Özdemir İnce

Ne olacak şimdi?

23 Ekim 2011
AKP’nin iktidara geçtiği 2002 yılından 19 Ekim 2011 tarihine kadar, dokuz yıl içinde, TSK tamı tamına 967 şehit vermiş. Böyle bir acı gerçek karşısında yazarken ve konuşurken herkes doğru sözcük ve deyimlerle konuşmak zorundadır. Sorumlu ararken hiç kimse “devlet” sözcüğünü kullanamaz. Tek sorumlu vardır, o da hükümettir. Devlet bir taşıta benzer, at, araba, kamyon, uçak gibi bir şeydir. Hükümet ise binici, sürücü, şoför ve pilottur. O nereye isterse araç oraya gider. Başvekil, umursamadığı muhalefeti bu işte kendi sorumluluğuna ortak etmek istiyor. Ama muhalefet şoför muavini bile değil, olamaz zaten! O halde hiç kimse “Devlet görevini yapsın” diyemez. Doğru cümle “Hükümet görevini yapsın!” olmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, MİT ya da polis, terörle mücadelede başarılı olamıyorsa, bunun da sorumlusu hükümettir. Haklarında davalar açılan Silivri ve Hasdal tutukluları terörle mücadelede kusurlu bulundukları için oralara tıkılmadılar. Kimse, askeriyenin elindeki yeterli olanaklardan söz edip başarısızlığın faturasını TSK’ya çıkaramaz. Başarısız olan siyasal irade olan hükümettir!
UZLAŞMANIN SINIRI NE?
Hakkâri’nin Çukurca ilçesine sızan 200 kişilik terörist grup 24 askeri şehit ediyor. Müzakere yoluyla Demokratik Özerklik ve Anadilde Öğretim isteyen bir grup böyle bir eylemde bulunabilir mi? Buna adıyla sanıyla ayrılıkçı eylem denir. Böyle bir eylem karşısında birileri çıkıp “Bu bir savaştır, saniye kaybetmeden bu savaşı durdurun. İki taraf da kurban vermesin” diyemez. Çünkü, devletler hukukuna göre tarafın biri meşru, öteki gayrimeşrudur. Ya da, bir uzlaşma müzakeresi varsa, “Bu saldırıların intikamı çok büyük olacaktır ve misliyle alınacaktır!” diyemez, bu bir ciddi savaş ilanıdır.
Hükümet, Öcalan ve PKK ile neyin pazarlığını, neyin müzakeresini yapmaktadır? PKK neyi isteyip de alamadığı için, dokuz yıl içinde, 967 askeri şehit etmiş ve kendisi de sayısını bilmediğimiz kadar kayıp vermiştir. Türkiye ve dünya kamuoyunun bunu bilmesi gerekmektedir. Bu gerçek bilinmez ise millet, hükümetin vatan savunmasını değil, fakat kendi iktidarını güçlendirmeyi gözettiğinden kuşku duymaya başlar. Hükümet, Kürtlere Demokratik Özerklik ve Kürtçe eğitim hakkı vermediği için mi, PKK saldırılarını sürdürmektedir? Daha açıkçası, hükümet bu iki hakkı tanımaya ve vermeye hazır mıdır, niyetli midir? Bunu bilmek zorundayız. Uzlaşmanın alt ve üst sınırı nelerdir? Bunları bilmek hakkımız olmalı!
SORUN ÜLKENİN GELECEĞİDİR
19 Ekim saldırısından sonra, hiçbir şey “bu şekilde” devam edemez! Hükümetin önünde iki seçenek var: Ya her şeyi sineye çekecek, iki taraftan biri olarak teröre karşı silah kullanmayacak ve teröristlerle müzakere masasına oturacak, ya da sınır içinde ve sınır dışında terörün kökünü kazıyacak. Ancak müzakere masasına oturacaksa ya da oturmayacaksa, kırmızı çizgilerini bütün dünyaya ilan etmek zorundadır. MİT’in ve öteki özel temsilcilerin Öcalan ve PKK ile ne ve neyi konuştuğunu bilmiyoruz. Hükümetin niyetini, birlikten yana olan Türk ve Kürt nüfusunun bilmeye hakkı vardır.
Hükümet gerekeni yapmaz ve sorumluluklarını yerine getirmezse, sürecin bundan sonraki menzili bölünme olacaktır. Buna karar verecek olan, PKK ayrılıkçıları değil, birlikte yaşamadan yana görünen halktır. Ama bu ne zamana kadar sürecek?
Ne kadar süreceği kestiremeyecek olan “o zamana kadar” hükümet şunu bilmek zorundadır: PKK bir fraksiyon mudur, bir çete midir, bir isyancı birlik midir, yoksa Kürtleri gerçekten temsil eden bir oluşum mudur? 1984’ten bu yana, bu bilgi MİT’te mutlaka olmalıdır, olmalıydı. 2002’den bu yana AKP iktidarı bu bilgiyi mutlaka toplamalıydı. PKK’nın yok edilmesi Kürtleri memnun ve mutlu edecek mi? Bunu bilmeden hiçbir şey yapamaz hükümet. Çünkü, PKK Kürtlerin tamamını temsil etmese de, önünde sonunda, onunla müzakere masasına oturacak. Belki savaşırken müzakere masasına oturacak. Bu kaçınılmaz!
Halka gelince: Halk hükümetin bu müzakerede neyi tartışacağını, ne alıp ne vereceğini mutlaka bilmelidir. Sorun AKP’nin iktidar sorunu değil, ülkenin geleceğidir.
* * *
ÖZÜR: 16.10.11 tarihli yazımda, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu’ya ilişkin olarak alıntıladığım cümle “Başkanlık sistemi, Uzlaşma Komisyonu’nda masaya gelmeli. Elbette dayatmayız” şeklinde olacaktır. Sn. Kuzu “Dayatmalıyız!” dememiştir. (Ö.İ.)
Yazının Devamını Oku

Öncelik anayasa değil

16 Ekim 2011
AKP’nin başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ, “Partilerin tartışacağı esasında fazla madde yok, komisyonda ihtilaf konuları çok az olur” (Hürriyet, 09.10.11) demiş. Yeni anayasada, güya, partilerin tartışacağı fazla madde yokmuş. “Bana göre 5 madde vardır, hadi birileri bunu 10’a çıkarsın”mış.
Uzlaşma komisyonunun 13 Ekim Perşembe günü toplanması gerekiyordu, yapılamadı. Anayasacılar, bu türden bir uzlaşma komisyonunun meşruiyetini tartışıyorlar. Bunu bir yana bırakalım, AKP yüzünden, becerip ilk toplantısını bile yapamadı.
Bunu da bir yana bırakıp Bekir Bozdağ’ın pek ciddiye almadığı, “Partilerin tartışacağı fazla madde yok” dediği talepleri görelim (Akşam, 03.10.11):

PARTİLER NE DİYOR

AKP: Değiştirilmez maddeler tartışılsın; başkanlık sistemi ve vatandaşlık tanımı masaya getirilsin; laiklik tanımı ve yorumu değişsin, dini özgürlükleri arttıracak ve türban serbestisini sağlayacak bir yorum bulunsun. TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu: “Başkanlık sistemi Uzlaşma Komisyonu’nda masaya gelmeli. Elbette dayatmalıyız!” demiş.
CHP: Anayasa’nın 1, 2, 3 ve 4. maddelerine dokunulmamalı; tutuklu 8 milletvekilinin durumu aydınlığa kavuşturulmalı; anayasanın başlangıç bölümünde cumhuriyetin nitelikleri yer almalı; cumhuriyetçi vatandaşlık tanımı yapılmalı.
MHP: Anayasanın ilk dört maddesine kesinlikle dokunulamaz; üniter yapı korunmalı; özerklik ve federatif yapının önünü açabilecek herhangi bir düzenleme kabul edilemez; “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” veya “Türkiyelilik” gibi tanımlar kabul edilemez.
BDP: Anayasanın 66. maddesindeki “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” hükmü “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” şeklinde değişmeli; tek etnisiteye dayalı ulus tanımı yerine çoğul kimliklerin oluşturduğu yeni bir ulus tanımı yapılmalı; demokratik özerklik anayasada yer almalı; anadilde eğitim anayasal güvenceye kavuşturulmalı; tarihsel ve coğrafi isimleri de kapsayan ortak vatan anlayışı yeni demokratik anayasanın esasları arasında yer almalı.

ANLAMI BÖLÜNMEDİR

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın sözünü ettiği, komisyonda ihtilaf konusu olabilecek maddeleri okudunuz. Bunlardan en sivri ve gerçekleşmesi hemen hemen olanaksız olanı, BDP’nin “Anadilde eğitimin anayasal güvenceye kavuşturulması” koşulu. Aradan bunca yıl geçti, “anadilde eğitim”in ne anlama geldiğini neredeyse kimse öğrenemedi. Bu konuda fikir beyan eden şarkıcıları, dizi oyuncularını bir yana bırakalım, Kürtlerin çoğunluğu bile bilmiyor. “Anadilde eğitim” demek, eğitim ve öğretimin Kürt dilinde yapılması anlamına gelir. Anadilin özgürce öğrenilmesi başka, Diyarbakır dışında İstanbul, Mersin, Adana, Antalya’da devlet okullarında eğitim-öğretimin Kürt dilinde yapılması başka. BDP yönetimi, bu koşulun, federasyon ve bölünme anlamına geldiğini bilmiyor mu? Ben sadece durum değerlendirmesi yapıyorum: Bu konuda kesinlikle uzlaşma olmaz.
Öte yandan, AKP’nin isteklerinin bir bölümünü BDP desteklese bile CHP ve MHP tamamına karşı çıkar. CHP, AKP’nin isteklerini kabul etmez. BDP’nin isteklerini tartışır ama kabul etmez. MHP: AKP ve BDP ile kesinlikle anlaşmaz.

MEŞREBİNE UYDURUYOR

Bu durumda yapılması gereken: Geçen pazar günü de yazdığım gibi, Anayasa’nın değişmesinin ya da yeni bir anayasa hazırlanmasının Türkiye açısından bir önceliği ve acil zorunluluğu yok. AKP’nin 2010 yılında kotardığı son anayasa değişikliklerinin ülkeyi demokrasiden uzaklaştırdığı, faşist uygulamalı, tek adam rejimi eksenine oturttuğu görüldü, görülüyor ve görülecek. Unutulmasın ki: Dinin iktidarını laiklik, anayasa da siyasal iktidarın iktidarını sınırlar. AKP, neden anayasa ve laikliği kendi meşrebine uydurmak istiyor, anlaşılmıyor mu?
CHP lideri Kılıçdaroğlu, “Demokrasi paketi ile anayasayı birlikte” kotarmayı düşündüklerini açıklamış (Vatan, 08.10.11). Yanlış! Birlikte yürümesi ve gerçekleşmesi olanaksız bir girişim olur. Önce yüzde 10 seçim barajının ve özel yetkili mahkemelerin kaldırılması; yeni seçim ve siyasal partiler yasası; sendikalaşmanın önündeki bütün engellerin kaldırılması; eğitim ve öğretimin İslamileştirilmesi projesinin engellenmesi; başta emniyet, mülkiye ve adliye olmak üzere devlet kadrolarının cemaatlileştirilmesinin önüne geçilmesi. Bunlar tamam olunca, anayasa ancak o zaman gündeme gelir!
Yazının Devamını Oku

Anayasadan önce

9 Ekim 2011
RÖNESANS dönemi yazarlarından François Rabelais’in “Pantagruel” adlı ölümsüz bir yapıtı vardır. Kitap birçok bakımdan ünlü ve ölümsüzdür. Bunlardan biri de “Panurge’ün koyunları” adlı kıssalı öyküdür. Milan Kundera, çevirisi bendeniz tarafından yapılan “Saptırılmış Vasiyetler”de (Can Yayınları) mizahi durumu açıklarken bu ibretlik öyküyü ele alır:
“Pantagruel’in gemisi açık denizde koyun yüklü bir şileple karşılaşır; gözlüğü başlığına takılı Panurge’ü gören bir celep zıpırlık edip ona boynuzlu muamelesi yapabileceğini sanır. Panurge hemen öcünü alır: Heriften bir koyun satın alıp denize atar; bunu gören öteki koyunlar koyunluk edip hepsi birden denize atlarlar. Tüccarlar şaşırırlar, kimini postundan kimini boynuzlarından yakalayayım derken kendileri de cumburlop denizi boylarlar.”
PANURGE’ÜN KOYUNLARI
Farkında mısınız, AKP ve Başbakan uzun yıllardır, Türkiye’de kamuoyuna ve siyasete, Panurge’ün koyunu muamelesi yapıyorlar. Başı sıkıştığında sürüden bir koyup alıp denize atıyorlar. Ardından bütün koyunlar cumburlop denize. Bu oyunu oynamak için Rabelais’in kitabını bilmeye gerek yok. Her yıl, ortada bir neden yokken uçurumdan aşağı atlayıp telef olan koyun sürüsü öyküleri okuruz, duyarız. Bunlar da Panurge’ün koyunlarıdır.
Deniz Feneri Türkiye davasının başına gelenler, türlü nedenlerle medya tarafından yeterince ele alınmadı. Ama bu kadarından bile rahatsız olan Başbakan, sürüden bir koyun alıp denize attı ve ortaya Alman Vakıfları’nın CHP’li belediyelerle yaptığı hayali tango çıktı.
Bu türden örnekleri AKP iktidarı döneminde sık sık yaşadık. Yaşayacağız!
YA ANTİDEMOKRATİK YASALAR
AKP, anayasa konusunda millete, halka ve öteki siyasi partilere Panurge’ün koyunu muamelesi yapıyor. Öteki koyunlar Panurge’ün koyununu izliyor ama farkında bile değiller.
AKP şu anayasayı kaşla göz arasında hazırlayıp, kestirmeden, şıpınişi çıkarmak istiyor. Halk ve muhalefet partileri, sanki 1924 türü bir anayasa çıkarsa, her şeyin (ekonomi, siyaset, sanayi, insan hakları, vesaire) düzeleceğini sanıyor.
Ne ilgisi var? 1982 Anayasası aynen kalır ve antidemokratik yasalar değişirse, Türkiye demokratikleşir. 1982 Anayasası değişir ama antidemokratik yasalar olduğu gibi kalırsa, ülke bugünkünden daha beter olur.
Ama antidemokratik yasalar ve 1982 Anayasası birlikte değişirse, o zaman tadından yenmez!
AKP’NİN İŞBİRLİKÇİSİ OLURLAR
Ama öncelik hangisinde, anayasada mı yoksa antidemokratik yasalarda mı?
Bu başlangıç ve uzlaşma anlayışıyla AKP, CHP, MHP ve BDP’nin anlaşıp anayasayı değiştirebileceğine ihtimal vermiyorum. Öteki partilerin istek ve hayalleri AKP’nin umurunda bile değil. Bir yolunu bulup kendi anayasasını çıkarmak istiyor. Bu yöntemle önümüzdeki seçime kadar hiçbir şey değişmez ve yeni seçime de 2011 koşulları ile girilir. Belki de AKP’nin istediği budur.
Bu durumda yapılması gereken Panurge’ün koyununu denizden alıp gemiye çıkarmak. Yani siyasal partiler ve seçim yasalarını; özel yetkili mahkemeleri ve sendikaları ilgilendiren yasaları demokratikleştirmek için girişimde bulunmak. Daha başka ne gerekiyorsa! CHP, MHP ve BDP’nin yapması gereken budur: İlkin antidemokratik yasalar, sonra anayasa! Yoksa AKP’nin işbirlikçisi olurlar. Zaten AKP kendi anayasasına kavuştuktan sonra antidemokratik yasalar defterini, denize bir koyun atarak kapatır.
Yazının Devamını Oku

Türkiye Cumhuriyeti mucizesi

2 Ekim 2011
TÜRKİYE’nin laik ve demokratik toplumsal düzenini vırt zırt Arap toplumlarına örnek gösterenlerin ciddiyetten uzak tutumlarını, bilimsel dayanaklar göstererek, iyice bir silkeledikten sonra, 21 Eylül 2011 tarihli yazımı şöyle bitirmiştim: “Türkiye Cumhuriyeti XX. yüzyılın mucizesidir. Saygı lütfen!” Kimi gazete köşemeni, kazı koz anladıkları için, benim bu örneklikten memnun olduğum sonucunu çıkarmış. Tam tersine, “Höst bre!” diyorum, “Türkiye’yi örnek göstermek kimin haddine! Türkiye’yi örnek almak (göstermek) için mangal kadar yürek ister!”
Cümlemin sonuna “Saygı lütfen!” uyarısını boşuna koymadım ben. Türkiye’yi Arap toplumlarına örnek göstermek, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve devrimlerine misli görülmemiş bir hakarettir.
Arap toplumları, zihinsel ve yapısal nedenlerden dolayı, hiçbir zaman laikleşemez. İslam dini buna engeldir. Türkiye Cumhuriyeti, İslam’a karşın (yetersiz olsa bile) laikleşti ve demokratikleşti ise, bu dönüşüme “Mucize!” denmez de ne denir?
Arap toplumu, varsa, parayı bastırır ve Batı’nın teknoloji ürünlerini satın alır ama evrensel özgürlükçü değerlere sırtını döner, dönmektedir. Bir zamanlar Osmanlıcıların ve günümüz muhafazakârlarının yaptığı gibi “Batı’nın teknolojisini alalım ama kendi geleneksel değerlerimize sahip çıkalım!” ninnisiyle uyumaya devam eder. Batı’nın teknolojisini üreten düşünce sisteminin laik ideale dayandığını hiçbir zaman anlayamaz. Anlamamıştır!

KABUL ET, SUS DEĞİL

Gazete yazıcıları kaynak göstermeden alıntılar yapar, başkalarına ait cümleleri (düşünceleri değil) babasının malı gibi kullanır. Yazılarında alıntı kaynakları belirten, kitap adı ve sayfası veren ciddi yazarları küçümseyenler bile görülür. “Gazete üniversite dergisi midir?” diye çıkışanları bile vardır. Yazıcısı bile olsa, bir gazetede yazanlar, tanık gösterdikleri kaynakların sadece yazar adlarını değil, kitap adlarını ve sayfa numaralarını vermek zorundadırlar. Kimse zahmete girip kontrol etmek istemese bile ben araştırmak isterim. Kuşkusuz, Einstein’ın “izafiyet nazariyesi”ni tartışmam ama demokrasi, laiklik, insan hakları ve sosyal adalet konularında bir şeyler söylemiş ise “Dur bakalım. Ne demiş?” diye şöyle bir yekinirim. Tanık gösteren yazıcı, kitap adı, sayfa numarası vermek zorundadır. Sadece filozof ya da yazar adı anmakla olmaz! Habermas ile Rawls laiklik konusunda hangi kitapları yazmış?!
Örneğin, 21 Eylül 2011 tarihli, “Hey Gidi, Seni Gidi Laiklik” başlıklı yazımda “Bu konuda ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler benim eski yazılarımı ve Henri Pena-Ruiz’in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür) adlı kitabını okuyabilirler” diye yazmışım. Bu cümlenin anlamı, kuşkusuz, “Henri Pena-Ruiz’in ve benim düşüncelerimi kabul edin ve susun!” değil.

O MUCİZE LAİKLİK SAYESİNDE

Türkiye Cumhuriyeti neden bir mucizedir? Panislamist ve pantürkist olarak tanımlanan iki bağnaz ideolojinin egemen olduğu bir toplumu çağdaş, laik bir topluma dönüştürdüğü için; tek boyutlu bir toplumu çoğulcu bir topluma dönüştürdüğü için bir mucizedir. Türkiye Cumhuriyeti, her şeye karşın, bugünkü düzeyine çıkabilmişse, bunun devindirici motoru laik eğitim-öğretim sistemidir. Laik eğitim-öğretim sisteminden ödün verenler, onu dinselleştirenler, Türk toplumunun devindirici gücünü boğmaktadır. 1919’da Türk toplumu ile Arap toplumları aynı kısırdöngünün tutsağı idi. Türk toplumunun demokrasiyi bulması laiklik sayesinde olmuştur. Bu, elbette bir mucizedir!
NOT: Yazılarım artık pazar günleri yayınlanacaktır. Bilginize!
Yazının Devamını Oku

Teokrasi yasayla gelmez

28 Eylül 2011
“BASINA yansıyan haber doğru ise Konya’da TCDD memuru “bayan yanı koltuk” gerekçesi ile bir grup gence hızlı tren bileti satmamış. Bu memur vatandaşın anayasal seyahat hürriyetini kısıtlamak cesaretini kimden, nereden almış olabilir? Söyleyelim:
Bu memurun müdüründen çekincesi yok, yaptırıma uğramayacağını hatta “Aferin iyi yapmışsın” diyeceğini biliyor. Müdürün bölge müdüründen çekincesi yok. Bölge müdürünün genel müdürden, genel müdürün bakandan, bakanın da Başbakan’dan çekincesi yok. Ve en tehlikelisi yukarıdakilerden hiçbirinin yargıdan çekincesi yok. Ülke yönetiminde biz söz sahibi olsaydık, o memur hakkında “vatandaşın anayasal seyahat hürriyetini” gasp etmekten derhal soruşturma açardık. Siz hâlâ teokrasinin Meclis oylaması sonrası Cumhurbaşkanı’nın imzasına geleceğini mi sanıyorsunuz?” (13.09.2011)
CEM TOKER’İN KAYGILARI
Okuduğunuz satırlar, Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker’e ait. LDP Genel Başkanı’nın uyarıda bulunduğu olay ender bir rastlantı değil. Her gün gazetelere yansıyan örnekleri var: 2 Eylül 2011 tarihli Sözcü gazetesinin “Tokmak” sütununda, benzer olayın Ulusoy firmasına ait Antalya-Kemer otobüsünde yaşandığını okumuştuk. 10 Ağustos 2011 tarihli Hürriyet gazetesinde, İstanbul’da voleybol antrenmanı sonrası otobüse şortla binen bir genç kızın, bu nedenle, bir erkek yolcu tarafından darp edilmiş olduğu yazıyordu.
Her gün onlarcasına tanık olduğumuz bu olaylar Cem Toker’in kaygılarında son derece haklı olduğunu gösteriyor.
Ama Cem Toker gibi düşünmeyenler de var: Örneğin Bilkent Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Metin Heper, Akşam gazetesinde bu konuda şöyle diyor: “AK Parti’nin Türkiye’yi din devletine dönüştürme endişesi hep vardı. Aradan 9 sene geçti, AK Parti’nin böyle bir denemesi olmadı. Çünkü din devleti tesis etmek demek aslında Türkiye’nin kanunlarını seküler niteliklerden uzaklaştırıp dini temele oturmak demektir.” (31.08.11)
PROF. HEPER NEREDE YAŞIYOR
Prof. Dr. Metin Heper nerede yaşıyor? Din devleti yasaların değişmesiyle değil gündelik hayatın değişmesi ile gelir ve yerleşir. Birkaç ip ucu sorusu: Son 9 yıl içinde İmam-hatip okullarının öğrenci sayısındaki değişim; adliye, mülkiye ve zaptiye teşkilatlarındaki imam-hatip ve ilahiyat kökenli kardeşlerimizin orantısız artan sayısı? Ve bunun benzeri sorular.
Mısır’da 80’li yılların başına kadar kadınlar türban takmıyordu. Şimdi ilkokul öğrencileri bile çarşaf içinde. Aynı durum Fas, Cezayir ve Tunus için de söz konusu. Tıpkı İran’da olduğu gibi, önce toplum dindarlaşır. Gündelik hayat dinin katı kurallarının buyruğuna girer. Sonra, teokratik (dini) düzen yavaş yavaş devlet iktidarını ele geçirir ve yasaları o zaman değiştirir. Değiştirmesine bile gerek yoktur. “Türkiye laiktir, laik kalacak”tır. Arap baharına bile ilham kaynağı olur, tavsiye edilir! Referansı İslam olan, gıcır gıcır, yepyeni bir Müslüman laiklik!
Çağımızın Müslümanlarına anlatılması, onaylatılması gereken ilk şey şudur: Din devlet değildir, devlet din değildir. Din toplum değildir, toplum din değildir. Din bireysel bir olgudur! Bireyi, bireyselliği esas alan günümüz bobstil demokratları din söz konusu olunca “Din toplumsal bir olgudur, bireye indirgenemez!” diyorlar. Ulema sınıfı ilkin şuna cevap vermeli: İnsanlar din karşısında düne göre daha özgür mü, değil mi? Kurumlaşmış, örgütlenmiş kitlesel din ile faşizm arasında kaç adım yol vardır? Öğrenci devamsızlığı ile mahalle ya da köy imamının pedagojik ilişkisi ne? Gazete ve televizyon imamları ne zaman tayin edilecek dersiniz? Ya imam edebiyat eleştirmenleri? Cevabınızı duyamadım. Efendim?
Yazının Devamını Oku

Hey gidi, seni gidi laiklik!

21 Eylül 2011
BAŞBAKAN Erdoğan, Mısırlılara seslenirken “Ben Mısır’ın laik bir anayasaya sahip olmasını istiyorum ve tavsiye ediyorum. Laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın!” dedi. Doğrudur: Müslüman ülkelerde devlet laikleşmeden (sivilleşmeden) demokratik rejim uygulanamaz. Ama bu iş nasıl olacak? Türkiye Cumhuriyeti devlet yapısının laikleşmesi (sivilleşmesi) sayesinde toplumun demokrasiyi adım adım keşfettiğini yaşayarak biliyoruz. Peki Türkiye örneğinin Arap ülkelerinde tekrarlaması mümkün mü? İşin aslını astarını bilmeyenler için böyle bir şey mümkün. Ama Türkiye toplumu ile Arap toplumları arasındaki derin uçurumları görmeden böyle bir çıkarım yapmak son derece mekanik bir girişim olur.
¡ ¡ ¡
1. Türkiye toplumu, Türk milleti heterojen bir insan topluluğudur. İslam, bu topluluk için sadece bir dindir. Sadece bir inançtır! Cumhuriyet bir sivil (laik) toplum yaratmıştır.
Türkiye’de 1950-2002 arasında 14 genel seçim yapılmış, 1923-2002 arasında 57 hükümet kurulmuş, bu hükümetlerde 23 başbakan görev almıştır. Bu 23 başbakandan sadece Erbakan (28.06.1996-30.06.1997) laik sıfatıyla tanımlanamaz. 1923-2002 yılları arasında devlet bütün kurum ve kuruluşları ile laikleşmiş, Erbakan dışında 23 başbakandan hiçbiri laikliği tartışma konusu yapmamıştır. Başbakan Erdoğan 2003 yılında, 80 yıllık bir laik geleneği olan devlete başbakan olmuştur. Keramet ve marifet laik devlet geleneğinde! Bu geleneğin, AKP ve başbakanın bedenine bol geldiğinin sayısız kanıtı var!
2. Arap toplumları, aralarındaki farklılıklara karşın, homojen bir toplum ve topluluktur. Bir İslam milleti vardır. İslam, Arap toplum ve toplulukları için sadece bir din değil, aynı zamanda hukuk, yasa, adalet sistemi, tarih, kültür, uygarlık, dil, yazı, edebiyattır; bir zihinsel yapı ve gündelik yaşam tarzı; dünya ve ahret birliğidir. Dinsel bir toplum vardır!
Bir Arap devletinin anayasasında “laik” sözcüğünün yer alması yetmez. Başta adalet, hukuk ve yasa sistemi, eğitim-öğretim sistemi olmak üzere devlet kurumlarının laikleşmesi (sivilleşmesi) gerekir. Benim bilgi ve tanıklıklarıma göre, böyle bir laikleşme (sivilleşme) mümkün değil. Benim kastettiğim sivilleşmenin STK (STÖ) ile hiçbir ilişkisi yoktur!
Bu konuda ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler benim eski yazılarımı ve Henri Pena-Ruiz’in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür) adlı kitabını okuyabilirler.
¡ ¡ ¡
Başta Mısır olmak üzere Arap ülkelerinde zaman zaman modernleşme girişimleri ve önerileri olmuş, bunların hepsi İslam karşısında bozguna uğramıştır. Şu anda Arap Yarımadası Vahhabi ve Selefi takımlar tarafından denetlenmekte, Mısır’a Müslüman Kardeşler, Tunus’a En Nahda yön vermektedir. Libya’da ise Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Abdülcelil “İslam hukukuna dayalı demokratik bir devlet inşa” etme çağrısı yapmaktadır. Yani, nasıl olacaksa, İslam şeriatına dayalı bir demokratik (?!) devlet düzeni istemektedir.
Bugün Maşrık’tan Mağrib’e demokratik ve özgür genel seçimler yapılsa hepsinde İslamcı partiler (Müslüman Kardeşler, En Nahda ve benzerleri) kazanır. Bu parti ve akımların tamamı laik (sivil) düzene karşıdır. Önümüzdeki dönem yapılacak seçimler Arap dünyasın(d)a demokrasi ve laikliğin dışarıdan ithal ve ihraç edilemeyeceğini bir kez daha gösterecektir.
Türkiye Cumhuriyeti mucizesi dikkatle ve saygı ile incelenmeden, Arap dünyasının gerçeklerini kavramak mümkün değil. İhraççı ve ithalci girişimler birer serap olmaya ve öyle kalmaya mahkûmdur. Türkiye Cumhuriyeti XX. yüzyılın mucizesidir. Saygı lütfen!
Yazının Devamını Oku

Dindar solcu değil solcu dindar

14 Eylül 2011
AYRINTI Yayınevi “Kurtuluş Teolojisi” adlı bir kitap yayımlamış. “İslami Kurtuluş Teolojisi” bölümünün yetersizliğine karşın gerekli ve yararlı bir kitap. İster Hıristiyan ister İslami olsun “kurtuluş” yoksulluktan kurtuluş anlamına geliyor. Kimi aklıevvel bunu şöyle anlıyor ya da şöyle sanıyor: Yoksullar dindarlaşarak yoksulluktan kurtulabilirler. Oysa yoksullar istedikleri kadar dindarlaşsınlar, o oranda yoksulluk bataklığına gömülürler.
Kökü Dominiken Rahip Bartolemeo de las Casas’a (1474-1566) dayanan Hıristiyan Kurtuluş Teolojisi, yoksulları daha çok dindarlaştırmaya çalışmaz, tam tersine yoksulluktan kurtulmaları için onları örgütler ve yoksulluktan kurtuluş için Kilise’yi görevlendirir. Yoksulluğun nasıl oluştuğunu, yoksulluğun kaynağının İncil olmadığını anlatır. Tam tersine, Matta İncili’nde şöyle yazar: “Zenginin cennete girmesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zordur” (19: 23-24).
Bu anlayışın öncüleri ve savunucuları Güney Amerika Katolik Kilisesi’ne mensup rahipler ve piskoposlardır. Bu yüzden faşist devletler, zenginler ve ağalar tarafından acımasızca öldürülmüşler ya da Roma’daki Papa tarafından aforoz edilmişlerdir. Günümüzün Papası XVI. Benedictus (eski Kardinal Joseph Alois Ratzinger), Roma Kilisesi’nin otoritesini sarstığı için bu akımın can düşmanıdır.
* * *
Ancak, Latin Amerika Kilisesi’nin yoksullar konusundaki tutumunun dünyanın geri kalan kiliseleri tarafından benimsendiğini söylemek de  mümkün değil. Hıristiyanlıkta olur da yoksulları savunan Kurtuluş Teolojisi İslam’da olmaz mı? Bu soruyu sorduğunuz zaman, hocalar, din adamları ya da gazetelerin dinsel Güzin Abileri, hiç duraksamadan, “Olmaz mı, Kuran’da yeri var!” derler ve ayetleri saymaya başlarlar. Yahu kardeşim hangi din kitabı yoksulluğun Tanrı ya da Allah buyruğu olduğunu söyler? Tam tersine bütün din kitapları yoksulları korur, zenginleri suçlar. Önemli olan; bir cami hocasının, bir tarikat şeyhinin, bir gazetenin din âlimi Güzin Abi’sinin, sosyal adaletten, bireysel ve ulusal gelirin adilce paylaşılmasından söz etmesidir. İslami Kurtuluş Teolojisi’nde görev, camiye, hocalara, imamlara, Müslüman aydınlara düşüyor.
“Müslüman Sol” iddiaları yüzünden İslamcı kesim kaynıyor, birbirine girmiş durumda. Statükocu İslamcılar, solcu İslamcıları Kuran’a ihanetle ve sapkınlıkla suçluyor.
* * *
AKP’nin görkemli başarılarından söz ederken sonunda laf seçmenden iktidar oyu alamayan CHP’ye ve halka inemeyen (!), halkla ilişki kuramayan (!) sola gelir. Karar: Başarılı olmak için bu hödüklerin dindarlaşmaları gerekir.
Hayır, gerekmez! Hedef ve amaç yoksulluktan kurtuluş için mücadele ise yoksullarla solcuların dindarlaşması gerekmez. Yüzyıllardır sosyal adalet ve insan hakları için mücadele eden sol ve solcu neden dini (İslamı) referans alsın, solcu olarak (sosyal adalet, insan hakları, eşitlik ve kardeşlik konularında) zaten doğru yolda. Ama dindar kimse, bu türden sivil erdemlere sahip olmadığı için onun solculaşması gerekir. Nasıl solculaşacak? Müslüman din adamları, Müslüman aydınlar, Kuran’daki sosyal adalet anlayışını CHP ve sola değil, Müslüman dindarlara anlatacaklar, dindarın körleştirilmiş gözlerini açacaklar. Ama bunu yapacaklarına, Batı kapitalizminin teknoloji ürünlerini pazarlıyorlar, emperyalist kapitalizme hizmet eden zorba, teokratik rejimleri savunuyorlar!
Yazının Devamını Oku

Hesaplaşma böyle olur

7 Eylül 2011
YAYINEVLERİNDE editörlük, yayın yönetmenliği yaptığım dönemde sadık kaldığım bir yayın programım vardı.

Amaçlarımdan biri, edebiyat içi yazarlık eğitimiydi. Yayımladığım yazarlar sadece okurları hedeflemesin, yazarlara da örnek olsun istiyordum. Böyle bir yığın kitap yayımladım. Ama hepsini değil. Can Yayınları, son zamanlarda yayımladığı kitaplarla sanki benim yarım bıraktığım programı tamamlıyor. Robert Walser’in “Taner Kardeşler”ini, Alessandro Barricco’nun “Emmaus”unu ve Uwe Timm’in “Kardeşimin Gölgesinde”sini yayımladı.

SÜRÜDEN AYRILIN

“Kardeşimin Gölgesinde”, edebiyat tarihinin çöplüğüne atılacak kitapların yüz binler basıldığı bir dönemde, sadece 2000 adet basılmış. Robert Walser 2000, Alessandro Barricco da 1000 adet. Yüz üzerinden, 99 kez hayır, 1 kez evet diyen ben, yüz bin satanları değil, 1000-2000 basılan kitapları okuyorum. Okur dostlarıma da sürüden ayrılmalarını tavsiye ederim.
Uwe Timm, Hitler rejiminde Waffen-SS’e katılan ve 1943’te Rus cephesinde ölen ağabeyi Karl-Heinz’in geride bıraktığı mektuplar ve tuttuğu günce aracılığıyla Nazi yanlısı ve savaş gönüllüsü olmayı sorguluyor. Sorgulama; öyle cafcaflı teatral jest ve mimiklerle değil, hatta suçlayarak değil, anımsayarak, küçük anıları tekrarlayarak. Öyle bir hesaplaşma ve yüzleşme ki yazar hiç zorlamadığı halde okur kendini de çağıyla yüzleşirken buluyor:

UTANÇ ÖRNEKLERİ

“Alman askerleri ortadan kayboldular, üniformalarını çıkarıp sivil kıyafetlere bürünmüş ve tanksavar silahlarıyla karabinalarını üst katta öylece bırakmışlardı. Bir Amerikan tankı, köprüyü kapatsın diye konulmuş kaldırım taşları yüklü mobilya römorkunu yavaşça kenara itti. Hemen ardından kapı çalındı ve aralarında annemin de olduğu ürkek kadınlar kapıyı açtılar, dışarıda üç Amerikan askeri duruyordu. Bir tanesi siyahiydi. Coburg’da Üçüncü Reich böyle sona erdi.” (s.62)
“Daha iki gün önce korkulan ve saygıyla selamlanan kahverengi üniformalı bölge yöneticisi Feitmaier yol kenarındaki olukta durmuş, sokağı süpürüyordu, bu sırada cipler onun yanı başından geçtiler ve adam kaldırıma sıçramak zorunda kaldı, üstü başı çamur içinde.” (S.62)

Yazının Devamını Oku