Gülten Kaya eşini anlattı: Her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var

Tıpkı ‘Biz Üç Kişiydik’ şarkısındaki gibi: Onlar üç kişiydi; Ahmet, Yusuf ve Gülten.

Haberin Devamı

Gülten’le Yusuf kardeşti. Yusuf’la Ahmet kardeşten de öte. Yedikleri içtikleri ayrı gitmedi. Birbirlerini besleyip, birbirlerinden beslendiler. Adı Bahtiyar, Kum Gibi, Beni Vur, Metris’in Önünde Durdum, Başım Belada, Koru Kendini, Penceresiz Kaldım Anne, Doğum Günün Kutlu Olsun gibi, hemen her kesimden her insanın ezbere bildiği, yeri geldiğinde gizli gizli dinlediği şarkıları üçü birlikte yaptılar.  Ve an geldi... Yoruldu demokratlar. 2000’de Ahmet Kaya gitti. 2009’da şair ve söz yazarı Yusuf Hayaloğlu aramızdan ayrıldı.
O çok sevdiğimiz şarkıları yaratan üçlü sacayağından bir tek Gülten Hanım hayatta. Ahmet Kaya’nın yaşamından kesitlerin  anlatıldığı ‘Hep Sonradan’ oyunu için, ufak tefek demeçler dışında, 10 yıl süren sessizliğini bozdu. Ahmet Kaya hakkında öğrenmek istediğim
çok şey vardı.

Haberin Devamı

Nasıl bir babaydı? Mutfağa girer miydi? Çok sevdiği bir giysisi var mıydı? Eşine nasıl hitap ederdi?

Ama Gülten Hanım’ın çok anlaşılır bir mahremiyet ölçüsü var. O kadar derinine ne beni ne de sizi sokmak istedi.

* Abiniz, rahmetli şair Yusuf Hayaloğlu: Üçlü üretim sürecinizin üçüncü ayağı. Kasabaya yaz tatillerinde dönen, İspanyol paçalı, gitarlı, Haydarpaşa Lisesi’nin aykırı öğrencisi... Evdeki kütüphanesi dışında size ve sonra Ahmet Kaya müziğine ne kattı?

- Evet; aslında bu bir “Biz Üç Kişiydik” tamlaması. Birbirini tamlayan, ortak üretim sürecini tamamlayan üç kişi. Hem birbirimize öğrettik, hem birbirimizden öğrendik. Herkes kendi yeteneğini bir diğerini var etme, daha da geliştirmek için kullandığında, bağlarınızın niteliği ne olursa olsun, daha da güçleniyor. İster aile olun, ister dost...

Yani dostluğun da ötesinde diyorsunuz.

- Bir arada olunduğunda ortaya çıkan güçlü sinerji çok etkileyiciydi. Onlar aynı mahallenin çocukları gibiydi, yani aynı kültürün çocuklarıydı. Ütopyaları bile aynıydı. Bu bahis çok uzar, bize değen eserlerin yaratıcıları onlar. Ayrı geçirdikleri zamanlarda ikisi de yalnızlaşırdı adeta. Çok değerliydiler birbirleri için ve ikisi de benim için.

Şarkıların oluşma süreçlerine tanıklık ettiniz. Nasıldı o anlar? Geceleri mi olurdu? Bir film ya da siyasi bir gelişme gibi, yaratıcılığı tetikleyen şeyler var mıydı? Aralarından “Şu, şunun üzerine; bu, bunun üzerine yazıldı” diyebilecekleriniz var mı?

Haberin Devamı

- Şarkıların ortaya çıkış atmosferi asla tanımlanamaz. Günün ya da gecenin her saatinde, mekân sınırı olmaksızın, arabada, evde, piknikte, sohbette her şekilde kendisine zemin bulabiliyor yaratıcı süreç. Üretmek dediğimiz süreç birikmekle, biriktirmekle ilgili aslında. Bunu belirleyense sokakla, insanla ve dışınızdaki dünyayla kurduğunuz ilişkilerle, ona müdahil olmak ve ne katmak istediğinizle ilgili sanırım. Bir tür ifade biçimi. Ağlayarak, anlatarak, içe dönerek, yazarak, ders vererek vb. kendini ifade etme biçimlerinden biri.
Gülten Kaya eşini anlattı: Her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var
“Acıtanın değil, acıtılanın yanında, erkin yanında değil, sokağın içinde durarak. Keşke siyaset de sokak da böyle baksa hayata... İyileşiriz
o zaman.”

Haberin Devamı

Cahil rehaveti bir konfor aslında

Biraz daha açar mısınız?

- Bu coğrafyada bir yandan çocukluğunu, ilkgençliğini askeri darbelerin atmosferlerinde, bir yandan da azınlık/öteki olma gerçeğiyle yaşıyorsanız, farkındalığınız kendiliğinden yükseliyor. Olana bitene gözünüzü kulağınızı daha çok açıyor ve daha çok etkileniyorsunuz. Cahil rehaveti bir konfor aslında. Bizim şarkılarımıza bakıldığında Türkiye’nin yakın tarihi de okunabilir. Dolayısıyla yaratıcılığın nasıl tetiklendiği de...

Bir-iki örnek verseniz...

-  ‘Hani Benim Gençliğim’, ‘Yorgun Demokrat’, ‘Beni Bul Anne’ diye örneklemeye kalkarsak liste uzar. Ahmet derdi ki: “TV’de ana haber bülteni izlemek bile bu ülkenin sosyolojisini ve her türlü gerçeğini algılamaya yetiyorken, bu topraklar hikâye kaynıyorken, kolunun altında zorlama bir senaryoyla dolaşanları anlamıyorum ben.” 1980’li ve 90’lı yılların tanıklığı diyelim bu şarkılara ama bugüne de değiyorsa ki değiyor, pek de yol almış sayılmaz bu ülke.

Haberin Devamı

Sadece solcular, sosyalistler değil; muhafazakârlar, hatta milliyetçiler bile şarkılarını dinlerdi. Zaman zaman bölücülükle bile suçlanan biri, sizce nasıl oldu da farklı kampları müziğinde birleştirebildi?

- Anlamak çok zor değil. Gerçek bir demokrasi kültürü ve gerçek bir demokrat kimliğiyle. Acıtanın değil, acıtılanın yanında, merkezde değil çevrede, erkin yanında değil, sokağın içinde, yok sayılanın, hırpalananın yanında durarak. Keşke siyaset de sokak da böyle baksa hayata. İyileşiriz o zaman.

Paris Pere Lachaise’deki istirahatgâhını ziyaret ediyor musunuz? Bir kabristan ritüeliniz var mı?

- Evet var. Sürekli ziyaret ederim. Eğer Paris’teysem, mümkünse her gün. Sadece onunla yalnız kalamıyorum pek, günün hangi saatinde gidersem gideyim, başucunda her ülkeden sevenleri oluyor. Çiçeklerini düzenler, sevenlerinin bıraktığı notları okur, uzun süre otururum orada. Ritüelim yok ama her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var.
Gülten Kaya eşini anlattı: Her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var
Taşra çocuğu olmak yoksunluk değil, muhteşem bir zenginlik

Haberin Devamı

Müzik, sinema, ezcümle sanatla ilk ilişkinizi nasıl kurdunuz?

- Ben taşra çocukluğu yaşadım. Bunun bir yoksunluk gibi değil, tersine muhteşem bir zenginlik olarak algılanmasını isterim. ‘Kasaba sıkıntısı’, zamanın geçmez bilmezliği insanı bambaşka yolculuklara çıkarıyor. Çocukluğumun sesleri arasında müzik hep vardı: TRT Ankara ve Erzurum radyoları, Erivan radyosu, 45’lik plaklar, Ruhi Su, Salvatore Adamo, Kürtçe klamlar, Dalida... Uzar gider. Derken şehre gelen konserler dönemi var.
Gülten Kaya eşini anlattı: Her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var
Ahmet Kaya 1 yaşındayken. Annesi Zekiye Hanım, babası Mahmut Bey, ablaları ve abisiyle.

Hep müzikten bahsettiniz. Sinema?

- Sinema, bir süreliğine de olsa o küçük dünyadan büyülü bir başka dünyaya geçişti. Şehre gelen hiçbir filmi kaçırmama kararlılığıyla bir yolunu bulup giderdik.

Edebiyat, şiir?

- Edebiyatla ilişkim Kemalettin Tuğcu okuyarak, acıklı başladı. Ortaokulda Türkçeye çevrilen ne kadar klasik varsa alırdık. Ne izlediysem ve ne okuduysam bugünkü hayata bakış açıma öyle ulaştım diyebilirim. Herkesin ve her şeyin katkısı vardır ve her biri yapıtaşımdır.Gülten Kaya eşini anlattı: Her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var
1957’de Malatya’da doğdu. 1972’de İstanbul’a göç ettiler. İşportacılık ve çıraklık yaptı. 16 yaşında yasadışı afiş basmaktan hapse atıldı. 1985’te ilk albümü ‘Ağlama Bebeğim’i yayımladı. 1994’te çıkardığı ‘Şarkılarım Dağlara’ 2 milyon 800 bin bandrolle rekor kırdı. Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin gecesinde protesto edildi. Hemen sonrasında yurtdışında verdiği bir konserden dolayı hakkında dava açıldı. 16 Kasım 2000’de ‘Hoşçakal Gözüm’ adlı albümünün kayıtlarını yaparken Paris’te kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Mezarı halen Paris’teki Pere Lachaise Mezarlığı’ndadır.

Biraz hafıza tazeleme, biraz yakın tarih yüzleşmesi gibi...

Tiyatro projesi nasıl ortaya çıktı? Müslüm Baba, Whitney Houston gibi yerli-yabancı ünlülerin hayatları beyazperdeye, sahnelere taşınıyor. Şimdi de Ahmet Kaya...

- Yıllar içinde epeyce sinema ve tiyatro önerisi geldi. Bazıları hiç içimize sinmezken, çok azıyla ciddi görüşmeler yaptığımız da oldu. Bugüne kadar gelen tekliflerde hep şarkıların eşlik ettiği kronolojik/biyografik, yaratıcı bulmadığım anlatım biçimleri vardı. Bu bir ilk. Hikâyenin bir öznesi/özneleri var ama bu hikâyenin içinde çakışan özneler de var: Ahmet Kaya, şarkıları ve Türkiye yakın tarihi gibi... Biraz hafıza tazeleme,
biraz yakın tarih yüzleşmesi gibi aynı zamanda.
Kardeş Türküler’den yönetmene, cast’a kadar tüm ekibin heyecanı beni de harekete geçirdi.

Herkesin bir Ahmet Kaya’sı var
Bazı portreler vardır ki kendi başlarına sinema ve tiyatro gibi görsel alanlar için malzemedir. Ahmet Kaya da öyle ama bu anlatımlar özellikle sinema alanında bir defa yapılabilir ve dolayısıyla en doğru biçimde olmak zorunda. Yani “Aa tam olmadı, bozalım, bir daha yapalım” gibi bir seçeneğiniz olmaz. Bunun koşullarının henüz olgunlaşmadığını düşünüyorum. Çünkü “Herkesin bir Ahmet Kaya’sı var”.

 OYUNDAN...
Ahmet Kaya sinemaya çok meraklıdır. Malatya’ya gelen hiçbir filmi kaçırmaz. Ama dedesi derslerinden geri kaldığı için sinemaya gitmesini yasaklar; harçlığı da keser. Ahmet inatçı... ‘Malkoçoğlu’ var o hafta, kaçırması mümkün değil. Dedesinin bahçedeki ayvalarını toplayıp manava satar. Soluğu sinemada alır. Ama dedesi ayvalarını manavda görünce tanır. Basar sinemayı. Yer göstericinin fenerini tutup bulur Ahmet’i. Tutar kulağından, eve götürür. Ahmet cezalı, bir gün ağaca bağlı kalır. Cezası biter bitmez de iner çarşıya. Bir eşeğin sırtına atar eski bir kilim. Bağıra bağıra dolaşır çarşıda: “Asıl Malkoçoğlu benim!”

Gülten Kaya eşini anlattı: Her 16 Kasım’da öperek yüzüne yasladığım bir kırmızı gülüm var

Çocukluk arkadaşı Salih anlatıyor
‘Hep Sonradan’ adlı oyunda olaylar, Ahmet Kaya’nın çocukluk arkadaşı ‘Salih’in gözünden anlatılıyor. Salih, anılarını çocuklarına anlatırken bir yandan da Ahmet Kaya’yla karşılaştığı yıla, 1999’a gidiyor. Ve oyun, 1999 ile 2019 arasında bir köprü kuruyor. Prömiyer,
9 Ocak’ta Maslak Uniq Hall’de.

MÜZİKLERİ YAPAN KARDEŞ TÜRKÜLER: Bu proje bizim için çok önemli. Hepimizin bir gönül borcu var Ahmet Kaya’ya... Sesi adalet üflüyor; “Ben de varım, beni de görün” diyen sessiz çoğunluğa ses oluyor. Tabii bir de “Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz” diyen
o büyük dargınlar ailesine söz, ses oluyor. Halkının sanatçısı...‘Bir o kadar avam, bir o kadar entelektüel’ hali belki de müziğinin bu kadar geniş kitlelere seslenmesine yol açıyor. 

 

 

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları