özel ve geçicidir ve çoğu korku yaşla azalır. Her çocuğun korkularını belirleyen şeyin kendi öğrenme geçmişi olmasına rağmen, bazı korkular belli yaşlarda kümelenir. Buna rağmen, çocuklarda birçok yaygın eğilim vardır. Korkuları somut ve etrafındaki ortama odaklı olan bebek gürültü ya da yabancılara tepki olarak korkuyu yansıtan davranışlar sergiler.

Hayal gücü geliştikçe korkular hayali olmaya başlar

Çocuk büyüdükçe hayali varlıklardan (canavarlar gibi) korku ortaya çıkabilir. Daha büyük çocukların ya da ergenlerin daha sezgisel, soyut ve global uyarıcı ve olaylardan korkması daha muhtemeldir (Gullone, 1996). Bu büyük çocukların korkuları daha bilişsel olma eğilimindedir. Çocuğun hayal gücü geliştikçe, korkular da daha az somut ve daha hayali olmaya başlar.

Kızlar erkeklerden daha fazla korkuyor

Yaşa özel korkular genelde geçici ve kısa sürelidir. Çalışmalar 2-6 yaş arası çocukların ortalama üç korkuya sahip olduğunu ve 6-12 yaş arası çocukların %40’ının da yedi tane kadar korkusu olabileceğini göstermiştir (Miller, 1983). Anne-babaların çocuklarının korkularını olduğundan az gösterme eğiliminde olduklarına dair kanıtlar vardır. Yani, çocuklara direkt olarak sorulduğunda, anne-baba ifadelerine dayanan araştırmaların gösterdiğinden daha fazla korkuları olduğunu rapor ettikleri görülmüştür. Bulgular aynı zamanda kızların erkeklerden daha fazla korku rapor ettikleri ve aynı zamanda korkularının da daha yoğun olduğu yönündeki yaygın klinik inanışı da doğrular niteliktedir.

Korkuların üstesinden gelme

Çocuklar sıklıkla nesnelere ya da durumlara karşı korkuyu o uyarıcılarla ilişkili hoş olmayan durumlar yaşadıklarında edinirler. Bu tecrübeler ciddi olabilir ya da çocuk olay esnasında ya da sonrasında çok ilgi görmüş olabilir. Korkuların üstesinden gelmede genelde çocuğun tecrübeleri, bilişsel gelişimi, genişleyen kaynakları ve anne-baba ya da bakıcıların tepkileri etkili olur. Çocuk büyüdükçe, artan bilişsel becerileri ve tecrübeleri kendisine daha fazla kaynak sağlar. Bu da çocuğun korkutucu durumlara artan bir şekilde uyumlu tepkiler vermesini sağlar (Campbell, 1986).

Yazının Devamını Oku

Evlilik sürecinde dikkat edilmesi gerekenler

21 Mayıs 2015
Birtakım sorunları çözmek için sabırlı olmak gerekiyor.

İnsan, doğası gereği gelişime ve değişime açık olmakla beraber soyunun devamlılığını da sağlamaya yönelik içgüdülerle dünyaya gelir, bunun doğal bir getirisi olarak da çiftleşme ve üreme davranışları sergiler. Bu durumun toplumsal açıdan kabul gören ve devamlılık arz eden bir yaşam olayı haline dönüşmesi ile beraber “evlilik” kavramı hayatımıza girmiştir. Evlilik, bu sözünü ettiğimiz bazı evrimsel ödevlerin bir getirisi olsa da, işin içine giren duygular ve eş zamanlı paylaşımlar birlikteliği salt üreme olayından çıkarıp sevgi bağıyla birleştirilen hayatlara dönüştürür.

Günümüzde gerçekleştirilen evliliklerin birçoğunda ifade edildiği üzere, “severek evlenmek” kavramı tam da bunu anlatmak için kullanılır. Peki, severek evlenmek ne demektir? Evlenmek için ne kadar sevmek gerekir? Evlenmeden önce sevdiğim kişiyi ne kadar süre sevmeye devam edebilirim? Bu tarz sorular, evlilik öncesi tüm çiftlerin kafasını karıştırır. Bu sorulara net bir yanıt vermek elbette zordur. Evlenmek istediğimiz kişiye karşı duyduğumuz yoğun duyguların nedeni heyecansal bir çekim midir yoksa sevgi, saygı, bağlılık ve sadakati içerisinde barındıran duygular bütünü müdür? Bu soruya verdiğimiz cevap evliliğe yüklediğimiz anlamın küçük de olsa bir göstergesi olabilir.

İdeal evlilik kavramına gelince, aslında bu kavram kişiden kişiye göre değişebilir, kimi insan için duygusal yoğunluk kimi insan için yaşam standartları kimisi için ise heyecansal çekim belirleyici olabilmektedir. Her ne kadar seçim yapmanın zor olduğunu bilsek de tercihimiz, bu seçeneklerin her birini bir parça da olsa içeren öğelerin bir bütününden yana olmalıdır. Tabi ki ağırlıklar değişebilir ama önceliklerimize uygun kişileri tercih ettiğimizde ideal evliliği gerçekleştirme şansımız da yükselir.

Çiftler arasında sıklıkla yaşanan sorunlardan birisi de uyum problemidir. Belirli bir yaşa kadar aile ile büyüyen yetişkinler belli bir yaştan sonra edinmiş oldukları tüm davranış kalıpları ile birlikte yeni bir aile kurmaya çalışırlar. Fakat öncesinde edinilmiş alışkanlıklar ve hayatı algılama biçimleri çiftlerin tartışmalarına neden olan meselelere dönüşebilir. Bunun üstesinden gelebilmenin yolu da tahammül sınırlarımızı geniş tutmak ve bütünleşmeyi amaç edinerek çıktığımız bu yolda eşimize ayak uydurmayı, aile içi bir savaşa dönüştürmeden yapabilmektir.

Aile kurmak günümüz şartlarında oldukça zorlaşan bir süreç olmakla birlikte kolaylıkla vazgeçilebilen bir anlaşmaya dönüşmüş haldedir. Bunun nedeni ise tarafların birbirlerini kimi zaman kaybetmemek kimi zaman da üzmemek adına beklentilerini birbirlerine ifade etmeden bu kararı almaları ve evlendikten sonra beklentilerin su yüzüne çıkmasıdır. Evlilik sonrasında doğal yaşamına dönen ve beklentilerini rahatlıkla ifade eden çiftler, “evlendikten sonra çok değişmek” ile suçlanır. Bu nedenle hayatınızı paylaşmayı planladığınız kişilere karşı duygu ve düşüncelerinizi, hayata bakışınızı, gelecek beklentilerinizi içtenlikle yansıtmalı ve değerlendirmelerinizi buna dayanarak daha gerçekçi yapmalısınız. Ancak o zaman hayatınızın diğer alanlarında aldığınız kararlarda olduğu gibi evlilikte de hayal kırıklığına uğrama riskiniz azalır.

Pedagog - Aile ve Evlilik TerapistiSerap Melek Kılıç 

Yazının Devamını Oku