Örgütün izniyle yapılan kayıtta mesajın en çarpıcı kısmı bundan sonra geliyor: “Elinizden geleni yaptığınızı biliyorum... Bu iş nereye kadar gidecek, nasıl son bulacak bilmiyorum. Şu anda buradayız işte. Benden daha çok siz zorlanıyorsunuz, biliyorum. Size söz veriyorum, bir gün yanınıza sağ salim geleceğim.”
‘BU İŞ NASIL SON BULACAK, BİLMİYORUM...’
Şanlıurfa nüfusuna kayıtlı Müslüm Altıntaş, askerliğini Erzincan’da topçu er olarak yapmaktaydı. 2 Ekim 2015 tarihinde izin dönüşü Erzincan’daki birliğine giderken, seyahat ettiği otobüs Tunceli-Pülümür karayolunda PKK tarafından durduruldu. Altıntaş PKK militanları tarafından kaçırıldı.
Bu olaydan yaklaşık dokuz ay sonra 8 Temmuz 2016 tarihinde PKK’ya yakınlığıyla bilinen Hollanda merkezli Fırat Haber Ajansı tarafından bir videosu yayımlandı. Şeker Bayramı’nın hemen sonrasıydı.
Ancak bu mesajda ailesine verdiği “Sağ salim yanınıza geleceğim” sözünü tutamadı Müslüm Altıntaş. Aynı mesajda “Bu iş nasıl son bulacak bilmiyorum” diyordu.
Altıntaş, bu mesajdan dört buçuk yıl kadar sonra Kuzey Irak’ın Gara dağında alıkonduğu bir mağarada PKK tarafından katledildi. Mağaradaki bölmede bir arada tutulan 13 rehineden 12’sinin kafasına, birinin ise göğüs bölgesine kurşun sıkılmıştı.
‘SİZ BİRBİRİNİZE DAHA ÇOK TUTUNUN...’
Aynı gün aynı güzergâhta kaçırılan bir başka asker Ağrı’daki birliğine katılmak üzere yolda olan Osmaniye nüfusuna kayıtlı tankçı er
İlle nitelemek istiyorsak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ın Gara bölgesinde gerçekleştirdiği son askeri harekât sırasında PKK’nın bir mağarada rehin tuttuğu 13 vatandaşımızı katletmesi vahşetin ta kendisidir.
REHİN ALMA STRATEJİSİ
Malatya Valisi Aydın Baruş’un açıklamasından, PKK’nın şehit ettiği vatandaşlarımızın 2015 yazından itibaren örgüt tarafından güneydoğuda farklı noktalarda kaçırılmış olduklarını anlıyoruz.
PKK, ‘barış süreci’nin 2015 yazında sona ermesinden sonra sahada yeni bir stratejiye yönelmiştir. Bu, asker, polis gibi devlet görevlilerini kaçırıp rehin tutarak, Türkiye’ye karşı bir pazarlık kartı, baskı unsuru olarak kullanma stratejisidir.
PKK’nın bu tür insan kaçırma eylemlerinin varlığı bilinmekle birlikte, bu durumdaki vatandaşlarımızın Kuzey Irak’a götürülerek burada topluca alıkonduğu, Türk kamuoyunun geniş bir kesimi açısından önceki günkü hadiseyle ortaya çıkmıştır.
TEHDİDİ SINIRIN ÖTESİNDE ÇEVRELEME STRATEJİSİ
Olay, her şeyden önce Kuzey Irak’ın PKK açısından önemli bir üslenme bölgesi olma niteliğini koruduğunu gösteriyor.
TSK da bir süredir bu bölgede PKK’yı etkisiz kılmak üzere tehdidi sınırın ötesinde çevreleme stratejisine yönelmiştir. Bu yönde sayısız operasyon icra edilmiştir. Sayısı açıklanmamakla birlikte, sınırın ötesinde pek çok mevkide -ihtiyaca göre- değişen büyüklüklerde askeri birliklerin konuşlandığı biliniyor. Sınır ötesinde geniş bir coğrafyaya yayılan bu askeri mevziler TSK’ya geniş bir alan kontrolü imkânı tanımıştır.
Resmi Gazete’nin 24 Temmuz 2020 tarihli sayısında yayımlanan 2020/370 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararında bir gün önce (23 Temmuz) yapılan Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısının kararları yer alıyor.
Altında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasının bulunduğu bu kararın girişinde, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları’nda 13 general, 4 amiral ve 51 albayın 30 Ağustos 2020 tarihinden geçerli olarak bir üst rütbeye terfi ettirilmelerinin uygun görüldüğü belirtiliyor.
Şimdi bu karara biraz daha yakından bakalım.
32 KARACI ALBAY ARASINDA 5’İNCİ SIRADA TERFİ ETMİŞ
Kararda general/amiral rütbelerini kapsayan terfiler hiyerarşi içinde isim isim sıralanıyor.
Terfilerin dağılımına baktığımızda, tuğgeneralliğe/tuğamiralliğe terfi eden 51 albaydan 32’sinin karacı, 9’unun denizci ve 10’unun havacı olduğunu öğreniyoruz.
Günlerdir Türk kamuoyunda tartışılan FETÖ mensubu Serdar Atasoy’un ismiyle işte bu listede karşılaşıyoruz. Şûra’nın terfi listelerinde üst sıralarda yer almak her zaman önemli bir ölçü olagelmiştir. Kendisinin listede generalliğe kaçıncı sırada terfi ettiğini merak edebilirsiniz. Bu 32 karacı albay arasında beşinci sırada terfi etmiş Atasoy.
GENERALLİĞE TERFİDE
Ve bu puzzle’ı tamamlamak üzere önüme gelen parçalar halindeki resmi bilgileri yan yana getirip anlamlandırmaya çalıştığımda bakın karşıma nasıl ilginç bir tablo çıktı.
Ancak parçalara geçmeden önce ana öyküyü kısaca hatırlayalım ki, birazdan yapacağımız egzersizde her şey yerli yerine otursun.
DELİLLER YENİ Mİ, YOKSA HAVUZDA VAR MIYDI?
Serdar Atasoy, geçen 23 Temmuz'da yapılan YAŞ’ta generalliğe terfi ettirilip Kara Kuvvetleri’ndeki kritik makama atanmış olmakla birlikte göreve başlatılmamıştır. Demek ki, bu görevi üstlenmesi problemli görülmüştür. Üstelik Atasoy, 2 Kasım 2020 tarihinde de emekliye ayrılmıştır.
Zaten iki hafta kadar önce 27 Ocak’ta gözaltına alınmış ve 1 Şubat tarihinde de itirafçı olup örgüt bağlantıları hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir.
Burada duralım. İlk bakışta 27 Ocak’ta kendisinin gözaltına alınmasını mümkün kılan yeni deliller, yeni bulgular ortaya çıkmıştır ki, Serdar Atasoy hakkında bu tasarruf yapılabilmiştir.
Ya da can alıcı ikinci bir soru yöneltelim. Yoksa bu deliller zaten devletin bilgi havuzunda bulunan, ancak daha önce değerlendirilmemiş olan veriler midir?
Eğer ikinci şık geçerliyse, o zaman daha da zor bir soru bizi bekliyor: Bu bilginin daha önce değerlendirmeye alınıp
Kendisinin bu rütbeye terfi edişi ve geçirdiği soruşturmalarla ilgili konulara girmeden önce Serdar Atasoy’un kim olduğu, FETÖ’ye nasıl katıldığı, TSK’ya nasıl girdiği, onu tuğgeneralliğe kadar götüren kariyerinin nasıl bir çizgi izlediği ve bütün bu süreçte örgüt ile ilişkisini gizlilik içinde nasıl sürdürdüğü sorularına yanıt arayalım.
Etkin Pişmanlık Yasası’ndan yararlanan Atasoy’un 1 Şubat tarihinde, yani bundan 10 gün önce Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde alınan ifadesi bu soruların önemli bir bölümüne ışık tutuyor.
Atasoy’un öyküsü aslında FETÖ tarafından TSK’ya sokulan pek çok örgüt üyesinin öyküsüyle paralellik gösteriyor. Denizli’nin en küçük ilçelerinden biri olan Babadağ’da 1974 yılında dünyaya geliyor. Kasabada lise olmadığı için ortaokulu bitirince 1988 yılında İzmir Atatürk Lisesi’nde yatılı öğrenci olarak yerleştiriliyor. Atasoy, ifadesinde liseye yerleştirilmesinde cemaatin rolü olup olmadığı konusunda bir işaret vermiyor. FETÖ ile tanışmasının İzmir Atatürk Lisesi’nde gerçekleştiğini söylüyor.
FETÖ sisteminin nasıl işlediğini göstermesi bakımından Atasoy’un askeri kariyerinin seyrini şöyle özetleyebiliriz:
DAHA LİSEDE KOD İSMİ VERİLİYOR: Lisede Denizli’den tanıdığı Cansun Sarıyıldız isimli ilahiyat öğrencisi vasıtasıyla Atatürk Lisesi’nin cemaat sorumlusu olan, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Yavuz kod isimli örgüt abisi ile tanıştırılıyor. Yavuz, hafta sonlarında Atasoy’u Alsancak’taki yatılı öğrenci yurduna götürüyor. Burada eğitim çalışmalarına katılıyor, Fetullah Gülen’in kitaplarını okumaya başlıyor. Yavuz, Atasoy’a “Servet” kod ismini veriyor.
KARA HARP OKULUNU’NA HAZIRLIK: Atasoy, üç yıl boyunca İzmir’de Yavuz’un sorumluluğunda kalıyor. Yavuz’un görevlerinden biri askeri okulları kazanabilecek öğrencilerin seçilmesi ve sınavları kazanabilecek şekilde hazırlanmalarıdır. Bu aşamada İskender Girgin, Erdal Baylar ve Serdar isminde üç öğrencinin daha katıldığı bir gruba dahil ediliyor. Yurtta Yavuz’a tahsisli bir odada ders çalışılıyor. Sınavda çıkabilecek soruların bulunduğu testler getiriyor. Ayrıca, cemaat bağlantısı olmayan bir dershaneye de kaydı yaptırılıyor. 1991 yılında bu gruptan Serdar Atasoy, İskender ve Erdal, Ankara’daki Kara Harp Okulu sınavını kazanıyorlar.
‘YAVUZ ABİ’ ANKARA’YA DÜZENLİ GELİYOR:
Örneğin, ülkenin gidişatından hoşnut olmayabilirsiniz. İktidarın birçok alandaki icraatı sizi ciddi ölçülerde mutsuz ediyor olabilir. Siz de yürütme gücünü elinde bulunduranların tasarruflarına karşı Anayasa’nın tanıdığı haklar çerçevesinde açıklama yapabilir, toplanma hakkından yararlanarak protestonuzu ortaya koyabilirsiniz. Riskleri, yüksek bir maliyeti de olabilir bu itirazın...
Keza, iktidar da sizin sergilediğiniz muhalefetten, farklı, karşıt görüşler ifade ediyor olmanızdan rahatsızlık duyabilir. İtirazınızı ifade ederken ölçüyü kaçırdığınızı da düşünüyor olabilir karar vericiler. Hatta muhtelif yöntemlerle sesinizi kısmaya da çalışabilirler.
*
Ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte üç aşağı beş yukarı bütün demokratik rejimler son tahlilde iktidar ile ona muhalefet edenler arasındaki bir çekişmeye dayanır. İpin iki ucundaki taraflar sıkıca ipi kendi yönlerine çekmeye çalışırlar.
Gelişkin, köklü demokratik rejimlerde bu çekişme daha hoşgörülü bir zeminde, belli bir olgunluk içinde cereyan eder.
Demokrasi geleneklerinin henüz tam olarak içselleşmediği göreceli genç demokrasilerde bu çekişme genellikle daha sert bir zeminde cereyan eder. Çatışma hatları daha keskindir. Güçler ayrılığının tam olarak işlemediği, denetleme mekanizmalarının yetersiz kaldığı ya da işlemediği modellerde, bu çekişme, oyunun adil oynanmadığı zeminlere de kayabilir.
Ancak böyle de olsa seçeneksiz değilsiniz. Bir sonraki seçimde oyunuzu kullanarak yapacağınız tercihle ülkenin gidişatını değiştirmeyi deneyebilirsiniz.
Onun dışında şahsi düzeyde haksızlığa uğradığınızı düşündüğünüzde itirazınızı dile getirmek üzere çalabileceğiniz kapılar var. Mahkemeye gidersiniz; şikâyetiniz sonuçsuz kalırsa Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru hakkınızı kullanırsınız. AYM de haklılığınızı teslim etmezse, bu kez Strasbourg’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dilekçe verebilirsiniz. Gecikmeli de olsa muhtemelen bir aşamada adalet tecelli edecektir.
Milli Savunma Bakanı Akar, öncelikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra gerçekleşen büyük tasfiyenin yol açtığı personel açığına rağmen TSK’nın giriştiği askeri harekâtlarda ortaya koyduğu performansın çok başarılı olduğunu özellikle vurguladı.
Örnek olarak, Hava Kuvvetleri’nde ihraçlardan sonra ciddi bir pilot açığının ortaya çıktığını belirtirken, “Ortalamaya vurulursa, 100 pilottan 80’i gitti. O zaman 5 pilotun yaptığı işi bugün 1 pilot yapıyor ve adeta tarih yazıyorlar” diye konuştu Hulusi Akar. Keza, Deniz Kuvvetleri’nin geçen yıl Doğu Akdeniz’deki seyir süresinin “son yirmi yılın en yüksek düzeyinde” gerçekleştiğine dikkat çekti.
FETÖ BİR ORDUNUN BAŞINA GELEBİLECEK EN BÜYÜK MUSİBET
Bakan, FETÖ ile mücadelede örgütle bağlantılı olduğu ortaya çıkan personelle ilgili bilgiler geldikçe gereken neyse tereddütsüz bir şekilde yapıldığını belirtirken, şu dökümü paylaştı: “15 Temmuz sonrasında bugüne dek toplam 21.147 personel ihraç edilmiştir. Bunun 150’si general-amiral düzeyindedir. 9.373’ü subay, 9.923’ü astsubay, 1.255’i uzman erbaş-er, 446’sı da memur-işçidir. Bu toplam içinde 5.850’si hakkındaki işlem doğrudan bakan tasarrufuyla gerçekleştirilmiştir. Ayrıca daha önce emekli olmuş 1.639 askerin rütbesi alınmıştır. Bu arada, haklarındaki idari işlemler devam eden 3.275 kişi geçici olarak uzaklaştırılmıştır.”
Bu dosyayı inceleyenler, Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisinin kime ait olduğu konusunda Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasında bir görüş ayrılığı yaşanabilmiş olmasından, AYM kararlarının bazı mahkemeler tarafından tanınmaması, bunun sonucu AYM’nin aynı dosyada tekrarlayan ihlal kararları alması gibi biri dizi problemli, tartışmalı uygulama ve durumla karşılaşacaktır.
PROF. ŞENTOP GÜVENCE VERMİŞTİ
Meselenin temelinde Anayasa’nın milletvekili dokunulmazlığına ilişkin 83’üncü maddesinin “Tekrar seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma, Meclis’in yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır” şeklindeki dördüncü fıkrası yer alıyor.
2016 yılında Anayasa’ya eklenen bir geçici maddeyle haklarında fezleke hazırlanmış tüm milletvekillerinin dokunulmazlıkları bir kereliğine kaldırılmıştır. Bu anaya değişikliği yapılırken, dokunulmazlığını kaybeden bir milletvekilinin bu tasarruftan sonra yeniden seçilmesi halinde durumunun ne olacağı sorusuna da yanıt aranmıştır.
Dönemin TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Mustafa Şentop, yasa değişikliği hazırlanırken bu konudaki tereddütleri gidermek üzere “Anayasa’nın 83’üncü maddesinin dördüncü fıkrasının varlığını sürdürdüğünü” hatırlatarak, “Tekrar bir seçim halinde seçilenlerin -dokunulmazlığı kaldırılan dosyalar bakımından- dokunulmazlığın yeniden kazanılacağının açık olduğu” yolunda beyanda bulunmuştur.
Bu güvencenin verilmesine konu olan ihtimal sonradan birebir yaşanmıştır. Dokunulmazlığının kaldırılmasının ardından 2017 yılında tutuklanıp, yargılandığı mahkeme tarafından mahkûm edilen Enis Berberoğlu, 24 Haziran 2018 genel seçiminde aday gösterilip yeniden İstanbul milletvekili seçilmiştir. Ancak Anayasa’nın 83’üncü maddedeki açık hükmüne rağmen yeniden dokunulmazlığını kazanamamış, tutukluluğu devam etmiştir.
Üstelik bu yeni süreçte daha önce 83’üncü maddeyle ilgili güvenceyi vermiş olan Prof. Şentop bir süre sonra TBMM Başkanı makamına da oturacaktır. Dahası, Berberoğlu hakkındaki mahkûmiyetin Yargıtay tarafından onanmasına ilişkin fezlekeyi 4 Haziran 2020 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda okutup milletvekilliği sıfatının düşmesine de yol açacaktır.
AYM’DEN
Başkan Biden, Kanada, Rusya, Almanya ve Fransa gibi sınırlı sayıda ülkenin liderleriyle doğrudan kendisi konuşurken, bazı ülkelerle ilk teması mevkidaşları üzerinden ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Antony Blinken kurdu.
Türkiye ile yeni yönetim arasındaki ilk temas ise iki başkanın ulusal güvenlik danışmanı/başdanışmanları düzeyinde kuruldu. Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İbrahim Kalın geçen salı günü yaklaşık bir saat süren bir görüşme yaptılar.
KALIN-SULLİVAN ARASINDA DİYALOG KANALI
Sullivan, bulunduğu konumda Beyaz Saray’da dış politika ve savunma konularında Başkan ile günlük bazda en yakın çalışma ilişkisini yürüten kişi. Ulusal güvenlik danışmanları, Türkiye’de mevkidaş olarak Cumhurbaşkanı’nın büyükelçi unvanı da taşıyan başdanışmanı Kalın ile temas ediyorlar.
Bu kanal, aslında Donald Trump’ın başkanlığı döneminde de, özellikle de son zamanlarda iki ülke arasındaki en önemli diyalog mekanizmalarından biri olmuştu.Kalın ile Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı Robert O’Brien arasındaki iletişim kanalı son ana kadar açık kalmıştı.
Kalın ile Sullivan arasında kurulan temas, bu hattın önümüzdeki dönemde Ankara ile Washington arasındaki işlevsel diyalog kanallarından biri olarak işleyeceğine işaret ediyor. Buradaki kritik soru, Başkan Biden ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki ilk temasın ne zaman kurulacağıdır.
ORTAK ÇIKARLAR VE ANLAŞMAZLIKLAR BİR ARADA
İki tarafın yaptığı açıklamalar,
Ve her seferinde iki kere ikinin dört ettiğini tekrarlamak gibi, Anayasa’nın 34’üncü maddesinin “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” şeklindeki birinci fıkrasını tekrarlayarak yola çıkmamız gerekiyor.
Ayrıca, Anayasa’nın bu hakkın kullanılmasını izin alma koşuluna bağlamamış olmasının aslında özgürlükçü bir bakışı yansıttığını, ana ilkeyi kuvvetlendiren bir öğe olarak vurgulamalıyız.
Anayasa, bu hakkı tanımakla birlikte, aynı maddenin ikinci fıkrasında milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması gibi amaçlarla –yasayla- sınırlanabileceğini de belirtiyor.
Burada altını çizmemiz gereken önemli bir nokta var. Anayasa’nın 34’üncü maddesinin sınırlama getiren ikinci fıkrası Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) toplanma hakkını düzenleyen 11’inci maddesinin yine sınırlamaya ilişkin ikinci fıkrasıyla büyük ölçüde örtüşüyor.
SORUN UYGULAMADA
Toplanma hakkıyla ilgili tartışmalar ilk aşamada yasada getirilen sınırlamalar üzerinde beliriyor. Örneğin, 6 Ekim 1983 tarihli 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda bu sınırlamalara ilişkin şekil, şart ve usuller tarif ediliyor. Kamu düzenini ve asayişi bozmamak kriterinin yanı sıra “gösterilerin vatandaşların günlük yaşamını aşırı ve katlanamaz derecede zorlaştırmayacak şekilde olması” bu koşullardan biridir. Yasa, mülki idare amirlerine yürüyüşün güzergâhını belirlemek de dahil olmak üzere geniş yetkiler tanıyor.
Sorunun ağırlıklı yönü, yasanın belli sınırlar içinde çizdiği hareket serbestisinin uygulamada mülki idare amirleri ve sahada kolluk kuvvetleri tarafından nasıl yorumlandığı meselesinde ortaya çıkıyor.
Bu noktada Türkiye’deki uygulamalarla ilgili gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gerek Anayasa Mahkemesi’nden (AYM) çıkan çok sayıda ihlal kararının oluşturduğu kuvvetli bir külliyat var. Bu kararlar, Anayasa’da ve AİHS’de tanınan gösteri hakkının vatandaşlar tarafından kullanılmasına gelindiğinde, hak ihlallerinin çok yaygın olduğu problemli bir sahaya girdiğimiz uyarısını yapıyor.
Bu vesileyle geride bırakılan adli yılda alınan kararların dökümü, başvuruların sayısı, bunların tabi olduğu işlemlerin seyri, genelde mahkemenin iş yüküyle ilgili ayrıntılı istatistikler de yayımlanıyor.
Bu yılki toplantıda Türkiye açısından ilginç olan bir nokta, AİHM’nin İzlandalı Başkanı Robert Spano’nun Türkiye ile ilgili başvurularda bir yıl öncesine kıyasla yüzde 27 oranında bir artış meydana geldiğini söylemesiydi. Spano, bu artışın, genel anlamda Türkiye’de 15 Temmuz 2016 darbe girişimine ilişkin davaların (bir bölümünün) tamamlanmasıyla bağlantılı olduğunu belirtti.
RUSYA, TÜRKİYE VE UKRAYNA İLK ÜÇTE
Tabii, açıklanan veriler içinde her yıl dikkatlerin en çok çevrildiği, AİHM’de daireler ya da büyük daire düzeyinde ilgili hükümetten savunma da alınıp esastan görüşülerek sonuca bağlanan kararlara ilişkin tablo oluyor.
Bu tablonun 2020 yılına ait sonuncusu AİHM’deki geleneğin bozulmadığını bir kez daha gösterdi. Tablonun en üstünde daha önceki yıllarda olduğu gibi yine Rusya, ardından da Türkiye ve Ukrayna yer aldı.
Aslında 2012 yılına kadar AİHM’nin açıkladığı yıllık istatistiklerde Türkiye’nin her seferinde hakkında en çok karar verilen, bu çerçevede en çok ihlal kararı çıkan ülke olarak birinci gelmesi yerleşmiş bir kalıptı. Ancak Rusya’nın 1998 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylayıp AİHM sistemine girmesinden sonra kısa zamanda yığılmaya başlayan başvurularla bu ülke 2012 yılında ilk kez ihlallerde Türkiye’nin önüne geçti.
97 KARARIN 85’İNDE EN AZ BİR İHLAL
Geçen hafta açıklanan tabloya baktığımızda ne görüyoruz? 2020 yılı tablosuna göre, AİHM daire ve büyük daire düzeyinde toplam 871 karar vermiştir. Bunlardan 185’i Rusya hakkındadır. Bu ülke hakkındaki kararların 173’ünde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) en az bir maddesinden ihlal verilmiştir. Bir kararda AİHS’nin birden çok maddesinden ihlal çıkabiliyor.
Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerinin alması nedeniyle Türkiye’den “sözde müttefik” diye bahsetmesi, bu hareketin müttefiklikle bağdaşmadığını belirtmesi Ankara’da kaşların kalkmasına yol açtı.
Blinken’ın bu oturumun ardından senatörlerin gönderdikleri sorulara verdiği yazılı yanıtlar da Biden yönetiminin Türkiye’ye karşı izleyeceği politikanın ana parametrelerini göstermesi bakımından önemli bir çerçeve ortaya koyuyor.
ABD’nin yeni dışişleri bakanının Türkiye’ye bakışında şu noktalar öne çıkıyor:
S-400 DOSYASINDA KATI TUTUM
Birincisi, Blinken’ın öncelikle Türkiye’yi “zorlu bir müttefik” olarak nitelendirmesidir. Bu niteleme son dönemde Washington’da Türkiye ile ilgili bütün açıklamalarda yerleşik bir kalıp şeklinde karşımıza çıkıyor. Bu yönüyle, yönetim yola koyulurken, Türkiye cephesinde yönetilmesi pek kolay görünmeyen, çok sayıda problemle kaplı bir dosyanın kendisini beklediğini kabullenmiş oluyor.
İkincisi, Blinken’ın Başkan Biden'ın “Türkiye’nin NATO müttefiki olarak taahhütlerine ters düşen ya da uluslararası hukuku ihlal eden davranışları karşısında tavrını gösterme taahhüdünde bulunduğunu” hatırlatmasıdır.
Burada özellikle Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri almasına karşı Biden yönetiminin eleştirel bir tutum sergileyeceğini anlıyoruz. Nitekim Blinken komite toplantısı sırasında yönetimin bu tutumunu olabildiğince açık bir dille kayda geçirmişti.
İ
ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Antony Blinken, geçen hafta Senato Dış İlişkiler Komitesi’ndeki onay oturumunda bu konuda dikkat çekici bir açıklamada bulunarak, “Görevimiz demokrasi ve insan haklarını yeniden Amerikan dış politikasının merkezine koymak olacak” şeklinde konuşmuştur. Blinken’ın sözleri, yeni yönetim açısından altı çizilmesi gereken bir taahhüttür.
SORUN, ÖNCE KENDİ EVİNDEKİ DEMOKRASİNİN DURUMU
Blinken, oturum sırasında bu hedef çerçevesinde Başkan Joe Biden’ın seçim kampanyası sırasında vaat ettiği “Küresel Demokrasi Zirvesi”nin muhtemelen bu yılın sonuna doğru toplanacağını da söylemiştir.
Ancak Blinken bu taahhütleri vurgularken, “Demokrasi ve insan haklarının güçlü bir lideri ve savunucusu olabilmemiz, geniş ölçüde kendi evimizde demokrasimizin gücüne bağlıdır” deme ihtiyacını da duymuştur.
ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı, bu sözleriyle evdeki ciddi bir sorunun varlığını kabulleniyor. Blinken’ın Senato komitesindeki onay oturumu, Biden’ın başkanlığı devraldığı törenin bir gün öncesine rastlıyordu ve ABD’nin Kongre binası o sırada tam teçhizatlı ulusal muhafızlar tarafından çevrelenmiş durumdaydı. Washington D.C., her bir köşeyi tutmuş 25 bin askerle olağanüstü hal rejimi altındaki bir başkent görüntüsündeydi.
Ve ABD’deki kanaat önderlerinin bir bölümü, ülke bu haldeyken yeni yönetimin bir küresel demokrasi zirvesi düzenlemesinin isabet derecesi üzerinde hararetli bir tartışmaya girmişti.
PROJE SEÇİM BİLDİRGESİNDE VAR
Bu tartışmaya geçmeden önce kısaca Biden’ın seçim kampanyası sırasında kendisini bağladığı taahhüde bakalım. “Küresel Demokrasi Zirvesi”, Demokrat adayın seçim bildirgesi çerçevesindeki bir hedef olarak ortaya çıktı.
Ancak Komisyon’un web sitesine de konmuş olan bu açıklamada söz konusu iki kavramın parantez içine alınmış olması dikkatimi çekti. Web sitesindeki linkten video kaydına girip dinlediğimde de fark ettim ki, Borrell bu iki kavramı konuşması sırasında telaffuz etmemişti.
PARANTEZ İÇİNDE EKLENEN İFADELER
Açıklama, ikisi arasındaki görüşmelerin başlamasından hemen önce yapılmış. İspanyol sosyalisti Borrell, “Sevgili Mevlüt” (Dear Mevlüt) diye başladığı açıklamasında Türkiye-AB ilişiklerinde geçen yıl yaşanan sorunların ardından 2021 ile birlikte “Bir iyiye gidiş” gördüklerini kaydederek, iyimser bir tonda konuşuyor.
Borrell, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin gündemindeki ana başlıklara değindikten sonra “Türkiye’deki siyasi durum ve katılımın görünümü ile ilgili olarak birbirimize saygı temelinde içten ve açık bir dille konuşacağız” diyor.
Devamında Türk toplumunun AB ile diyaloğu önemsediğini belirten Borrell, “Türkiye’deki durum bizi endişelendirmeye devam ediyor. Çünkü Türkiye önemli bir komşu ve Türkiye ile paylaştığımız ortak bir gelecek inşa etmek istiyoruz” diye ekliyor.
İlginçtir ki, Komisyon’un web sitesine konan konuşma metinde “Türkiye’deki durum” ifadesinin hemen önüne “hukukun üstünlüğü ve insan haklarının durumu bağlamında” ifadesi parantez açılarak dahil edilmiş. Bir başta anlatımla, “kaygı” ifade edilen durumla somut olarak neyi anlamamız gerektiğine ilişkin bir not düşülmüş.
Borrell’in misafirine gazetecilerin önünde insan hakları ve hukuk eleştirisinde bulunmaktan kaçındığı için bu şekilde bir hareket tarzını tercih ettiği öne sürülebilir. Özellikle görüşmenin Türkiye ile AB arasında karşılıklı olarak belirmiş olumlu beklentiler ışığında başladığını dikkate alırsak.
Buna karşılık, komisyon çevrelerinden gelen bilgiler, parantez içindeki meselelerin daha sonra yapılan görüşmeler sırasında
Maas, 18 Ocak günü Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada “Barbaros Hayreddin Paşa sismik araştırma gemisinin Kıbrıs açıklarından çekilmesinin olumlu bir tepki uyandırdığını, bu kararın desteklendiğini” söyledi.
Sonraki günlerde Avrupa Birliği yetkililerinden birbiri ardına gelen açıklamalar da Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki adımlarına ne kadar yakından odaklandıklarını gösterdi.
SAHADA ÜÇ ARAŞTIRMA GEMİSİ VARDI
Hatırlayalım, geçen yaz sonu ve sonbahar başında Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında gerilimin zirveye çıktığı dönemde, Türk tarafı bölgede savaş gemilerinin eşlik ettiği araştırma gemileriyle üç ayrı noktada faaliyet yürütüyordu.
“Barbaros Hayreddin Paşa” Kıbrıs’ın doğusunda ada ile Lübnan arasında bir noktada sismik araştırma yaparken, “Yavuz” gemisi Kıbrıs’ın güneybatısında sondaj faaliyeti yürütüyordu. “Oruç Reis” ise Doğu Akdeniz’in tam ortasında Yunanistan’ın kendi ekonomik yetki alanı olarak hak iddiasında bulunduğu bir noktada sismik çalışma yapıyordu.
Geçen 1-2 Ekim tarihlerinde düzenlenen AB zirvesinden bir süre önce 13 Eylül’de “Oruç Reis” bakım gerekçesiyle Antalya Limanı’na döndü. Zirveden kısa bir süre sonra Enerji Bakanlığı, 5 Ekim tarihinde “Yavuz” sondaj gemisinin çalışmalarını tamamlayarak, hazırlık, bakım ve ikmal işlemleri için Taşucu Limanı’na döndüğünü açıkladı. Ancak hemen ardından 12 Ekim tarihinde yapılan bir NAVTEX bildirimi ile “Oruç Reis” yeniden Doğu Akdeniz’e açıldı.
Bir buçuk ay kadar sonra Enerji Bakanlığı, 30 Kasım tarihinde yaptığı bir açıklamayla bu kez “Oruç Reis”in 10 Ağustos’ta başladığı sismik araştırmalarını tamamladığını ve Antalya Limanı’na döndüğünü duyurdu. Bu adım, AB’nin bir sonraki zirvesinden 10 gün öncesine rastlıyordu.
Türkiye-AB ilişkilerindeki tansiyonun seyri de sıkça bu gemilerin hareketlerine paralel bir şekilde yol alıyordu.
Bu karar, Gezi davasının yeni suçlamalar dahil edilerek ve ayrıca başka davalarla birleştirilerek genişlemesi ihtimaline kapıyı açmıştır.
Kararın ne anlama geldiğini değerlendirebilmek için kısaca öncesini hatırlayalım. Bu davada aralarında Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Hakan Altınay ve Yiğit Aksakoğlu gibi isimlerin de bulunduğu toplam 16 sanık İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Mahkeme, 18 Şubat 2020 tarihindeki celsede yargılanan 9 sanığın beraatına, yurtdışında olan 7 sanığın dosyasının da ayrılmasına karar verdi.
Ancak aynı gün, Kavala bu kez casusluk suçunu işlediği iddiasıyla başka bir soruşturmadan tutuklandı. Sonradan “casusluk” ve “darbe” suçlamalarıyla açılan iki sanıklı bu davada yargılama geçen 18 Aralık’ta İstanbul 36’ncı Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Bu davanın diğer sanığı akademisyen Henri Barkey.
Bu arada, İstanbul 30. Ağır Ceza’nın Gezi davası ile ilgili beraat kararı sonraki aşamada istinaf incelemesi için İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 3. Ceza
Dairesi’nin önüne gitti. Daire,
(İstinaf mahkemesi) de bu beraat kararı hakkında bir dizi gerekçeyle “hükmün bozulmasına” karar verdi.
Şimdi kararın değerlendirmesine geçelim.
İKİ DAVA
Gerçekten de salgının seyri, Koca’nın dikkat çektiği tehlike yönünde bir akış izlemiştir. Başlangıçta mayıs ayında vaka rakamlarının düşme eğilimine girmesi iyimserliğe yol açmıştı. Ancak yaz başında normalleşmeye geçişle birlikte açıklanan sayılarla ilgili çelişkiler bir belirsizliği beraberinde getirdi. Ardından sonbaharda ikinci dalganın tırmanmasına tanıklık ettik.
Bakanın benzetmesinden hareket edersek, gemi bir türlü karaya yanaşamadığı gibi, olası dalgalara yakalanıp kendisini yeniden açık denizde ters akıntıların ortasında sürüklenirken bulmuştur.
NORMALLEŞMEYE SÜRATLİ GEÇİŞ SALGINI TIRMANDIRDI
Türkiye’nin ikinci dalgaya yakalanmasının, başka faktörler de rol oynamakla birlikte, ağırlıklı olarak normalleşmeye yaz aylarında süratli bir şekilde geçilmesinden kaynaklandığını söylemek hata olmaz. Mayıs ayı ortasına doğru AVM’lerin açılması adımından sonra normalleşmeye geçiş tarihi olarak 1 Haziran tarihi esas alınıyor. Nitekim bu tarihte 827 olan günlük vaka sayısı, normalleşmenin hemen ardından 15 Haziran’a gelindiğinde birden 1.592’ye yükselmiştir. Yani, vakalar iki hafta içinde neredeyse iki katına çıkmıştır.
Sonrasında haziran sonuna doğru vaka sayıları yeniden düşüşe geçince bu tablo değişmişti. Oysa bunun kamuoyundan saklanarak başvurulan bir yöntem değişikliği sonucu, testi pozitif çıkan bütün vakalar değil sadece semptomlu hasta sayılarının açıklanmaya başlanmasından kaynaklanan bir yanılsama olduğu çok sonradan anlaşıldı. Vaka sayıları, yeniden resmen açıklandığı 25 Kasım tarihinde birden 28 bin 351 gibi bir eşiğe çıkınca işin ciddiyeti gecikmeli olarak daha kuvvetli bir şekilde algılandı.
Son haftalarda salgınla ilgili rakamlarda gözlenen düşüşle birlikte normalleşmeye doğru harekete geçilmesi yolunda muhtelif kesimler tarafından yapılan bazı çağrılara bakınca, geçen yaz ve sonbaharda yaşanan tecrübelerden gerekli derslerin çıkartılmadığı sonucuna varıyoruz.
SON KISITLAMALAR VİRÜSÜ BASKILADI
Bu değerlendirmeyi yaparken önce Türkiye’nin pandemiyle mücadelesinde içinde bulunduğumuz ocak ayının son haftası itibarıyla nerede durduğumuzun bir fotoğrafını çekmemiz gerekiyor.
Dış dünyaya verdiği mesajlar çok küçük bir yer tuttu Biden’ın konuşmasında. Bu kısa bölümdeki ana vurgu da “ittifakların onarılması” temasıydı.
Şöyle dedi bu bölümde Biden: “İttifaklarımızı onarıp, dünya ile bağlarımızı yeniden kuracağız. Dünün değil, bugünün ve yarının sınamalarına karşılık vermek üzere... Ve yalnızca gücümüzün yarattığı örnek üzerinden değil, ama oluşturduğumuz örneğin gücü üzerinden önderlik edeceğiz. Barış, ilerleme ve güvenlik için güçlü ve güvenilir bir ortak olacağız.”
TRUMP’IN TAHRİBATINI ONARMAK
ABD’nin müttefiklerine ve aynı zamanda dahil olduğu çok taraflı kuruluşlardaki ülkelere giden bu mesaj, Donald Trump’ın başkanlığı döneminde bu örgütlerde yaptığı tahribatın düzeltileceği, yarattığı belirsizliklerin giderileceği taahhüdünü içeriyor.
Trump, ABD’yi başta iklim değişikliği alanındaki uluslararası taahhütlerinden geri çeken, Dünya Sağlık Örgütü’nden çıkaran, NATO gibi ABD’nin başını çektiği bir uluslararası savunma örgütüne bile mesafeli duran politikalar izlemişti.
Yeni Başkan ise geçen dört yıl içinde bir kısmı kopan, bir kısmı gevşeyen, sorgulanan bu bağları yeniden kurma ve güçlendirme yönünde süratli adımlar atıyor.
Biden’ın geçen çarşamba günü Beyaz Saray’dan içeri girer girmez yaptığı ilk tasarruflar çerçevesinde ABD’yi Paris İklim Antlaşması’na geri döndüren ve ayrıca Dünya Sağlık Örgütü’ndeki (DSÖ) üyeliğini yeniden tesis eden kararları imzalaması bu açıdan yeteri kadar anlamlıydı.
KÜRESEL LİDERLİĞİ
Türkiye, Suriye’de Rusya ile BM arasında sıkışıyor
“TÜRKİYE, başlangıçta listenin bir revizyondan geçmesinin yararlı olabileceğini düşünüyordu, ancak sonradan üçüncü listenin mantığını ve kompozisyonunu tamamıyla anladığını bize bildirdi” diye anlatıyor Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura.
Astana sürecinin diğer iki aktörünün tutumlarına gelince, şöyle konuşuyor BM Temsilcisi:
“Astana’nın garantörleri Rusya ve İran, yürütülen bütün kapsamlı danışmalara ve Soçi’de ortaya çıkan anlayışa rağmen üçüncü listeyi ciddi bir şekilde sorguladılar ve bu listenin Suriye hükümetinin ihtiyaçlarını karşılamadığını belirttiler.”
De Mistura’nın BM Güvenlik Konseyi’nin 17 Ekim tarihinde Suriye’deki durumu görüşmek üzere düzenlediği özel oturumunda verdiği bu bilgi, Astana ortaklarının Suriye’de oluşturulacak Anayasa Komitesi için BM’nin hazırladığı liste konusunda farklı pozisyonlarda durduklarını gösteriyor.
Esad rejimi ile muhalefet cephesinin her birinin 50’şer isim bildirdikleri toplam 150 üyeli komitenin toplanabilmesi için bağımsız isimlerin, sivil toplum temsilcilerinin ve aşiret liderlerinin yer aldığı yine 50 kişilik üçüncü bir liste üzerinde mutabakat sağlanması gerekiyor.
Ve işler burada tıkanıyor. Tıkanınca da Suriye’nin geleceğine dönük siyasi çözüm sürecinin başlatılması da mümkün olmuyor.
*
Bu noktada BM Güvenlik Konseyi’nin son iki hafta içindeki mesaisinin azımsanmayacak bir bölümünün sıkça Türkiye’nin de adı geçecek şekilde Suriye’ye odaklandığını vurgulamak gerekiyor.
De Mistura’nın Suriye’yi ikna etmek amacıyla geçen hafta Şam’a yaptığı ve Dışişleri Bakanı Velid el Muallim ile görüştüğü gezi bu tıkanıklığın aşılması açısından olumlu bir sonuç doğurmadı. Nitekim, geçen hafta cuma günü Beyrut’tan BM Güvenlik Konseyi’ne telekonferansla bağlanarak, görüşmesi hakkında oldukça detaylı bir brifing veren De Mistura bu sıkıntılı durumu kabullendi.
Buna göre, Suriye Dışişleri Bakanı, önce BM’nin liste hazırlayabilme konusunda yetkisiz olduğunu öne sürmüş, daha sonra özel temsilciden listeyi masadan çekmesini istemiştir.
El Muallim, Rusya ile vardıkları bir mutabakattan da söz ederek, Astana garantörleri ve Suriye’nin aralarında danışmalar yürüterek yeni bir üçüncü liste hazırlayacaklarını ve bunu BM’ye ileteceklerini bildirmiştir.
De Mistura ise dengeli, kapsayıcı yeni bir liste ortaya çıkmadığı sürece kendi listesini masadan çekmeyeceğini söylemiştir.
*
Burada dikkat çekici olan, Suriye’nin üçüncü liste konusunda topu Astana üçlüsüne atarak kapıyı tümüyle kapatmamasıdır. Suriye, liste meselesini doğrudan BM ile görüşmek yerine Astana ortaklarını araya sokuyor. Bu durum, Rusya, İran ve Türkiye’nin BM karşısında elini güçlendiriyor, ancak aynı zamanda bu üçlüye önemli bir sorumluluk da yüklüyor.
İlginç bir nokta, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkinin kopukluğuna rağmen, Esad rejiminin BM’ye “Astana garantörleri” ifadesiyle her üç ortağı birlikte telaffuz etmesi, bu çerçevede Türkiye’yi de denkleme dahil etmesidir. Yine de Suriye’nin asıl sahaya sürdüğü aktörün Rusya olduğunu düşünmek güç değildir.
*
Güvenlik Konseyi’nin her iki oturumunun tutanakları, Batılı ülkelerin Suriye’nin bu stratejisini işi yokuşa sürmek amacıyla başvurduğu bir oyalama taktiği olarak gördüklerini ve anayasa komitesinin hemen toplanmasında ısrarcı olduklarını gösteriyor. Örneğin, geçen cuma günkü oturumda ABD delegesi Jonathan Cohen, BM’nin anayasa komitesini daha fazla zaman kaybetmeden kasım ayında toplantıya çağırmasını istiyor “Özel Temsilci, anayasa komitesinin oluşumu üzerinde tam kontrole sahip olmalıdır” diyor.
Rusya Daimi Delegesi Vasili Nebenzia ise “Siyasi süreçler sabır gerektirir” diyerek, anayasa komitesinin toplanması için zaman hedefleri konmasının bir dayanağı olmadığını belirtip, bu tür taleplerle Suriye’deki hassas siyasi sürecin bozulmamasını istiyor.
Batılı ülkelerin oyun planı aslında anayasa komitesini bu ay sonuna kadar toplamaktı. Ancak geçen cumartesi günü İstanbul’da yapılan Türkiye-Rusya-Almanya-Fransa dörtlü zirvesinden çıkan bildiriye bakıldığında, komitenin toplanması için ‘yıl sonuna kadar’ hedefinin konması, kasım ayını gündemden düşürmüş bulunuyor.
Önümüzdeki günlerde yeni bir liste egzersizi başlarken, Türkiye’nin Astana ortağı olmakla birlikte, bu mesaide daha esnek ve BM’ye daha yakın bir çizgide duracağını tahmin edebiliriz. En azından geçmiş tecrübe bu ihtimale işaret ediyor.