◊ KEREM HAKLI ÇÜNKÜ: Dünyanın en kalabalık ülkelerinden olmadığımız halde, vaka sayısında üçüncü sıradayız, Hindistan’la falan yarışıyoruz.
◊ KEREM HAKSIZ ÇÜNKÜ: Ne kadar haklı bir gerekçeyle olursa olsun, bir sanatçının çıkıp kendisini sevenlere böyle demesi kabul edilemez.
◊ KEREM HAKLI ÇÜNKÜ: ABD’de yetişmiş. İnsanların kelimelere, tümevarımlara, egoya daha az takıldığı, niyete ve işe bakılan bir ortamda büyümüş.
◊ KEREM HAKSIZ ÇÜNKÜ: Amerika onun “ortamı” da Türkiye değil mi? Bizim de hassasiyetlerimiz var. Burada olduğu sürece buranın kurallarıyla “oynayacak”.
Elif Ünal’ın hazırladığı hangi ünlünün Instagram’da ne kadar takipçisi var haberi iki açıdan ilginçti.
Birincisi, Hande Erçel’in artık açık ara ülkenin en çok takip edilen figürü olduğunu göstermesi bakımından. 21 milyon kişi takip ediyormuş.
Hadise ile Demet Akalın arasındaki takipçi polemiğini hatırlarsınız. Onları falan artık ikiye katlamış durumda.
İkincisi de hepsini yan yana görmenin kıyaslama imkânı vermesi.
Verilerin gerçek ve organik olduğunu varsayıyoruz tabii.
Öyle bakınca şaşırtıcı olanlar var.
Erkeklerde 17 milyonla Burak Özçivit önde.
Ama Kıvanç Tatlıtuğ ile aralarında bu kadar fark olduğunu görmek ilginç mesela: 3.4 milyon.
◊ İşletmeciliğe Galata Kulesi ile başlıyorsunuz... Avantajlı bir başlangıç mı dezavantajlı bir başlangıç mı?
- Avantajlı bir başlangıç tabii, tam bir hayat okuluydu.
◊ Ticari hayatta: Mantık mı içgüdü mü?
- Mantıklıyımdır aslında. Ama içgüdülerime çok güvenirim. Şimdiye kadar da beni çok çok az yanılttılar. O yüzden içgüdü.
◊ Bir şeyi gece planlamak mı sabah planlamak mı?
- Güne iyi başlayabilmek için geceden planlamak.
◊
Can Yaman’ın İtalyancasının da etkisiyle İtalya’da estirdiği rüzgâr malum. Havaalanlarında kalabalık hayran karşılamaları, otelinin önünde izdihamlar, ülkenin en popüler sunucularından Diletta Leotta ile aşk, katıldığı televizyon programlarında yüzde 24’lere varan izlenme rekorları...
Fakat “çizme”nin çiftesi pek oldu.
İtalyanlar, Can’ın intikamını yine bir dizi oyuncusu olan Michele Morrone ile alıyor.
Bu kez de Türk kadınları ardı ardına bu İtalyan oyuncuya olan hayranlıklarını açıklamaya başladı.
İlk sürpriz, şarkıcı İrem Derici’den gelmişti birkaç ay önce. “Aşkım maske tak, daha boy boy çocuklarımız olacak” diye yorum yazmıştı Morrone’nin paylaşımına.
Semtin adı Yeniköy. Ama en taze mekânlarından biri Eski Yer. Bu tatlı karşıtlığın hikâyesiyse ta Bodrum’a kadar uzanıyor.
Yalıkavak’taki Balıkçı Sait ününe ün katıp artık Yalıkavak Marina’ya taşınmaya karar verince çalışanlardan bazıları yeni yere gitmek istemiyor.
Beş ortak “Biz burada kalalım” diyerek emektar restoranı devralıyor ve kendileri işletmeye başlıyorlar. Adını da ‘Eski Yer’ koyuyorlar.
Demek dükkân uğurlu ki onların da işleri iyi gidiyor; gel zaman git zaman İstanbul’a şube açmaya karar veriyorlar.
Yeniköy’deki Yelken Balıkçısı’nı devralıyorlar. Bodrum’da tanındıkları için müşteri çok, işler gayet iyi ama pandemi patlıyor.
Artık yüzde 50 kapasiteyle çalışabildikleri için restoran üç katlı olmasına rağmen yer bulmak daha zor.
“Herkes aynı anda oturup birkaç saat sonra aynı anda kalktığı için çok zorlanıyoruz” diyor serviste çalışanlar.
Ekranın insanı olduğundan uzun, normaldeki halinden daha güzel ya da yakışıklı yansıtabildiği malum.
Nice yerli yabancı artisti gerçek hayatta görüp de “Bu muymuş?” diye şaşırmışlığım var.
Ama bunun tam tersi de geçerli.
Bazı insanlar var ki, onların yaydığı ışığı ne kamera tam kaydedebiliyor ne de ekran tam yansıtabiliyor. Örnek mi?
Türkan Şoray.
Yakından sadece tek bir kere, bir röportaj için gördüm. Öyle bakmışım ki kadına, gazete o fotoğrafı kullanıp “Yazarımız hayranlığını gizleyemedi” diye yazmıştı altına.
Bambaşka bir şey.
Vaka sayısı 30 bin.
Benzer nüfusta olduğumuz Almanya’nın iki katı.
Demek ki normalleşmeyi becerememişiz.
Hiç kimse ağlayıp sızlanmasın.
Kendimiz ettik, kendimiz bulduk: “Ramazanda kapalıyız.”
Kurallar çok net: Bunu beceren toplumlara özgürlük, bizim gibi başaramayan toplumlara karantina...
Akıllanana, aklımızı başımıza devşirene kadar da böyle devam edecek.
Bir organınızı bağışlasaydınız, hangisi olurdu?
Kalbimi vermezdim.
Alana yazık, hep bu sızılarla yaşamak.
Beynimi de vermezdim.
Alana yazık; hep bu kafa karışıklığıyla yaşamak.
Ama göz bambaşka bir şey.
Düşünsenize, sizi ışık geçirmeyen o karanlığa koyduklarında bile gözleriniz bir başkasının bedeninde görmeye devam edecek.
Sanki birine kamera takmışsınız da...
◊ 6 yaşında Bern, Cenevre, New York, Paris’te sergiler... “Harika çocuk” olmanın nesi daha zor: Yüksek beklenti mi, akranlarından farklı yaşamak mı?
- Herkes tersini zanneder ama merak etmeyin ben çocukluğumu doya doya yaşadım...
Bütün mahalle arkadaşlarımla hâlâ görüşürüm. Her gece dizim kanayarak eve dönerdim, tecrit edilmiş bir harika çocuk değildim.
Resim yapmak da doğuştan beri var olan rutin ve keyifli bir olay. Kendimi hatırladığımdan beri dünyaca meşhurum, dolayısıyla şöhret de beni hiç kötü etkilemedi.
◊ Sorbonne’da master yaparken aktörlük eğitimi de alıyorsunuz, tenis dereceleriniz de var. Şimdi bakınca: İştah mı, doyumsuzluk mu?
- İştah! Dünyayı fethetmeiştahı o...
Arama, mesaj at” hareketi, Afterwork adlı bir dijital içerik ajansındaki gençlerin çektiği viral videoyla aldı yürüyor.
Manifesto gibi.
“Eğer çok zor durumda değilsen” diyorlar; “Arama, mesaj at...”
“Sesini duymak istemiyor olabilirim...
O an konuşmaya müsait olmayabilirim...
İstediğimiz an cevap vermek istiyoruz...
Dakikalarca meşgul edilmek istemiyoruz...
Bundan 10-12 yıl önce Karaköy’de dükkân bulamazdınız. İstanbul’un ‘Soho’su olarak şehrin yükselen semtiydi. Buraya taşınan sanat mekânları, sanatçılar, ilginç dükkânlar, plakçılar, gözlükçüler, dövmeciler, Unter gibi yeni nesil kafeler ve Gaspar gibi yeni nesil restoranlar, Mânâ gibi yeni nesil meyhaneler...
Hızla eğlence bölgesi haline de geliyordu semt. İlk sallanmalar Tamirane’de başlamıştı; sonra Raw Clup, Madeo, Mitte, Zelda Zonc, Suma diye devam etti. Bunların çoğunun içinde özel salonlar...
Ama bütün bu yığışmadan dolayı kiralar o kadar arttı ki kimse iş yapamaz, onlar yapsa biz gidemez hale geldik. Fiyatlar Boğaz’la yarışmaya, buranın asıl kitlesini aşmaya, herkes dükkânını devredecek birilerini aramaya başladı. Hızlı yükselişin bedeli hızlı düşüş oldu. Üstüne turistlerin çekilmesi... Ve şimdi pandemi.
Karaköy’ü arşınlamaya Galata Köprüsü’nden başlıyoruz. Neyse ki köprüaltında pek kayıp yok. Dersaadet, Orfoz, Altın Balık hepsi yan yana, tabelaları yakmışlar. Ama her birinde bir, bilemedin iki masa. Arapça ve eski Doğu Bloku dillerini konuşuyorlar.
Acaba bir salaşlık markası olarak Akın Balık ne durumda? Küçücük bir kış bahçesine sığışmış ama yerinde. Pandemide paket servise de başladı, biliyorsunuz.
FİYATLAR ARTMIŞ
Vapur iskelesinin karşısına yan yana sıralanmış Olimpiyat, Odessa, Afrodit gibi sahil meyhaneleri de yerli yerinde. Balık-ekmek 18, kalamar tava 50 lira. Sanki son bir yılda fiyatları bir tık arttırmışlar.
İlkokulda tebeşir tozu adlı şehir efsanesine fena inanıyordum.
Okuldan kaytarmak isteyen öğrenciler tebeşirin tozunu suda eritip içiyormuş, “mahsusçuktan” ateşleri çıkıyormuş, anneleri de okula göndermiyormuş...
Okuldan aşırıp n’olur n’olmaz diye çantamda tebeşir bulundurmuşluğum var bir dönem.
Hatta bir keresinde denemiştim bile ama tozu içtiğimle kaldım.
Ateşim hiç yükselmedi tabii, marş marş okula.
Yıllar yıllar sonra... Microsoft’un kurucusu Bill Gates ve zengin arkadaşları, “SCOPex” adında bir projeye kaynak sağlıyor. Stratosfere tebeşir tozu püskürtecekler.
Hesap şu: O hafif toz parçacıkları orada asılı kalacak, böylece güneş ışınlarının bir kısmını tutarak küresel ısınmayı azaltacak.
Ciddi ciddi: İlk deneme haziran ayında.
Pandemide bütün sayılar artmıyor neyse ki. Arada mutlu eden sonuçlar da var.
Mesela yoğun bakımdaki hasta aynı hızda artmıyor.
Yani vaka sayıları katlanıyor ama artık daha az kişi yoğun bakımlık oluyor.
Buna sebep olarak 65 yüş üstü yüksek riskli grupta yapılan aşılama gösteriliyor. Bilmem siz de böyle bir şey fark ediyor musunuz:
Aşıyla ilgili böyle başarı sayıları geldikçe...
Aşı karşıtlığını bilemem ama en azından “aşı tereddütçülüğü” hafifledi sanki. Bunları ayırmakta fayda var çünkü ikisi tam aynı şeyler değil bence.
Aşı karşıtları bana daha sistematik, daha kategorik geliyor.
Aşı tereddütçüleriyse karşı olmadığı halde, “Böyle böyle şeyler dolaşıyor, bize chip mi takacaklar” diye bir tereddüte düşenler.
Demet Akalın, bugüne kadar hep desteklediği yeni nesil ünlü popçu Aleyna Tilki’yi eleştirdi.
Kaçırdıysanız çok bir şey kaybetmediniz, hemen özetleyeyim.
Demet dedi ki:
Dünya starı olacaktı, bebe dizisinde oynuyor.
Aleyna dedi ki:
Dünyaca ünlü ekiple çalışıyorum.
Demet dedi ki:
Kızım Hıra bile seyretmiyor.
◊ Hangisi daha kötü senaryo: Kimselere âşık olamamak mı her aşkınızın kötü bitmesi mi?
- İkisi de birbirinden beter... Vazgeçtim yok yok, her aşkın kötü bitmesi daha beter. Çünkü insanın yıpranmaktan artık ne kimseye güveni ne de inancı kalır. Kimseye âşık olamamak da çok kötü tabii ama en azından âşık olmadan da sevebilirsin. Olmaz mı ya, olur bence.
◊ Affetmek mi unutmak mı?
- Unutmak bir koruma kalkanı. Vücudumuzun kendini korumak için geliştirdiği bir refleks gibi. Affetmekse olgunluk gerektirir. İnsanı kökünden rahatlatıp o konudan arındırır. O yüzden mümkünse affetmek, affedip yoluna devam etmek...
◊ Bir insan için hangisi daha ağırdır? İhaneti bilip de susmak mı, habersiz yaşamak mı?
- Bilip de susmak. Habersiz yaşamak da çok üzücü ama en azından habersizsin, mutlusun, hâlâ bir inancın ve güvenin var. Bilip de belli sebepler yüzünden susmak çok ağır. İnsanın inancını, güvenini, neşesini, her şeyi alıp götürür.
◊ Aşkın karşıtı: Nefret mi kayıtsızlık mı?
İnsanlık yakın tarihte gördüğümüz en büyük belayla baş etmeye çalışıyor: Korona.
Dünya savaşlarından beri böyle büyük felaket yaşamamıştık.
Yerkürenin şu anda en kudretli ülkesi ABD, Vietnam bozgununda 60 bin kayıp verdi, koronada 500 bin.
Oradan hesaplayın.
Dünya ekonomisi küçüldü, küçülüyor.
Anlı şanlı havayolu şirketleri, turizm zincirleri, sigorta-sağlık sistemleri battı; batmanın eşiğinde.
Gezegenin her yerinde bir küçük soluk için çırpınıyor insanlar yoğun bakımlarda.
Sahnede Sezen Aksu. Yanında sazendeler.
Bardan tek buzlu bir ‘kırmızı viski’ istiyor ve başlıyor programa: “Bas bas paraları Leyla’ya / Bi’daa mı gelicez dünyaya”...
İki şarkı söylüyor, arada durup durup bu nakaratı giriyor. Şarkı verdiği, yetiştirdiği, sözünün geçtiği kim var kim yoksa toplamış mekâna: Aykut Gürel, Cihan Okan, Levent Yüksel, Işın Karaca, Emel Müftüoğlu, Emre Altuğ... Sezen Aksu bar şarkıcısı mı? Yoo.
Ama mekân, yakın arkadaşı Ece Aksoy’un yeri: Kuruçeşme Ece Bar. 2000’in ekim ayı.
Sırf arkadaşına kıyak olsun, mekân şenlensin diye beş kuruş almadan yapıyor programını Kuruçeşme Ece Bar’da. O zamanlar Önder Fırat’la sevgili. Önder Bey en ön masaya kurulmuş.
Sahnede Sezen ve ‘Sezengiller’ olunca varın geri masaları siz düşünün: Ülkenin en zengin, en popüler, en başarılı futbolcuları, sanatçıları, işinsanları, sosyetikler, rantiyeler...
ALMANLARIN, FRANSIZLARIN BU ŞATAFATA PARASI YETMİYORDU
Türkiye’de oksijen oranının en yüksek olduğu yer Kazdağları.
Ülkemizin akciğeri.
Memleketimizi korumayla ekonomik katkı arasında sıkışıp kaldığımız cennet parçası.
Hani denizlerimiz için “mavi vatan” diyoruz ya... İşte bu da “yeşil vatan”.
Buradaki altın madenciliğinin yarattığı tahribat kamuoyunu uzun süre meşgul etmiş, protestolar düzenlenmişti.
Hatırlarsınız, daha iki yaz evvel...
Aslında tamamen aklıselime teslim edilmesi gereken, teknik bir konu.
Ama nasıl becerdiysek, bunun üzerinden bile kamplaşmayı başarmıştık.
Deniz Seki “Savaş ve Aşk” adında yeni bir şarkı çıkardı. Fakat şarkısından çok yeni imajı konuşuluyor.
Buse Tirman’ın çektiği fotoğraflarda bambaşka biri var karşımızda.
Acayip fitleşmiş, hatta tipi, yüzü bile değişmiş.
Yeni fotoğraflarında bir “afet” var karşımızda.
İnsan Nasreddin Hoca’ya bağlıyor: Deniz buradaysa Seki nerede? Seki buradaysa Deniz nerede...
“Eski hüzünlü, kilolu Deniz’den çok sıkılmıştım. Pandemi ortamında üretmek de içimden gelmedi. Ben de biraz kendime yatırım yaptım” diye açıklıyor bu değişimi.
Şeyda Coşkun’la çalışıp 20 kilo vermiş. Yüzüne-gözüne bazı küçük dokunuşlar yaptırmış.
Fakat bu kadar da değişim mümkün mü?
Küçüklüğün çok sıktı keşke biraz büyüsen
Küçük Emrah tıbben ve hukuken kabullenmek zorunda kaldığı öz evladını bağrına basmadı. Oğlu Tayfun da, Küçük Emrah filmlerinde yapılmayan zulmü öz babasından nasıl gördüğünü tek tek anlattı.
Adının önünde koskoca “Küçük”... Senelerce yedi, yedirdi ekmeğini küçüklüğün.
Kaşları hep içbükeydi.
Kötü şeyler onun başına gelirdi; ağlardık.
Biz onu tutuyorduk çünkü babası zaten kötü adamdı, anası başka oynak, bacısı başka oynaktı.
Üzüldük başına gelenlere.
Ağladık...
Patronu en kötüsüydü her seferinde.
Patronu ailesine musallat olurdu, Emrah yıkılır, biz yine ağlardık.
Biz ağladık ama biz üzüldükçe; küçüklüğüne, adaletsizliğe, çaresizliğe isyan ettikçe Küçük Emrah büyüdü, ünlendi, starlaştı, kazandı, işadamı oldu, spor salonu zincirleri falan kurdu.
Öyle büyüdü ki ulaşılmaz biriydi artık.
Hayranları onu görebilmek, bir imzalı fotoğraf alabilmek için kapısında sabahlıyor, kulisinde kuyruk oluyordu.
1991’deki Bursa konseri de onlardan biriydi. Ancak çok şanslı olan hayranları kulisine kadar gidip onunla tanışabilecekti.
17 yaşındaki Ebru Çolak, o şanslılardan biriydi. Ya da o, o gece öyle olduğunu sanıyordu.
Emrah’la tanışmış, hatta telefon numarası alıp vermişlerdi.
Ebru hamile “kaldı”
İstanbul-Bursa hattında yaşanan bu uzak mesafe ilişki, bir gün Ebru’nun Emrah’ın Etiler’deki ofisine gitmesiyle daha yakın bir hal aldı.
Birlikte oldular.
Ebru hamile kaldı.
Evet, kaldı.
Sadece “kaldı”.
Emrah babalığı reddetti, bütün bunların hayal ürünü olduğunu iddia etti.
Ebru’yu şöhret peşinde koşmakla itham etti.
Kime inanırsınız?
Ben Emrah’a inandım mesela.
Emrah mecbur “kaldı”
Ebru pes etmedi. Bir genç kızın/kadının maruz kalabileceği bütün durumları göze alıp babalık davası için mahkemeye başvurdu.
Dava tam dört buçuk yıl sürdü.
Sonuç? Emrah yalan söylemiş. Oğlu Tayfun’u nüfusuna geçirmeye mecbur “kaldı”.
Tıpkı Ebru’nun yıllar önce hamile, yalnız ve iftiraya maruz “kaldığı” gibi. Peki mesele halloldu, Ediz Hun’lu mutlu son mu oldu?
Nayır!
Emrah tıbben ve hukuken kabullenmek zorunda kaldığı öz evladını asla bağrına basmadı.
İnsan nasıl kıyar?
Kaşları, gözleri kopyası...
Tayfun şimdi Survivor yarışmacısı.
Çıktı öz babasından gördüğü zulmü, dışlanmayı; değme Küçük Emrah filmlerinde patronların yapmadığını babasının nasıl yaptığını açıkladı.
Yaşıtları ilkokul 1’e giderken babalık testi için nasıl kan verdiğini anlattı.
Babasının kendisine bütün miras talepleri için nasıl feragatname imzalattığını öğürdü.
Nafakasını 1000 liradan nasıl 800’e düşürdüğünü kustu. Öz babasının kendisini Instagram’dan nasıl sildiğini hıçkırdı...
Kimseye kızmayın
Benzer bir şeyi yıllarca İbrahim Tatlıses de kızına yaşatmıştı.
Arabeskten, acıdan beslenen insanların gücü eline geçirince, filmlerindeki, şarkılarındaki kötü karakterlere dönüştüğünü görmek ne acı.
Ama kimseye kızmayın. Asıl arabesk bizde. Gerçek acılara meydan okumak yerine...
Kurgu karakterlere üzülüp, sonra onlardan gerçek kötüler yaratan...
Bir şarkı, bilemedin bir film kadar sürüp...
Kendini aklayan vicdanlarımızda.