Ülkemizde çocuklar özellikle çocuğu olmayan ailelere para karşılığı satma, dilenmeye ya da ruh sağlığı bozuk kişilerce zarar verme amaçlı kaçırılmaktadır. Çocuk kaçırma olayından sonra devletin güvenlik güçleri olabildiğince hızlı ve koordineli bir refleks vermesi gerekiyor ama ondan daha önemli olan olayların daha az yaşanması için ailelerin alacağı tedbirler.
Çocukların kendini olabildiğince koruması için verilecek eğitimlerin çok erken yaşta başlaması gerekiyor.
Ülkemizde çocuklar özellikle çocuğu olmayan ailelere para karşılığı satma, dilenmeye ya da ruh sağlığı bozuk kişilerce zarar verme amaçlı kaçırılmaktadır. Çocuk kaçırma olayından sonra devletin güvenlik güçleri olabildiğince hızlı ve koordineli bir refleks vermesi gerekiyor ama ondan daha önemli olan olayların daha az yaşanması için ailelerin alacağı tedbirler.
Çocukların kendini olabildiğince koruması için verilecek eğitimlerin çok erken yaşta başlaması gerekiyor.
Erkekler 20 yaşında biyolojik ve nörolojik açıdan baba olmaya hazırdırlar. Bu yaşta beden ve beyin matürasyonunu yani gerekli gelişimini sağlamıştır. Ama psikolojik olarak hazır mı sorusuna verilecek cevap biraz daha karmaşıktır. Aslında her yaş döneminin avantaj ve dezavantajlarına bakmak ideal yaşı bulmada bize yardımcı olabilir.
Bu yaşlar genellikle mesleki hedeflere ulaşma ya da hayallerin peşinden gidildiği bir dönemdir. Enerjinin maddi hedeflere, karşı cinsle ilişkilere ve güç kazanmaya yoğun olarak harcandığı yaşlardır. Kadınları daha derinden tanıma çabası vardır. Bir kısmı evlenme ve çocuk sahibi olma arzusu içindedirler. Enerjik olmaları avantajdır. Kendi kişisel hedeflerine tam ulaşamamış olmaları, çalışma saatlerinin yoğun olması, daha az zaman ayırmaları, aileden destek beklemeleri, çabuk öfkelenmeleri ve kıskançlıkları ilişkilerinde en çok gördüğümüz sorunların başında gelir. 20’li yaşlarda evlenmek ve çocuk edinmek riskli olsa da 30’lara doğru riskler azalmaktadır.
Aile ve arkadaşlık ilişkilerinin, işlerin ve kişisel gelişimin daha da oturduğu yaşlardır. Hedeflerin önemli bir kısmına ulaşılmış olur. Sıra eksikliğinin hissedildiği konulara gelmiştir, özellikle de duygusal konularda. Hem biyolojik olarak enerji ve sağlığın korunduğu hem de yaşamla ilgili daha bilinçli olunan bu dönem baba olmak için en ideal dönem olarak görünmektedir.
Gençliğin yavaş yavaş elden gittiği ve geç kalındığı düşünülen bir dönemdir. Evlenme ve çocuk sahibi olmada kaygıların yaşandığı bir dönemdir. Çocuğa kaliteli vakit ayırmada enerjinin düştüğü ama sabrın da artığı bir dönemdir. Yaşamla ilgili önemli eksiklikler yoksa bu dönem de ideal bir dönem olarak görünmektedir.
Biyolojik olarak rahatlıkla baba olabileceğiniz bir dönem olmasına rağmen “acaba çocuk sağlıklı olur mu, ben bu çocuğun büyüdüğünü gerebilecek miyim” gibi kaygılı düşüncelerin sarmaladığı bir dönemdir. Çocuk büyürken sağlık risklerinin artması, çocukla kuşak farkının olma ihtimali, enerjinin azalması önemli dezavantajlardır. Önceki dönemlere göre ideal görünmemekle birlikte “neden olmasın” diye düşüneceğimiz bir dönemdir.
Erkekler 20 yaşında biyolojik ve nörolojik açıdan baba olmaya hazırdırlar. Bu yaşta beden ve beyin matürasyonunu yani gerekli gelişimini sağlamıştır. Ama psikolojik olarak hazır mı sorusuna verilecek cevap biraz daha karmaşıktır. Aslında her yaş döneminin avantaj ve dezavantajlarına bakmak ideal yaşı bulmada bize yardımcı olabilir.
Bu yaşlar genellikle mesleki hedeflere ulaşma ya da hayallerin peşinden gidildiği bir dönemdir. Enerjinin maddi hedeflere, karşı cinsle ilişkilere ve güç kazanmaya yoğun olarak harcandığı yaşlardır. Kadınları daha derinden tanıma çabası vardır. Bir kısmı evlenme ve çocuk sahibi olma arzusu içindedirler. Enerjik olmaları avantajdır. Kendi kişisel hedeflerine tam ulaşamamış olmaları, çalışma saatlerinin yoğun olması, daha az zaman ayırmaları, aileden destek beklemeleri, çabuk öfkelenmeleri ve kıskançlıkları ilişkilerinde en çok gördüğümüz sorunların başında gelir. 20’li yaşlarda evlenmek ve çocuk edinmek riskli olsa da 30’lara doğru riskler azalmaktadır.
Aile ve arkadaşlık ilişkilerinin, işlerin ve kişisel gelişimin daha da oturduğu yaşlardır. Hedeflerin önemli bir kısmına ulaşılmış olur. Sıra eksikliğinin hissedildiği konulara gelmiştir, özellikle de duygusal konularda. Hem biyolojik olarak enerji ve sağlığın korunduğu hem de yaşamla ilgili daha bilinçli olunan bu dönem baba olmak için en ideal dönem olarak görünmektedir.
Gençliğin yavaş yavaş elden gittiği ve geç kalındığı düşünülen bir dönemdir. Evlenme ve çocuk sahibi olmada kaygıların yaşandığı bir dönemdir. Çocuğa kaliteli vakit ayırmada enerjinin düştüğü ama sabrın da artığı bir dönemdir. Yaşamla ilgili önemli eksiklikler yoksa bu dönem de ideal bir dönem olarak görünmektedir.
Biyolojik olarak rahatlıkla baba olabileceğiniz bir dönem olmasına rağmen “acaba çocuk sağlıklı olur mu, ben bu çocuğun büyüdüğünü gerebilecek miyim” gibi kaygılı düşüncelerin sarmaladığı bir dönemdir. Çocuk büyürken sağlık risklerinin artması, çocukla kuşak farkının olma ihtimali, enerjinin azalması önemli dezavantajlardır. Önceki dönemlere göre ideal görünmemekle birlikte “neden olmasın” diye düşüneceğimiz bir dönemdir.
Normalde çocuklar rüyalardan hoşlanır ve rüyaların psikolojik olarak iyileştirici etkileri bilinmektedir. Çocukların ruhsal gelişimine paralel olarak rüya içerik ve yapıları değişiklik gösterir. 2 yaşından sonra rüya görmeye başlayan çocuklar rahatsız edici rüyaları en çok 2 ve 10 yaşlar arasında görürler.
En sık rastlanan rahatsız edici rüyalar zarar verirci hayvanlar ve kötü insanlar şeklindedir. Beş ya da altı yaşlarında öldürme, yaralanma, uçma, arabada olma ve hayaletlerin olduğu rüyalar vardır. Çocuk zihni özellikle 7 yaşına kadar gerçek olan ile hayal edilen arasındaki farkı bilemediği için rüyalarında gördüklerini gerçek zannederler. Bu nedenle korkuları daha artar ve uyumayı reddedebilirler.
Rahatsız edici uyku sorunları 2 başlık altında değerlendirebiliriz:
Nadiren görülür. 2 yaşını tamamladıktan sonra görülmeye başlanır. Gece çocuk yatağında ağlar, gözleri donuk bir şekilde bakar, korkmuş bir yüz ifadesi vardır. Genelde çevresini tanımaz, terlemiştir ve nabzı yüksek atar. Genellikle bir kaç dakika sürer ve sonra çocuk tekrar uyur. Sabah uyandığında, çocuk gece olanları hiç hatırlamaz. Genellikle 5-6 yaşlarına doğru azalarak kaybolur. Bunu yaşayan çocuk için psikolojik ve ruhsal açıdan sıkıntılıdır demek yanlış olmaz. Bu tabloya benzer bir durumla karşılaşıldığında uzman desteği alınmalıdır.
Çocukların % 30-35’inde olur. 2 yaşını tamamladıktan sonra görülür. Çocuk uyanır, ağlar, bağırır, yardım ister. Gece teröründen farklı olarak sabah hatırlanır. Özellikle çocuğun gündelik yaşantısında yoğun sıkıntı veren bir olaylar olduğunda görülür. Ebeveynler arasındaki yoğun çatışma, çocuğun şiddet görmesi, korku, tuvalet, yeme içme gibi konularda gösterilen aşırı baskı en çok görülen nedenlerdir. Bu tür rüyalar gören çocuklar korkmuş vaziyette uyanır ve genelde anne-babasının yatağına gider, orada uyumaya devam eder. Gece terörü psikolojik bir rahatsızlık iken sıkıntılı rüyalar daha çok gün için yaşanan sıkıntıların rüyaya yansımasıdır.
Unutmayın ki anne ve baba arasındaki sevgi, saygı ve paylaşımın olduğu aile ortamı çocuk açısından en huzurlu ortamdır.
Normalde çocuklar rüyalardan hoşlanır ve rüyaların psikolojik olarak iyileştirici etkileri bilinmektedir. Çocukların ruhsal gelişimine paralel olarak rüya içerik ve yapıları değişiklik gösterir. 2 yaşından sonra rüya görmeye başlayan çocuklar rahatsız edici rüyaları en çok 2 ve 10 yaşlar arasında görürler.
En sık rastlanan rahatsız edici rüyalar zarar verirci hayvanlar ve kötü insanlar şeklindedir. Beş ya da altı yaşlarında öldürme, yaralanma, uçma, arabada olma ve hayaletlerin olduğu rüyalar vardır. Çocuk zihni özellikle 7 yaşına kadar gerçek olan ile hayal edilen arasındaki farkı bilemediği için rüyalarında gördüklerini gerçek zannederler. Bu nedenle korkuları daha artar ve uyumayı reddedebilirler.
Rahatsız edici uyku sorunları 2 başlık altında değerlendirebiliriz:
Nadiren görülür. 2 yaşını tamamladıktan sonra görülmeye başlanır. Gece çocuk yatağında ağlar, gözleri donuk bir şekilde bakar, korkmuş bir yüz ifadesi vardır. Genelde çevresini tanımaz, terlemiştir ve nabzı yüksek atar. Genellikle bir kaç dakika sürer ve sonra çocuk tekrar uyur. Sabah uyandığında, çocuk gece olanları hiç hatırlamaz. Genellikle 5-6 yaşlarına doğru azalarak kaybolur. Bunu yaşayan çocuk için psikolojik ve ruhsal açıdan sıkıntılıdır demek yanlış olmaz. Bu tabloya benzer bir durumla karşılaşıldığında uzman desteği alınmalıdır.
Çocukların % 30-35’inde olur. 2 yaşını tamamladıktan sonra görülür. Çocuk uyanır, ağlar, bağırır, yardım ister. Gece teröründen farklı olarak sabah hatırlanır. Özellikle çocuğun gündelik yaşantısında yoğun sıkıntı veren bir olaylar olduğunda görülür. Ebeveynler arasındaki yoğun çatışma, çocuğun şiddet görmesi, korku, tuvalet, yeme içme gibi konularda gösterilen aşırı baskı en çok görülen nedenlerdir. Bu tür rüyalar gören çocuklar korkmuş vaziyette uyanır ve genelde anne-babasının yatağına gider, orada uyumaya devam eder. Gece terörü psikolojik bir rahatsızlık iken sıkıntılı rüyalar daha çok gün için yaşanan sıkıntıların rüyaya yansımasıdır.
Unutmayın ki anne ve baba arasındaki sevgi, saygı ve paylaşımın olduğu aile ortamı çocuk açısından en huzurlu ortamdır.
Çocuğa annenin geçireceği evreler, hastane süreci, doğum ve sonrası iyice anlatılmalı ki çocuk “kardeşim yüzünden annem zarar görüyor” diye düşünmesin. Yeni doğacak bebeğin odasının birlikte hazırlanması, bazı eşya ya da araçlarının birlikte alınması yeni çocuğu kabul açısından son derece yararlıdır. Doğacak bebeği beklerken abartı ve gösterişten uzak durulmalı.
Büyük olan çocuk özellikle 0-6 dönemindeyse annenin hastanede geçirdiği süreç son derece kaygılı ve meraklı bir şekilde takip edilir. Bu konuda bilgilendirilen çocuk rahat olur. Doğum sonrası ikinci bir faktör olan çevre işin içine girer. Yeni doğan bebeği tebrik etmeyen yakınlar konu hakkında mutlaka bilgilendirilmeli. “Artık senin pabucun dama atıldı, her şeyin küçüğü daha güzeldir” gibi ifadeler yıkıcı kıskançlığın ilk tohumlarını atar. Yeni doğan bebeğe abartılı davranışlardan mutlaka kaçınılmalı.
Doğum sonrasında eve sık sık misafirlerin gelip gideceği, annenin hem yorgun olacağı hem de bebekle daha çok vakit geçirmek zorunda kalacağı anlatılmalıdır. Küçük bir bebeğin emzirme gibi temel ihtiyaçlarının olacağı ama aynı şeylerin o doğduğunda da yaşandığı ve her şeyin zamanla tekrar düzene gireceği çocuğa uygun bir dille anlatılmalı.
Çocuklar büyüdükçe kavgalar da artıyor
Çocuklar büyüdükçe paylaşım artacağı gibi çocuklar arasında çatışmalar da hız kazanacaktır. İşte bu dönemde ebeveynlerin asla kullanmaması gereken bazı cümleler devreye giriyor;
Bu cümleler büyük çocuk tarafından “ben sevilmiyorum” gibi algılanıyor ve çocuk büyük olmanın kötü bir şey olduğunu düşünerek bebeksi ya da zarar verici davranışlara yönleniyor.Yeni doğan bebekle birlikte büyük olan çocuğa ayrılan zaman mecburen azalıyor. Bunu telafi etmek için en doğru yol, büyük çocukla daha kaliteli ve doyurucu vakit geçirmektir. Burada babalara daha fazla iş düşmektedir.
Çocuğa annenin geçireceği evreler, hastane süreci, doğum ve sonrası iyice anlatılmalı ki çocuk “kardeşim yüzünden annem zarar görüyor” diye düşünmesin. Yeni doğacak bebeğin odasının birlikte hazırlanması, bazı eşya ya da araçlarının birlikte alınması yeni çocuğu kabul açısından son derece yararlıdır. Doğacak bebeği beklerken abartı ve gösterişten uzak durulmalı.
Büyük olan çocuk özellikle 0-6 dönemindeyse annenin hastanede geçirdiği süreç son derece kaygılı ve meraklı bir şekilde takip edilir. Bu konuda bilgilendirilen çocuk rahat olur. Doğum sonrası ikinci bir faktör olan çevre işin içine girer. Yeni doğan bebeği tebrik etmeyen yakınlar konu hakkında mutlaka bilgilendirilmeli. “Artık senin pabucun dama atıldı, her şeyin küçüğü daha güzeldir” gibi ifadeler yıkıcı kıskançlığın ilk tohumlarını atar. Yeni doğan bebeğe abartılı davranışlardan mutlaka kaçınılmalı.
Doğum sonrasında eve sık sık misafirlerin gelip gideceği, annenin hem yorgun olacağı hem de bebekle daha çok vakit geçirmek zorunda kalacağı anlatılmalıdır. Küçük bir bebeğin emzirme gibi temel ihtiyaçlarının olacağı ama aynı şeylerin o doğduğunda da yaşandığı ve her şeyin zamanla tekrar düzene gireceği çocuğa uygun bir dille anlatılmalı.
Çocuklar büyüdükçe kavgalar da artıyor
Çocuklar büyüdükçe paylaşım artacağı gibi çocuklar arasında çatışmalar da hız kazanacaktır. İşte bu dönemde ebeveynlerin asla kullanmaması gereken bazı cümleler devreye giriyor;
Bu cümleler büyük çocuk tarafından “ben sevilmiyorum” gibi algılanıyor ve çocuk büyük olmanın kötü bir şey olduğunu düşünerek bebeksi ya da zarar verici davranışlara yönleniyor.
“Ben bu konuyu öğrenemem, ben bu işi yapamam, kendime güvenmiyorum, ya arkadaşlarım eleştirirse, ya annem-babam beğenmezse…” cümlelerini sık sık duyuyorsanız çocuğunuz büyük olasılıkla yetersizlik duygusu yaşıyordur.
Yetersizlik kaygısının yaşanması genel anlamda güven duygusuyla ilişkilidir. Bu duyguları yaşayan ve bu şekilde düşünen çocukları incelediğimizde en çok karşılaştığımız nedenler şunlardır;
Eğer ebeveynlerden birisi sürekli kötü şeylerin olacağı endişesi yaşıyorsa bu endişe çocuklara da bulaşıyor. Çocuklar bir anlamda negatifi düşünmeyi ebeveynlerinden öğreniyorlar. “Hastalanacak, yeterince büyümeyecek, yeterince başarı olamayacak” ebeveynlerin en çok yaşadığı kaygıların başında geliyor.
Kaygılı ebeveyn tutumlarına paralel olarak gelişen, ilaveten içinde “bağımlığı” da içeren durumdur. Bu tutumda olan anne ve babalar; çocuk üzülmesin, çocuk yorulmasın diye hemen her şeyi onun adına yaparlar. Örneğin 4-5 yaşına gelmiş olmasına rağmen hala yemeği onlar yedirir, 6-7 yaşına gelmiş olmalarına rağmen ayakkabısını onlar giydirir, elbiselerini onlar çıkarır. Buna benzer yaklaşımlar çocuğun özellikle ince kas becerilerinin geç gelişmesine neden olur. Zaten her şeyi anne-babası yapıyordur, çocuğun yapmasına gerek kalmaz. Çocuk “nasılsa annem ya da babam yapar” deyip kendini geliştirmez. Geliştirmeyen çocuk git gide anne ve babaya bağımlı hale gelir.
Bu tür ebeveynlerin sloganı “her zaman en iyisi olmasın” cümlesidir. Aslında ebeveynlerin çoğu bu cümleyi açıkça söylemez. Bunu bazen çocuğu başkalarıyla kıyaslayarak, çocuğu aşırı överek ya da yüksek hedefler koyarak dolaylı yoldan yaparlar. Mükemmeliyetçiliğin altında yetersizlik duyguları yatar.
Doğuştan ya da sonradan oluşan engel, akademik başarısızlıklar ve yoğun eleştiriler sonrası oluşur. Çocuğun kendisi ya da çevresi sürekli akranlarıyla kıyas yaparak arada olumsuz yönde açık bir fark olduğunu gözlemler. Bunun sonucunda çocuk “kusurlu ve eksik” olduğuna güçlü bir şekilde inanır. Bu inanç oldukça dirençlidir ve yetişkin yaşlarda da devam eder.
Bu ifade her ne kadar tartışmalı olsa da önemli kayıplar sonrası oluşan ruhsal durumu anlatmaya çalışır. Anne ya da baba kaybı, deprem gibi afetler sonrası evini, arkadaşlarını kaybeden çocuk içine kapanmaya başlar. Kayıplar sonrası yaşanan yoğun değersizlik hisleri aynı zamanda yetersizlik hislerine neden olur.
“Ben bu konuyu öğrenemem, ben bu işi yapamam, kendime güvenmiyorum, ya arkadaşlarım eleştirirse, ya annem-babam beğenmezse…” cümlelerini sık sık duyuyorsanız çocuğunuz büyük olasılıkla yetersizlik duygusu yaşıyordur.
Yetersizlik kaygısının yaşanması genel anlamda güven duygusuyla ilişkilidir. Bu duyguları yaşayan ve bu şekilde düşünen çocukları incelediğimizde en çok karşılaştığımız nedenler şunlardır;
Eğer ebeveynlerden birisi sürekli kötü şeylerin olacağı endişesi yaşıyorsa bu endişe çocuklara da bulaşıyor. Çocuklar bir anlamda negatifi düşünmeyi ebeveynlerinden öğreniyorlar. “Hastalanacak, yeterince büyümeyecek, yeterince başarı olamayacak” ebeveynlerin en çok yaşadığı kaygıların başında geliyor.
Kaygılı ebeveyn tutumlarına paralel olarak gelişen, ilaveten içinde “bağımlığı” da içeren durumdur. Bu tutumda olan anne ve babalar; çocuk üzülmesin, çocuk yorulmasın diye hemen her şeyi onun adına yaparlar. Örneğin 4-5 yaşına gelmiş olmasına rağmen hala yemeği onlar yedirir, 6-7 yaşına gelmiş olmalarına rağmen ayakkabısını onlar giydirir, elbiselerini onlar çıkarır. Buna benzer yaklaşımlar çocuğun özellikle ince kas becerilerinin geç gelişmesine neden olur. Zaten her şeyi anne-babası yapıyordur, çocuğun yapmasına gerek kalmaz. Çocuk “nasılsa annem ya da babam yapar” deyip kendini geliştirmez. Geliştirmeyen çocuk git gide anne ve babaya bağımlı hale gelir.
Bu tür ebeveynlerin sloganı “her zaman en iyisi olmasın” cümlesidir. Aslında ebeveynlerin çoğu bu cümleyi açıkça söylemez. Bunu bazen çocuğu başkalarıyla kıyaslayarak, çocuğu aşırı överek ya da yüksek hedefler koyarak dolaylı yoldan yaparlar. Mükemmeliyetçiliğin altında yetersizlik duyguları yatar.
Doğuştan ya da sonradan oluşan engel, akademik başarısızlıklar ve yoğun eleştiriler sonrası oluşur. Çocuğun kendisi ya da çevresi sürekli akranlarıyla kıyas yaparak arada olumsuz yönde açık bir fark olduğunu gözlemler. Bunun sonucunda çocuk “kusurlu ve eksik” olduğuna güçlü bir şekilde inanır. Bu inanç oldukça dirençlidir ve yetişkin yaşlarda da devam eder.
Bu ifade her ne kadar tartışmalı olsa da önemli kayıplar sonrası oluşan ruhsal durumu anlatmaya çalışır. Anne ya da baba kaybı, deprem gibi afetler sonrası evini, arkadaşlarını kaybeden çocuk içine kapanmaya başlar. Kayıplar sonrası yaşanan yoğun değersizlik hisleri aynı zamanda yetersizlik hislerine neden olur.
Vakanın faili olan kişi ve olay değerlendirirken içinde bulunduğu gelişim dönemini de göz önünde bulundurarak açıklamak önemli. Kişi yetişkin ve üniversite öğrencisi, bu durumda açıkça "ruh sağlının bozuk" olduğu söylenebilir. Psikoloji alanında bu davranış "psikopatalojik davranış" yani psikolojik olarak hastalıklı olan bir davranış olarak ifade edilir.
Bu durumun çeşitli sebepleri vardır;
Bu sıkıntılar, bu olayda psikolojik bir savunma mekanizması olan ve “ben çok farklıyım ve marjinalim” şeklinde ortaya çıkmasıdır.
Bireysel olarak kişinin acilen psikoloji ve psikiyatri kliniklerine yönlendirilmesi ve takibinin yapılması gerekir. Ardından hukuki işlemler başlatılmalı ve medya tarafından görüntülerin paylaşılmaması önemlidir.
Vakanın faili olan kişi ve olay değerlendirirken içinde bulunduğu gelişim dönemini de göz önünde bulundurarak açıklamak önemli. Kişi yetişkin ve üniversite öğrencisi, bu durumda açıkça "ruh sağlının bozuk" olduğu söylenebilir. Psikoloji alanında bu davranış "psikopatalojik davranış" yani psikolojik olarak hastalıklı olan bir davranış olarak ifade edilir.
Bu durumun çeşitli sebepleri vardır;
Bu sıkıntılar, bu olayda psikolojik bir savunma mekanizması olan ve “ben çok farklıyım ve marjinalim” şeklinde ortaya çıkmasıdır.
Bireysel olarak kişinin acilen psikoloji ve psikiyatri kliniklerine yönlendirilmesi ve takibinin yapılması gerekir. Ardından hukuki işlemler başlatılmalı ve medya tarafından görüntülerin paylaşılmaması önemlidir.
Evli erkekler ve kadınları daha mı çekici buluyorsunuz? Boşanmış kişilere karşı ayrı bir ilginiz mi var? Turistlere karşı farklı bir heyecan mı duyuyorsanız? Özellikle işkoliklerin sizi mıknatıs gibi çektiğini fark ettiniz mi? Eğer bu sorulardan sadece birine bile “evet” yanıtını veriyorsanız “terk edilme korkusu” yaşıyor olma ihtimaliniz çok yüksek.
Yaşamın ilk yıllarında anne ve babaya bağlanma çocuk için güven duygusunun temelidir hatta ölüm-kalım meselesidir. Bebekler hayatta kalmak için tamamıyla annelerine muhtaçtır ve eğer bir bebek annesini kaybederse genelde ölür. Bebekler, annelerinden ayrılmayı engelleyecek şekilde davranmaya hazırlıklı doğar. Ebeveyne bağlanma bir şekilde sekteye uğradığında, kopma ya da kopma olasılığı olduğunda çocuğun güven duygusu temelden sarsılır. “Kaygı-üzüntü-öfke” döngüsüne giren çocuk kendini sakinleştiremez ve yoğun bir terk edilme korkusu yaşar.
Anne ve babaya bağlanmış olmanın acısını derinden hisseden çocuklar büyüdüklerinde bağlanma duygusuna karşıt tepki olarak bu savunma mekanizmasını geliştirir. “En iyisi hiç bağlanmamak, kimseye güven olmaz” gibi çekirdek inanç geliştirilmesi de bu yüzdendir. Hatta bu korkuyu yaşayanlar karşı cinse bağlanmayı “özgürlüğün elden gitmesi” olarak görürler. “Bekarlık sultanlıktır” deyişi bir anlamda onların mottosudur. Bu söz evlenme/bağlanma korkusuna karşı geliştirilen bir mekanizmadır.
Aslında siz tutarlı bir ilişki yaşamak için hiç ümit vaat etmeyen insanlar değil, daha çok tutarlılık için “birazcık” ümit veren insanlardan etkileniyorsunuz. Ümit ve şüphe karışımı içinde size bir şeyler sunanlarla ilgileniyorsunuz. Dengesiz aşklar size tanıdık gelir, iyi bildiğiniz bir şeydir.
Sizin gerçekten yanınızda olmayan insanları seçmeniz, çocuklukta terk edilmenizi tekrardan etkinleştirmeye devam ettirdiğinizi onaylar. Duygusal ilişkilerde hissedilen yalnızlık boşuna değildir.
Evli erkekler ve kadınları daha mı çekici buluyorsunuz? Boşanmış kişilere karşı ayrı bir ilginiz mi var? Turistlere karşı farklı bir heyecan mı duyuyorsanız? Özellikle işkoliklerin sizi mıknatıs gibi çektiğini fark ettiniz mi? Eğer bu sorulardan sadece birine bile “evet” yanıtını veriyorsanız “terk edilme korkusu” yaşıyor olma ihtimaliniz çok yüksek.
Yaşamın ilk yıllarında anne ve babaya bağlanma çocuk için güven duygusunun temelidir hatta ölüm-kalım meselesidir. Bebekler hayatta kalmak için tamamıyla annelerine muhtaçtır ve eğer bir bebek annesini kaybederse genelde ölür. Bebekler, annelerinden ayrılmayı engelleyecek şekilde davranmaya hazırlıklı doğar. Ebeveyne bağlanma bir şekilde sekteye uğradığında, kopma ya da kopma olasılığı olduğunda çocuğun güven duygusu temelden sarsılır. “Kaygı-üzüntü-öfke” döngüsüne giren çocuk kendini sakinleştiremez ve yoğun bir terk edilme korkusu yaşar.
Anne ve babaya bağlanmış olmanın acısını derinden hisseden çocuklar büyüdüklerinde bağlanma duygusuna karşıt tepki olarak bu savunma mekanizmasını geliştirir. “En iyisi hiç bağlanmamak, kimseye güven olmaz” gibi çekirdek inanç geliştirilmesi de bu yüzdendir. Hatta bu korkuyu yaşayanlar karşı cinse bağlanmayı “özgürlüğün elden gitmesi” olarak görürler. “Bekarlık sultanlıktır” deyişi bir anlamda onların mottosudur. Bu söz evlenme/bağlanma korkusuna karşı geliştirilen bir mekanizmadır.
Aslında siz tutarlı bir ilişki yaşamak için hiç ümit vaat etmeyen insanlar değil, daha çok tutarlılık için “birazcık” ümit veren insanlardan etkileniyorsunuz. Ümit ve şüphe karışımı içinde size bir şeyler sunanlarla ilgileniyorsunuz. Dengesiz aşklar size tanıdık gelir, iyi bildiğiniz bir şeydir.
Sizin gerçekten yanınızda olmayan insanları seçmeniz, çocuklukta terk edilmenizi tekrardan etkinleştirmeye devam ettirdiğinizi onaylar. Duygusal ilişkilerde hissedilen yalnızlık boşuna değildir.