Coğrafi işaretlerin içinde Adana’nın analı kızlı çorbasından Afyon’un İlibada dolmasına, Antep işi dokumalardan Bergama el halısına, Diyarbakır’ın burma kadayıfından Edirne’nin badem ezmesine, Kastamonu’nun simidinden Osmaniye’nin yer fıstığına kadar binin üzerinde ülkemize ait, kültürümüzü yansıtan ya da bizim topraklarımızda yetişen, doğup büyüyen ürün bulunuyor.
Coğrafi işaretleri düşündüğümde aklıma birçok kadının elinden çıkan ve bizlere ulaşmakta güçlük çeken, İstanbul’da yaşarken dahi ulaşamadığımız binlerce ürün geliyor aklıma.
Bilinmeyen binlerce değer, üretilen ancak üretildiği yerde kalan onlarca ürün…
Ama şu günlerde değişen bir şeyler var!
Kentli köylü paradoksu
Köylerden kentlere iş için göçmek ülkemiz için bilindik bir durum. Ancak artık yaşadığımız farklı bir paradoks var. Kentteki beyaz yakalının köylere kasabalara yönelerek oradaki iş gücünü onların ulaşamadıkları pazarlarda hayata kazandırmak.
Kentlinin köylerde iş fırsatlarını görmesi ilginç bir birleşimin ortaya çıkmasını sağladı. Bunu parça parça birçok haberde görüyoruz. Kentin profesyonel hayatı, köylerin kasabaların üretimleriyle buluşarak daha farklı pazarlardan pay kapmak için örgütlendi. Ülkenin en ücra köşelerinde dahi, kadın kooperatifleri kuruldu. Kentli kadınlar masa başında öğrendiklerini, köylü kadınlar ise ürettiklerini birleştirdi. Bu sinerji birçok kadına ilham oldu ve çok başka bir dönüşümün temelleri atıldı. Kadınlar arasındaki bu dayanışma duyuldukça çoğalmaya başladı.
Okuduğum ve duyduğum kadarıyla sinerjiyi başlatan kadınların hepsinin de ortak yanı birilerinin bir zamanlar onlara yapamazsın, gidemezsin, başaramazsın demesi.
Kadın kocası tarafından çocuğu önünde dakikalarca dövülüyor. Yukarıdaki kız kardeşi kameraya alıyor ve aşağıda dayak yiyen benim ablam diye tweet atıyor.
Belli ki, o şiddete maruz kalacağına emin ve korkudan aşağı inemiyor.
Bugün kadınlar günü, son 67 günde KAYITLARA GEÇEN 65 kadın öldürüldü.
Ben bunu yazarken belki bir kadın daha şiddet mağduru olarak hayatını kaybetti.
Üzgünüm, bugün asla iyi dileklerde bulunamayacağım.
Çünkü artık yeter! Artık bıktık!
Bir kadının doğurduğu bir insanın bir kadına bunu nasıl yapabildiğini aklım almıyor!
Anneler çocuklarınızı sevin koruyun ve insan olmayı, başkalarının yaşama hakkını elinden almanın ne demek olduğunu lütfen evlatlarınıza öğretin!
Sizce, Zuckerberg sosyal medya sektörünün tekelleşmesi için attığı adımlarda başarısını Clubhouse’la da sürdürecek mi? Şimdilik bilemiyoruz!
Ancak bu stratejik hamleler girişimcilerin iyi okuması gereken ve kendi yarattıkları fırsatların dezavantajlarının neler olacağını, fark edilmeleri durumunda kimlerle rakip olacaklarını ve bu rekabet arenasından nasıl çıkabileceklerini iyi analiz etmeleri ve önlem almaları gereken konuların başında gelmektedir.
Clubhouse iyi bir örnek
Pandemi bize başka edinimler kazandırdı. Dijitale taşınan toplantılar, hasret gidermeler, eğitimler, hatta kız isteme törenleri bile bu dönüşümden nasibini alarak (bence) kalıcı hale gelmeye başlan yeni davranış biçimlerimiz oldu. Clubhouse, pandeminin ilk başından bu yana ihtiyacı anlayan, en önemlisi sınırları kaldıran en inovatif fikir olarak karşımıza çıktı. Ünlüler, konuşmacılar, ünlü olmayanlar, farklı farklı odalarda bir araya gelerek, odalar arası gezinerek, kendi ortamlarını oluşturup konuşma/ tartışma fırsatı buldu. İki kişinin konuşmayı yönettiği bir alandan çoklu konuşmacılara geçildi ve sosyal medyadaki konuşmacı sınırı kalktı. Clubhouse ile birlikte Instagram gibi sadece konuşmacıların dinlendiği platformlar popüleritesini kaybetti. Clubhouse bir anda kendi pazarını yarattı, tam da yeni nesle uygun kendilerini rahatlıkla ifade edebilecekleri ve söz sahibi oldukları bir ortam oluşturdu. Yeni normalin yeni ve güçlü aktörü haline geldi.
Ben ayakta alkışlıyorum…
Instagram’ın ‘Odalar’ hamlesine baktığınızda mega büyüklükteki bir firmanın kendisinden çok çok daha küçük bir firmaya açtığı bu savaş her girişimcinin kendi pazarı için gözünü korkutabilecek hamle olarak düşünülebilir. Hatta ben bazı girişimcilerin, büyük ölçekli firmaların fikirlerini çalabilme ihtimali ile karşı karşıya olduklarını bildikleri için adım dahi atmadıklarını defalarca kez gördüm.
Instagram, Tesla, daha iyisi hep daha iyisi olacak
Girişimcinin önündeki en büyük engelin ve tehlikenin daha henüz adım dahi atmadığı Pazardaki payını kaybetmesi olduğunu düşünmüyorum. Girişimcinin önündeki en büyük engel bahaneler ve bu bahanelerle birlikte ortaya çıkan kazanamama, başarılı olamama, saygınlığını yitirme korkuları. (Korkuları sıralayarak kitap haline bile getirebiliriz.)
22 Ocak günü Kapalıçarşı’ya düzenlenen operasyon manşetlerde yukarıda saydığım cümleler ve benzerleri ile yerini aldı. Operasyon yıllardır durulamayan taklit riskine karşı yapılan sayısız operasyondan bir tanesiydi ve 3 milyonluk sahte ürün yakalanmıştı. Bitmek tükenmek bilmeyen sahte ürün savaşına bir darbe daha vurulmuştu. Ancak bu savaşı bitirmeye yeter miydi ? Bence asla yetmeyecekti.
Ülkemiz, küresel pazarda, sahte ürün konusunda markaların en sorun yaşadığı ülkeler arasında gösteriliyor. Çin’den sonra Türkiye’nin de mücadele edilmesi gereken hatırı sayılır üretici ve tüketici kitlesi var. Bu sorunun kökünde yatan en önemli etmen tüketim kültürünün dayattığı satın alma refleksleriyle, alım gücünün makas aralığının oldukça geniş olduğu gerçeğidir. Ancak bir diğer mücadele etmemiz gereken etmen de marka değeri bilincinin henüz ülkemizde yaygınlaşmamış olmasıdır.
Son yıllarda replika kelimesini hemen hemen ülkenin her sokağında duymaya başladık. İtalya kökenli “kopya, birebir aynı anlamına gelen” replika kelimesinin, bizim ticaretimizin yavaş yavaş ana satış unsuru haline geliyor olması artık tehlikenin arttığını bizlere göstermelidir. Bu durum sınırlarımız içinde ticaret yapan markaları, ülkemize yapılacak yatırımları ve aynı zamanda fikri sınai mülkiyet hakları konusundaki itibarımızı yerle bir etmektedir.
Markanın gerçek değeri ile empati kurmamız gerekiyor!
Marka değeri bilincini oturtmak için bir ürünü satın alırken daha empatik yaklaşmak gerekmektedir. Kendinizi ürünün gerçek üreticisi yerine koymanız ve ürünün değerini üreticinin koşulları çerçevesinde değerlendirmeniz önemli bir adım olacaktır.
Hemen bahsettiğim empati yaklaşımına kendinizi bir girişimcinin yerine koyarak başlayabilirsiniz. Buyurun size bir örnek, bir ürün üretme kararı aldınız ve o ürün için yoktan var ettiğiniz yatırımlar yaparak bir hikaye yazmaya başladınız. Ürün çok sevildi. İşler çoğaldı. Her şey yolunda ve daha büyük yatırımlar için kolları sıvadınız. Zaman geçti ve artık tanınmış bir marka haline geldiniz. Hop! Sizin markanızla veya tasarımlarınızla bir gün hiç bilmediğiniz bir yerde, sizin endüstrinizin asla üretemeyeceği bir değerde ve kalitede ürünler üretilmeye ve satılmaya başlandı. Düşünün, böyle bir haksız rekabet ortamında sizin diğer firmaya karşı alabileceğiniz bir pozisyon var mı? Rekabet şansınız var mı? Fabrikanızın giderlerinin adını bile duyamayacağınız fason çalışan bir atölye ile aynı olma olasılığı var mı?
Tasarımlarınız, sizin ürünleriniz, sizin emeğiniz, geleceğiniz, hiç tanımadığınız biri veya daha kötüsü birileri tarafından çalındı. Hangi biriyle uğraşacaksınız?
Kısacık bir örnekte bile göreceğiniz gibi aldığınız replika ürünler gerçekte sadece bir ürün değil, gerçek üreticinin çalınan hikayesidir. Bu sebeple bir replika ürünü satın alırken, ürünün gerçek emekçilerinin, tasarımcılarının, fikir sahiplerinin, üreticisinin, sahibinin yerine kendinizi koyun… İşte işler o zaman değişecek ve marka bilinci yükselecektir!
İnanıp inanmamak kişinin kendi inisiyatifine kalmış olduğunu düşünsem de bu tarz şeyleri denemekten çekinmemek gerektiğini düşünüyorum.
Kitabın belgeselinin dışında geçtiğimiz günlerde kitaptan esinlenip, çekilen bir filmine rast gelip, izleme fırsatı buldum. Filmde olumsuzlukların olumlu duygularla nasıl değiştirildiğinden ve iyiliğin nelere yol açabileceğinden bahsediliyor.
Filmde iki replik çok hoşuma gitti, onları sizinle de paylaşıp asıl konuya geri döneceğim.
İlk Replik
Bunun neden yapıyorsun?
Çünkü yapabiliyorum.
İkinci Replik
Yaşamadan yaşlanamazsın!
Kadınların işgücüne katılma oranında OECD ülkeleri arasında en son sırada yer alan Türkiye’nin ardından gelen ülkeler ise; %41,3 ile İtalya, %44,7 ile Yunanistan ve %44,7 ile de Meksika oldu. OECD ortalamasının %54,6 olarak gerçekleştiği listede İzlanda, %77,3 ile listede ilk sırada yer aldı.
Yayınlanan tüm raporlarda durumumuz hiç açıcı değil, katılıyorum!
Profesyonel hayata baktığımızda kadınların iş gücüne katılımı kadar yöneticilik ve girişimcilik yüzdesinin de oldukça düşük olduğu hemen hemen her araştırmanın ortak sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Kadınların cinsiyet eşitsizliğine maruz kaldığı noktasında hem fikiriz ama bu tabloların bize anlattığı ve bizi güçlendirmesi gereken çıkarımlar olduğunu da unutmamız gerekiyor. Ben bu tablolarda kadınların iş gücüne katılım oranlarını değil, birçoğumuzun durum bu haldeyken, yoktan var etme çabalarını görebiliyor ve motive oluyorum.
Bunun en büyük örneği, Ümmiye Koçak. Bence, bu raporların hiçbir analizinin içinde yer almayan bir kadın Ümmiye Hanım. Ödüllü bir filmi var ama prodüksiyon şirketi yok, tiyatro kurmuş ama imkansızlıklar nedeniyle tiyatro eğitimi yok, New York Avrasya Film Festivali’nde “Sinemada en iyi Avrasyalı Kadın Sanatçı” ödülünü kazanmış ama gidip alacak parası dahi yok. (Olsa da bu parayı bence üretmek için kullanırdı) Cümlelerde okuduğumuz ‘Yok’lar işte onlar sadece bizim yok’larımız. Ümmiye Koçak’ınkiler değil! İşte o ‘yok’lar bizim kafamızdaki engeller, Ümmiye Hanım’ın kafasının içindekiler değil! O raporlarda yer alan istatistikler de bizim kadınlarımızın değil…
Kadınlara karşı inancım her geçen gün artıyor
Yaptığım iş gereği çok fazla girişimci ile bir araya geliyorum. Bu aralar kadınlar kapımı çok fazla çalmaya başladı. Birçoğu ile markasını bazıları ile de faydalı modelini/patentini korumak için bir araya geliyoruz. İşe nasıl başladın diye soruyorum, tutkuyla cevabını alıyorum. O tutkuyu o kadar yakından tanıyorum ki, kendi hikayemde de Ümmiye Koçak’ın hikayesinde de başrol oyuncusu olarak bu tutkuyu görüyorum.
Ellerinin altındakini güce çeviriyorlar
İşte o tutkuyla yola çıkan kadınlar ellerinin altında ne varsa kendi güçlerine katmak için kafa yoruyorlar. Evlerine daha fazla gelir gelsin diye başladıkları işler, kadınlarımızı marka sahibi yapıyor.
"Kadınlar İnsan, bizler insanoğlu!" Neşet Ertaş
Bugün size Patria, Minerva, Maria Mirabel adlı üç kardeşten bahsedeceğim. Tesadüf eseri sosyal medya yönetimi için yaptığımız toplantıların birinde karşılaştım ben de bu üç kadınla…
Çok yakın tarihte adını birçoğumuzun yeni duyacağı bu 3 kadının, direnişlerinin bedelini canlarıyla ödedikleri hikayesinden birazcık bahsetmek isterim.
25 Kasım 1960'ta Dominik Cumhuriyeti'nde diktatörlüğe karşı mücadele eden üç kız kardeş Patria, Minerva, Maria Mirabel'in cesetleri bir uçurumun dibinde bulunmuş. Ertesi sabah birçok gazete bu ölümün bir kaza sonucu meydana geldiğini yazsa da kardeşlere tecavüz edilerek işkenceyle öldürüldüğü kısa zamanda ortaya çıkmış. Öldürüldükleri güne kadar üç kardeş Latin Amerikalı diktatör Rafael Leonidas Trujillo’ya meydan okumuş ve defalarca hapse girmiş. Diktatör Trujillo, üç kardeşin yılmazlığı karşısında, dirençlerini sadece onları öldürerek kırabileceğini düşünerek 3 kardeşi aynı gün birbirlerinin gözleri önünde vahşice katletmiştir.
Öldükten sonra Patria, Minerva, Maria Mirabel, kadına yönelik şiddetin sembolü olmuşlar ve 25 Kasım 1981'de Dominik'te toplanan Latin Amerika Kadın kurultayında, "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Ve Uluslararası Dayanışma Günü" 1985 yılında da BM tarafından "Kadına Yönelik Şiddetin Yok Edilmesi İçin Uluslararası Mücadele" günü ilan edilmiş.
3 kardeşin hikayesini öğrendikten sonra bir anda gözümden film şeridi gibi cinayete kurban gitmiş, fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalmış kadınlar geçti.
17 yaşında bir kız çocuğunun, iş bulma umuduyla gittiği otel odasında öldürüldüğünün haberi geldi aklıma…
Özgecanlar, Şule Çetler vs. acısı asla hafiflemeyecek kadınlar…
Bu yıl insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacını taşıyan en prestijli ödül Nobel, ‘genom kurgulamasına olanak sağlayan yöntemin geliştirilmesine katkılarından ötürü', Fransız mikrobiyolog Emmanuelle Charpentier ile ABD'li biyokimyacı Jennifer A. Doudna'ya verildi.
Tabii ki bir kadın olarak koltuklarım kabardı.
Dahası…
Charpentier ve Doudna, Nobel Kimya Ödülü’ne hak kazanan 7 (yedi) kadından ikisiydi.
Ödüle Charpentier ve Doudna'dan önce 5 (beş) kadın layık görülmüştü. Marie Curie 1911'de, kızı Irene Joliot-Curie 1935'te, Dorothy Crowfoot Hodgkin 1964'te, Ada Yonath 2009'da ve Frances H. Arnold 2018'de ödülün sahibi olmuştu.
Anlayacağınız haber mükemmel bir haberdi.
Şimdi kötü habere geçelim. Maalesef kadınlar bu başarıyla övünsek de bizler sınıfta kaldık.
İnovatif tüm güncellemelere olan merakım Charpentier ve Doudna ile ilgili haberin tamamına bakmama neden oldu.