Burcu Çağrı diye biri var. Manken. Mankenliğinden tanımıyor olabilirsiniz, zaten 4 sene önce bırakmış. Ama Emre Altuğ’la ilgili iddialarından duymuşsunuzdur.
4 yıldır aşk yaşadıklarını iddia ediyor.
Durup dururken bir paylaşım yaptı, ortalık karıştı: “Gün geçtikçe çoğaldı bağımız, 4 senede. Seni çok seviyorum.”
Ortalık neden karıştı?
Çünkü biz Emre Altuğ’u manken ve oyuncu Çağla Şıkel ile hatırlıyorduk. Evlilikleri 4 yıl sürmüştü ama o aşktan geriye Uzay ve Kuzey adında iki çocukları kalmıştı.
Çağla Şıkel tek cümleyle çıktı işin içinden. “Beni ilgilendiren bir konu değil” dedi; polemiğe hiç girmedi ve geçti, gitti.
Burcu Çağrı ise paylaşımını sildi. Emre Altuğ’la aralarında ne konuşma geçti; neyi, nasıl hallettiler, orasını bilmiyoruz.
Yetmedi, iş derinleşti... Burcu Çağrı bu sefer “
◊ Oyuncu-sunucu, sosyolog... İletişim sosyolojisi yaparken kendinizi birden kamera karşısında buluyorsunuz. Merceğin
önü mü, arkası mı?
- Benim için zor bir soru. Şu anda önü... Ama bir gün neden arkası da olmasın tekrar?
◊ Hangisini daha şamata hatırlıyorsunuz: Ankara Tevfik Fikret yılları mı, Erasmus’la gittiğiniz Lille dönemi mi?
- İkisi de inanılmaz güzeldi ama Erasmus’la Fransa dönemi daha eğlenceliydi.
◊ Kütüphane yanıyor, ortaokuldan beri Fransızca konuşan biri olarak hangi seksiyonu kurtarırsınız: Fransız edebiyatı mı, Rus edebiyatı mı?
◊ Ali Kocatepe haklı:
“Uzun yıllardır emrivaki yaparak bitmiş işlerle karşıma çıkıyor. Şarkılarımla ilgili projelerini önceden paylaşması gerektiğini anlattım. Ama uyarılarımı dikkate almadı.”
Ama Nükhet Hanım, izin almadan da kimsenin şarkısı-bestesi kullanılmaz ki...
Siz belli ki projenin heyecanına kaptırmışsınız kendinizi, gerisini sonra dostlukla, tatlılıkla, işve-cilveyle hallederim diye düşünmüşsünüz.
Evet, hepsinde çok kuvvetlisiniz ama demek papaz her zaman pilav yemiyor.
◊ Demet Akalın haklı:
“Nükhet Duru’nun belgeselini seyrediyorum şu an. Böyle sesler olmasa şarkıları büyük kitleler nasıl duyar bilemedim...”
Evet, şarkıda yorumcu çok önemli, Aynı parçayı bir kişiden çok sevip, bir başkasından itici bulabiliyoruz.
İyi bir dizi izleyicisi sayılmam ama zapladıkça dikkatimi çekiyor, dizi senaryolarında ne maske var, ne salgın.
Sanki hayatımıza pandemi diye bir şey hiç uğramamış gibi.
Şimdi diyeceksiniz ki “Zaten hayatımız pandemi, bir de dizide bizi rahat bırak...”
Haklısınız. Ama ille de sıkıcı, üzücü olmak zorunda değil ki.
Şaka maka bir senede epeyce bir “pandemi külliyatı” birikti. Ben Gülse Birsel’den ümitliyim mesela.
Şimdi diyeceksiniz ki “İki güzel insanın kaşına gözüne, ağzına burnuna bakmak için seyrediyoruz, onu da maskeyle kapatma...”
Yahu bütün sahneler maskeli olsun demiyorum ki.
Biliyorsunuz, Serenay Sarıkaya bir süredir Maldivler’de.
Masmavi plajlarda atmak ne kelime, fink sektiriyor. Bunları da sosyalden paylaşıyor.
Bence gayet güzel kareler. Zaten Maldivler’le Serenay bir araya gelir de ne kadar kötü olabilir ki?
Ama Demet Akalın fotoğrafların ışık, filtre, pürüzsüzlük/selülit ayarlarını beğenmemiş olacak ki buradan Maldivler’e ulaştırdı mesajını: “Telefonunu değiştir baby”...
“Kıtalararası teasing” mi dersiniz, “Demek benden daha çok kıskandı” mı dersiniz?
Ama “Karışmadığı bir o kalmıştı” diyeceksiniz, o kesin.
Haklısınız.
Ama kendi açısından Demet Akalın da haklı değil mi?
◊ Hangisinden daha komik hatıralar var: Hacettepe Tiyatro mu Mimar Sinan mı?
- Hacettepe konservatuvar dönemlerimin bende yeri hep ayrıdır. 90’lar, Ankara, hayat bambaşka akıyordu şimdi dönüp bakınca o günleri gerçekten çok özlüyorum. Bugünlerle kıyaslayınca “Uzayda yaşıyormuşuz, haberimiz yokmuş” diyorum.
◊ Hayatınız bir film olsa kim yönetirdi: Ferhan Özpetek mi Wachowski kardeşler mi?
- Ferzan Özpetek beraber çalışma fırsatı yakaladığım çok sevdiğim ve değer verdiğim bir yönetmen. Onun bakış açısından kendi hayatımı izlemek çok zevkli olurdu. COVID-19 sonrası da Wachowski kardeşlerin ilgisini çekebilir. İkisine de hayır demem (gülüyor)...
◊ İmkânınız olsa hangisiyle kahve içmek isterdiniz? Muhsin Ertuğrul mu Afife Jale mi?
- Afife Jale.
◊ İlkinde 48 bin, ikincisinde 266 bin takipçiniz var. Twitter mı Instagram mı?
“Birçok kişi yorum ve DM’lerim kapalı olduğu için eleştiride bulunuyor. Çünkü artık kötü sözün de, onu söyleyen kişinin de vahşi bir şekilde bana dokunmasını istemiyorum. Daha doğrusu o kişinin bana dokunduğunu sanmasına izin vermiyorum.”
Aslında Korel’in yaptığı tespit çok önemli:
Çünkü evinizin kapısı kilitli olsa bile kendinizi koruyamıyorsunuz. Saldırı size mülkiyet hakkını bile çiğneyerek ekranınızdan geliyor. Sanki dışarıda bağırıyor ama internette erişmek isteyen herkes görüyor sarf edilen o sözleri.
“Artık sadece içimden geleni, gözümün gördüğünü korkmadan, otosansür uygulamadan paylaşmak istiyorum. Söylenen her şeyi ciddiye alıp o insanı kazanmaya çalışmayı da bıraktım.”
Sosyal medya okuryazarlığı çok önemli. Ama işin diğer ucunda hassasiyetin de sonu yok. Kılık kıyafete kadar...
Söylenen her şeye çok ehemmiyet verdiğinizde olay ister istemez otosansür hali almaya başlıyor.
“İkinci yavruma hamileyken DM kutuma düşen bir mesaj: ‘Pi.in ve senin gebermen için her gün dua ediyorum.’ Başaracak gücüm yok artık. Bir yerlerde sanal zorbalığa uğrayan özellikle yaşı küçük kardeşlerim bu yazdıklarımı okuyorsa; bunun bir suç olduğunu bilin ve ailenizle paylaşın. Sessiz kalmayın!”
Radisson Blu otelinin önündeki ışıklarda iniyorum araçtan. Ortaköy-Kuruçeşme istikametinde sürekli trafik yaratan ışıklarda yığılma yok, hatta boş.
Pandemi yetmezmiş gibi şehir son yılların en yoğun kar yağışını almış...
Bundan 30 sene önce, 90’ların başında bu ışıklara çok yakın bir yerde Flatline adlı gece kulübü vardı. Ağırlıkla kolej çocukları giderdi eğlenmeye, İstanbul’un en marjinal mekânlarından biriydi. Mad Madame gibi gruplar çıkardı. Kaan Tangöze ve arkadaşları gecelikle falan sahne alırdı. Şimdi ya şu dürümcü ya da parfümeri olan yerdeydi diye hatırlıyorum.
Hemen sağa sapınca bu kez Sis Bar’ın uğultusu karşılardı sizi. Özlem Tekin’li, Şebnem Ferah’lı Volvox grubu sahneye çıkardı. Müzik tarzları ve kitleleri birbirine bu kadar yakın olmasına rağmen neden iki mekânın müşterileri arasında o kadar sık kavga çıkardı, anlamak mümkün değil.
Hesaplamaya çalışıyorum, Hikmet Aksesuvar’ın yerinde falandı herhalde. Belki de şimdiki Oasis Bar’ın... ‘Şimdiki’ dediğime bakmayın, Oasis de bir yıldır kapalı.
Oasis’in yanında Arapça bir tabela... Neyse ki tam altında Türkçesi de yazıyor: Lazerle yazı yazıp resim yapabiliyorlarmış.
Karşısındaki PTT’nin sokağı, yani Sağlık Sokak’tan girerseniz solda Ortaköy Oteli’nin yakışıklı kafe, bar ve restoranı var. Çaprazı Laika Tiki Bar ve onun karşısı bir zamanların meşhur Ceneviz Kahvesi. Şehrin üçüncü nesil kahve macerası bu ince-uzun daracık kahvede başladı desek yalan olmaz.
Deniz Çakır yeni projesinin setinde kendine ayrılan karavanı küçük bulunca diğer iki rol arkadaşı Serkay Tütüncü ve İlayda Alişan’ın karavanına geçmiş/yerleşmiş/çökmüş.
Yapım ekibi de çıkaramıyormuş. Diğer iki oyuncu daha küçük olan karavana sığmaya çalışıyormuş.
Çünkü pandemi nedeniyle karavan kıtlığı yaşanıyormuş.
Bu çok lezzetli set kulisini Sinem Vural’dan okuduk dün.
Bu sorun nasıl çözülür diye düşündüm.
E belli ki yine camia içinden.
Şevval Sam
Bayılırım dansöze, hele güzel dans edene.
Allah biliyor da vermiyor: İmkânım olsa salonun bir köşesini pist yaparım, uyuyayım, uyanayım, 7x24 oynasınlar orada.
8+8+8 vardiyalı. Hepsi sigortalı...
Oryantal yaparken videosunu paylaşıp işinden olan spor spikeri Hande Sarıoğlu için çok üzüldüm bu yüzden. Sanatına saygımdan değil.
Videosunu izlediniz mi? Bence kötü dans ediyor. Tam yapacakken işi hafife alır bir havası var, Ahmet Hakan’ın dediği gibi, danstan ziyade “şebermeye” giriyor.
Üzüntüm hayat tarzına saygımdan.
Ne olacak yani: Kimi Gangnam dansı yapar, kimi oryantal, kimi rap...
İsteyen de koyar paylaşır, oyuncu Fırat Çelik’in yeğeniyle yaptığı disko şovlar karantinanın en karanlık günlerinde hepimizi mest etmedi mi?
Nişantaşı’nda kameralara yakalanan Aleyna Tilki, “Sevgililer Günü’nü nasıl geçireceksiniz?” sorusuna “Ben ve ben olacağız” diye cevap verdi. N’apsın kızcağız? Sevgili bu, sorulunca cebinden çıkarıp gösteremezsin ki. Yoksa yok işte...
Bir Sevgililer Günü’nü daha atlattık, kurtulduk. İlişkisi olanlar, birini bulmuş olmanın verdiği “haklı bencillik”le sevgilisini ve mutluluğunu sergiledi, biz de elimizde telefon, kaydır kaydır seyrettik.
Yetmiyormuş gibi ideal çift seçmeleri yapıldı, Burak Özçivit-Fahriye Evcen’cilerle Kaan Yıldırım-Hadise’ciler ikiye bölünüp birbirine girdi. Elimde istatistik yok ama bu tür şeylerle uğraşanların çoğu da sevgilisi olmayanlardı bence.
Aynı gün Hürriyet Pazar’da Melis Çalapkulu’nun çok ilginç bir araştırması yer aldı.
Çalapkulu, çiftler ve uzmanlarla konuşarak “Pandemi ilişkilerimizi nasıl etkiledi?” sorusunun peşine düşmüş.
Kimse çaktırmıyor ama en zor 14 Şubat’lardan birini yaşamışız.
Karantinayı ilişkisi için avantaja çevirenler de var elbette ama çoğunluk ya ayrı düşmekten ya da çok dip dibe olmaktan şikâyetçi.
◊ Sahne almak mı senaryo yazmak mı?
- Dönem dönem değişiyor... Ne yazdığıma veya ne sahnelediğime bağlı. Ama genel olarak sahne almak.
◊ Canlı seyirci mi canlı yayın mı?
- Kesinlikle canlı seyirci! Direkt performans testi...
◊ Evdeki haliniz: YouTube-Instagram-telefon mu, pijama-terlik-televizyon mu?
- Pijama-terlik-bilgisayar. Çünkü evde durduğum bütün vaktim senaryo yazarak geçiyor neredeyse.
◊ İstanbul’un... Anadolu yakası mı Avrupa yakası mı?
10 yıllık evliliklerini iki yıl önce bitirmiş ama “dostça” ayrılmışlardı.
Bu ayrılık sonucunda Jahovic’e ülkesi Sırbistan’da bir ev alınmış, kendisine ve oğullarına da 25 bin lira nafaka bağlanmıştı.
“Düzgün boşanabilen” nadir çiftlerdendiler.
Jahovic eski eşi için “Ben evliliğimde kötü bir tecrübe yaşamadım, sadece ayrıldım” diyordu.
Üstelik işleri de iyi gidiyordu. Daha yeni, “Yaemina Beauty” adında bir kozmetik markası çıkarmıştı Sırp şarkıcı.
Ama Mustafa Sandal cephesinde her şey o kadar parlak yürümüyordu.
Müziğe uzun süre uzak kalmıştı. Tam Zeynep Bastık’la yaptığı “Mod” düeti falan derken işler açılacaktı...
Herkes gibi onun da omzuna pandemi çöktü. Konserler iptal, mekânlar kapalı derken müzisyenler en olumsuz etkilenen gruplardan biri.
Arabadan Şişhane’deki The Marmara Oteli’nin önünde iniyorum. Günün ve gecenin her saati bir tıkanıklık olan bu küçük meydan bomboş. Eskiden sağ tarafta Pera Taksi’nin sıra sıra arabaları dizilmiş olurdu. Şimdi altı-yedi araç ya var ya yok.
Fakat taksi parkının hemen yanındaki Pera Palas her zamanki gibi ışıl ışıl. Zaten işgal günlerinde bile sönmemişti ışıkları...
Niyetim, Oteller Sokak’tan Asmalımescit Caddesi’ne bağlanmak. Solda, Balyoz Sokak’ın bir köşesinde Art On İstanbul sanat galerisi var. O da Pera Palas gibi ışıl ışıl ama meydan gibi bomboş. Karşısı The Junction Pub. Otel içinde olduğu için açık. Masalarda tek tük turistler...
Oteller Sokak’taki börekçi-tostçu-pideci faal. Eksik olan, sokağın bitimindeki Ece Bar ve hemen karşısındaki Koridor kulüpten gelen neşeli uğultu. Koridor’un kaldırımındaki smirting’çilerin kahkahaları, karşısındaki Ece’nin masalarından yükselen müdavim kahkahalarına karışırdı. Şimdi sanki hiç açılmamışlar, hiç var olmamışlar, o sohbetler, o geceler hiç yaşanmamış gibi. Zurna-darbuka çalıp para isteyen Romanlardan da eser yok.
Kıyamet filmi gibi
Koridor’un kapısında bir afiş... Bir ucu kopmuş, rüzgârda sallanıyor. Aslında bir bilgilendirme broşürü: ‘Virüs Riskine Karşı 14 Kural’. Kıyamet filmlerinde eski bir gazete uçuşur, manşeti ‘Zombi İstilası’ falan olur ya... Onun gibi.
Mahkeme “bazlama” benzetmesini hakaret olarak kabul etti.
Hande Erçel’in bu işin böyle hukuki olarak peşine düşmesinin en başından beri yanlış olduğunu düşünüyorum.
Çünkü “bazlama” lafından bu kadar rahatsızsa bile davalarla konuyu gündemde tutuyor, her seferinde tekrar yazılıp çizilmesine neden oluyor.
Baksanıza ben bile şu son yazıda üç kere “bazlama” demişim.
İkincisi ve daha önemlisi, biraz nasıl desem... Dışarıdan özgüven eksikliği gibi görünüyor.
Sen ekranların tescilli güzelisin. Adın, Türkiye’nin en yakışıklı jönlerinden biriyle anılıyor. Markaların yüzü oluyorsun...
Böyle bir şeye bu kadar takılıp kalmak yerine gülüp geçebilir, hatta yüzyılımızın iletişim kurallarına daha uygun şekilde, durumla dalga bile geçebilirdin.
Ben olsam #bazlama1, #bazlama2 diye en güzel fotoğraflarımı koyduğum bir seri bile yapabilirdim.
Zülal Kalkandelen Cumhuriyet’teki köşesinde geçen hafta yazdığım vegan kasap yazıma değinmiş; “Vegan kasap, vegan döner, vegan sucuk demeye ne gerek var, veganlar neden etobur terminolojisini yeniden üretiyor?” diye sorduğum bazı soruları “kafa karışıklığı” olarak nitelendirmiş.
Olabilir, bu konuda kafamız çok karışık, kimse kusura bakmasın ama bir süre de öyle olmaya devam edecek.
Çünkü veganlık biz etoburların önüne baş etmemiz gereken ciddi hayat duruşu sorgulaması getiriyor.
Hele de doğaya saygılı ve hayvansever bireylersek...
Hem kuzuyu seveceksin hem pirzolasını...
Olacak iş mi?
Hem Yulin’de köpek yeme festivali düzenliyorlar diye Çinlilere kızacaksın hem kendin her hafta sonu mangal yapacaksın... İnsanın kendine izah etmesi zor.
Hem “
"Kim Milyoner Olmak İster” yarışmasında programa joker olarak bağlanan bir doktorun omurilik soğanıyla ilgili basit soruyu bilememesi üzerine başlayan tartışma devam ediyor.
Neden tartışma?
Çünkü mesela Ahmet dün, Atatürk’ün “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” sözüne gönderme yaparak, “Gel de kendini emanet et” diye yazdı.
Buna mukabil karşı blokta doktora yüklenilmemesi gerektiğini, bu tür “halk terimlerinin” tıp eğitiminde yeri olmadığını savunan meslektaşları var.
Konu bu kadar dallanıp budaklanınca genel halk sağlığı açısından bazı “ilmi” verileri açıklamak, kitleleri “aydınlatmak” tıbbi bir zorunluluk oldu.
Arkadaşlar kafamızın içinde hem soğan hem de sarımsak var.
İkisi de mevcut.
Soğan, duygularımızdan sorumlu.
◊ Bir astrolog için en merak ettiğim sorudan başlayayım: Zaman makinesi icat ettiniz nereye giderdiniz: Geçmişe mi, geleceğe mi?
- Vallahi yaptığım iş icabı sürekli geçmişle gelecek arasında mekik dokuyorum zaten. Geçmişte meydana gelmiş olaylardan istatistiki veri yaratıp gelecekte ne olacağını tahmin etmeye çalıştığım için enteresan bir soru oldu. Ama bu soruya gelecek cevabını veririm zira uzaya yolculuğu çok merak ediyorum.
◊ Hayatınız bir film olsa: “Nostradamus” mu olurdu “Geleceğe Dönüş” mü?
- Nostradamus’u “Geleceğe Dönüş”te oynatsak olmaz mı?
◊ Müzede görevlisiniz, yangında ilk hangisini kurtarırsınız: Mısır astrolojisi mi Fransız edebiyatı rafını mı?
CİHANGİR MEKANLARI
Herkes orada görüntüleniyor, “birkaç saat sonra mekandan ayrıldı” bilgisiyle veriliyor. Herkese yasak varken müşteri ağırlayabilen bu yerler nereleri? İsim zikredip hedef göstermek yanlış. Ama kabaca sistem şöyle işliyor: Paket servis serbest. Mekana güya sipariş vermek için gidiyorsunuz, paketiniz hazırlanana kadar “bekliyor” görünüyorsunuz. Hani eski normalde kebabınız hazırlanırken size çay-kahve ikram edilirdi. Yahut beklerken önünüze küçük ikramlar koyarlardı... O kontenjandan görünüyorsunuz. Soran olursa: “Oturmalı müşteri değilim, paket yaptırmaya geldim, o sırada önüme ikramlar koydular...”Biz de çok sıkıldık salgın önlemlerinden ama böyle şey olmaz. Madem eşitlik var, o zaman pandemide de eşitlik, önlemde de eşitlik!
NEGATİF TESTLER
“Testlerimiz negatif çıkınca gönül rahatlığıyla buluştuk” diyor ya Burcu Biricik.. Afiyetinin yerinde olmasına çok sevindim ama bir şeyi yanlış anlamış: Bizim derdimiz onun ve arkadaşlarının sağlığı değil ki. Zaten Şeyma Subaşı’nın, Şevval Şahin’in yalı partilerinde de kendileri için korkmamıştık. Bize ne? İsteyen kendini korur, isteyen korona olur. Sadece kurallara uyulmaması yüzünden biz uyanların da karantina süresi uzuyor, önlemler sertleşiyor.
AŞI OLANLAR İPLERİ KOPARACAK MI?
Testi negatif çıkan Burcu Biricik gibi, aşı olup kendini sağlama alanlar da kuralları çiğnemeye böyle kalkmaz inşallah. Çünkü kendileri için risk oluşturmasa bile taşıyıcılıklarının devam edip etmediği hâlâ belli değil. Mesela ben: Nedense en başından beri koronayı ayakta atlatanlardan olacağıma inanıyorum. Cahil cesareti işte... Ama yine de aylarca evlerine kapatılan 65 üstü yaşlıları düşününce çok utanıyorum, önlemleri harfiyen yerine getiriyorum. Çünkü o yaşlılardan bizim evde de iki tane var.
NE FARK EDER Kİ?
“Sadakatsiz”de evli bir erkekle aşk yaşayan “Derin” karakterini canlandıran Melis Sezen, “Aldatılan kadın asla kendini suçlamamalı” dedi. Her zaman ilgi çekecek, aldatılan/aldatılmayan, aldatıldığından şüphelenen, kadın/erkek herkesin pürdikkat kesildiği bir konu. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle.
Hatta aldatma/aldatılma hikayelerinin anlatıldığı bir program bile var, ara sıra denk geldiğim.
Yurtdışından hikayeler ama konu evrensel olduğu için orada birinin başından geçen bir detayı (mesela telefonda bir erkek ismi kayıtlı. Ama arayınca karşınıza bir kadın çıkıyor) kendi hayatınıza uyarlıyorsunuz.
İnsanı bütün aşk geçmişinden şüpheye düşürebilecek kadar paranoid.
Kuyumcu titizliğiyle ele alınması gereken, çok boyutlu bir konu aldatma meselesi.
Bir kere daha en baştan şöyle bir matematiksel abukluk var...
Türkiye’deki erkeklere sorsanız yüzde 99.99’u çapkın.
Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim
Yılın ilk röportajına da böyle “lezzetli” biri yakışırdı: Sosyal medyanın “Lezzet Abi”si, gazetemizin hem sinema hem de futbol eleştirmeni Uğur Vardan. “Bu ikisi aynı anda nasıl olur?” diye sormayın, çünkü baktığı, gördüğü her şeyden özenli kurgular hazırlayan bir “estetik koleksiyoncusu”. Sadece bunları değil, mimariyi, kedi sevgisini, keyifçiliği, sonsuz geyik enerjisini ve inanılmaz başlık bulma yeteneğini aynı potada eritebilmiş biri. Gün geçtikçe sayıları azalıyor. Böyle her konuda faydalanıp eğlenebileceğiniz insanlar her ekibe lazım.
◊ Mimarlık okudun... Yatay mimari mi, dikey mimari?
- Tabii ki yatay. Hem yükseklik korkum olduğu için hem de “yedi tepeli” şehrimizin daha fazla canına kıyılmaması için.
◊ Yatay futbol mu, dikey futbol mu?
- İflah olmaz bir Barcelona taraftarı olarak yatay futbol demem lazım ama Xavi ve Iniesta gidince o futbolun incelikleri ortadan kalktı. Sürekli “tiki taka”yla hayat geçmiyor, dolayısıyla: Dikey futbol.
◊ Klasik soru: Pele mi, Maradona mı?
- Açık ara Maradona. Çünkü sahada ve hayatta belirsizliğin, kaotizmin, estetiğin, zarafetin, insan bedeninin oyunla kuracağı ilişkinin en uç noktasının temsilcisi. Ayrıca oyunculuk sonrasında da macerası, bize sundukları bitmedi. Pele’nin öyküsü zirveye ulaşıncaya kadardı, Maradona’nınsa ölüme kadar sürdü, belki gelecekte de sürecek. Hakkında en çok film çekilen efsanelerden biri Maradona. Belgesel ya da kurgusal birçok yapıma ilham kaynağı olmuş.
![Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim]()
Tanıl Bora, ölümünden sonra kaleme aldığı yazısının bir bölümünde ona ilişkin şu saptamayı da yapar: “Maradona’nın doktriner bir solculuğu hiç olmadı. Onunkisi tipik halk solculuğuydu.” Ben bu açıdan Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim.
◊ Hagi mi, Alex mi?
- İkisi de bu topraklara uğramış en muhteşem yabancılardı sanırım. Bundan sonraki futbol ikliminde böylesi yetenekler sistemin dinamikleri açısından barınmaz. Zaten dünya futbolu da bu tür özel yetenekleri ortaya çıkaramıyor ki yolun bir döneminde bizim coğrafyamıza uğrasınlar. İkisi arasında bir tercih yapmak gerekirse Hagi derim. Bunun mantıki açıklaması da şu: Hagi, Real Madrid ve Barcelona gibi üst düzey takımlarda da forma giydi. Ayrıca Hagi’nin Türkiye kariyerinde UEFA Kupası ve UEFA Süper Kupası şampiyonlukları gibi uluslararası başarılar da var.
![Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim]()
◊ Senin için en ‘arıza’ topçu hangisidir? Eric Cantona mı, Roy Keane mi?
- Keane çok acımasızdır, kasap denilen türde bir futbolcuydu. Cantona ise sanatsal eğilimleri olan bir isimdi, jübilesinden sonra tiyatro ve sinemayı da denedi. Zaten babası da amatör bir ressamdı. Ama bu denli “ince” işlere meraklı biri sahada niye bu kadar arıza, bu kadar acımasızdı; orası ilginç tabii.
◊ ‘Sol açık’lar mı, ‘sağ açık’lar mı?
- Sol açıklar çok önemli tabii, çünkü sol ayaklıların sayısı azdır ve özeldir. Ama ben halı sahada ben de sağ açık oynardım.
◊ En yakışıklı futbolcu: Beckham mı, Maldini mi?
- Maldini... Kendisi de oyunu da yakışıklıydı...
MESSİ ROMANTİK RONALDO GERÇEKÇİ
◊ Zamanımızın şiirsel futbolcularından hangisine yakınsın? Messi mi, Ronaldo mu?
![Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim]()
- Sahadaki görüntüleri itibarıyla Messi romantik, Ronaldo gerçekçi şiirlerin sahibi gibime geliyor. Ben azılı bir romantik olarak Messi’ciyim.
◊ Ya kadın futbolunun öncelikli figürleri: Brezilyalı Marta da Silva mı, ABD’li Megan Rapinoe mi?
- Marta, kendi ülke geleneğinin kadın futbolundaki yansıması, bir yetenek abidesi. Megan Rapinoe ise futbolculuk özelliklerinin yanı sıra toplumsal bir figür. LGBT hakları savunucusu, Trump’a karşı mücadelenin simgesel ismi... Bazıları onu günümüzün Muhammed Ali’si olarak adlandırıyor. Dolayısıyla Rapinoe...
◊ Bütün zamanların en iyi takımı... Sacchi’nin Milan’ı mı, Guardiola’nın Barcelona’sı mı?
- Bu iki takımın oynadığı maç muhteşem olurdu. Guardiola’nın Barcelona’sı “post-modernist zamanlar”ın en muhteşem takımıydı. Sacchi’nin Milan’ı ise “modern zamanlar”ın en iyisiydi. Olası bir maçta Milan’ın gollerini Van Basten (2) ve Gullit atardı, Barça ise son dakikada Messi’nin ikinci golüyle maçı 4-3 kazanırdı.
◊ Tarihin en güzel golü hangisidir? Maradona’nın İngiltere’ye 1986 Dünya Kupası’nda attığı ikinci gol mü, Van Basten’in Euro 88’de Sovyetler’e attığı gol mü?
- Maradona’nın golü elbette muhteşemdir ama o golü Maradona’nın atması meseleyi olağanlaştırır. Çünkü o Maradona’dır ve böyle gollerden çok atar. Van Basten’inkiyse çok zordur ve arada bir atılabilecek cinstendir. Bir finalde, böyle bir gol atmak ayrıca çok kıymetli. Estetik açıdan muhteşemdir, keza fizik kurallarını da zorlar. Maradona özeldir ama Van Basten’in golü de çok çok özeldir.
Kemal Sunal ile Şener Şen’e ilkokuldan beri gülüyorum
◊ Önce kuşağına (!) ait bir soruyla başlayayım: Alain Delon mu, Jean-Paul Belmondo mu?
- Alain Delon daha yakışıklı tabii ki. Ayrıca solcu ve entelektüel yönetmenlerin filmlerinde (mesela Joseph Losey’in “Kaderi Arayan Adam”ında) çok iyidir ama ben Belmondo’cuyum. Mesela “Profesyonel”, gençlik dönemimizin en etkileyici filmlerindendi.
◊ Yerli jönlerden... Tarık Akan mı, Cüneyt Arkın mı?
- 70’lerde bu sorunun cevabı Cüneyt Arkın olurdu. Ama bugünden bakıldığında “kartpostal çocuğu” kimliğiyle yola çıkıp sonrasında farklı sulara açılma cesareti, haksızlıklara karşı duruşu ve siyasi yolculuğuyla Tarık Akan derim.
◊ Bizim sulardan devam edelim: Türkan Şoray mı, Hülya Koçyiğit mi?
![Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim]()
- Türkan Şoray... Tablo gibi bir güzellik, özel bir ışıltı, “Selvi Boylum” gibi bir başyapıt... Sadece sinemamızın değil dünya sinemasının da önemli ve kalıcı bir figürü...
◊ Hangisine daha çok gülersin demeyeyim de hangisini kendine yakın hissedersin: Kemal Sunal mı, Şener Şen mi?
- İlkokuldan beri onlara gülüyorum. İkisi arasında bir seçim yapmak gerekirse bence Şener Şen. Yan rolleri bile muhteşemdir. Tiyatroda da başarılı. Zamana direnmenin üstesinden gelenlerden. Kimilerince çok eleştirilen seçiciliğini, az filmde rol almasını da ben olumlu bir özellik olarak görüyorum.
![Maradona’yı hep Ahmet Kaya’ya benzetirim]()
◊ Zamanımızın ikilisine geleyim: Nuri Bilge Ceylan mı, Reha Erdem mi?
- Ben Reha Erdem’ciyim. Çünkü kendisiyle sık sık futbol da konuşuyorum! Galatasaray’ın durumu, Maradona, ligin gidişatı vs. Hepsine hâkimdir.
◊ Eleştirmen kimliğine istinaden sorayım: Yazmak mı, izlemek mi?
- İzlemek en kolayı elbette... Yazmak da öyle. En zoru çekmek. Bir kere yönetmen kimliği, bütün her şeye hâkim olmayı ve bütün sorumluluğu üstlenmeyi gerektiriyor. Bu açıdan yazmak en kolayı. Ama bir eleştirmen tabii ki “beğendim”, “beğenmedim”in ötesine geçmeli ve yazdıklarıyla okuyanı (ya da izleyeni) ikna etmeli.
◊ Senin için en iyi film... “Yurttaş Kane” mi ya da modern zamanlardan bir yapıt mı?
- “Yurttaş Kane” tabii ki önemli bir film ve birçok soruşturmada bütün zamanların en iyisi seçilir genellikle. Ama benim için Clint Eastwood’un “Affedilmeyen”i, David Fincher’ın “Se7en”ı, Ridley Scott’ın “Yaratık”ı, Elem Klimov’un “Gel ve Gör”ü çok çok önemli filmlerdir.
Aslında hep futbolcu olmak istedim
◊ Futbol yazmak mı,
oynamak mı?
- Tabii ki oynamak... Artık yaş ve fizik itibarıyla halı sahada bile boy gösteremiyorum ama oynamak hayattaki en büyük önceliğimdi. Küçükken futbolcu olmak istiyordum. Ama eksi 3.5 numara miyop gözlükleri takmaya başladım. Aslında gözlükle de epey bir süre oynadım. Sürekli kırılırdı. Böylece işin yazı-çizi kısmına önem vermek zorunda kaldım! Hep bir buluş olsun istedim, gözlerim iyileşsin, rahatça top koşturayım. Sonuçta gözlere lazer tedavisi geldi ama ben artık 35 yaşındaydım. Ve nihayetinde 1999’daki artçı depremlerde gözlük aramaktan gına geldiği için eksi 6 numara olan gözlerimi çizdirdim!