BİLGİ 1AKUT HASTALIK NEDİR
TIP bilimlerinde eğer bir hastalık birden bire, gürültülü bir şekilde, hızlıca başlar, çabuk ilerler ama bütün bunlara rağmen şu veya bu şekilde genelde kısa süreli bir seyir gösterip iyileşirse “akut hastalık” olarak tanımlanır. Örneğin boğazınızda gelişen bir lenf bezi iltihabı gürültülü bir şekilde (ateş, üşüme, titreme, boğaz ağrısı) başlar ama 3-5 gün içerisinde, yani hızla ve tamamen iyileşirse “akut lenfadenit” olarak tanımlanır.
BİLGİ 2
BİR HASTALIK NE ZAMAN KRONİKTİR
BAZI hastalıklar da yavaş, sessiz ve derinden bir başlangıç gösterip uzun süreli hatta bazen kalıcı, yani hayat boyu düzelmeyen, tedavi imkânları sınırlı sağlık sorunları şeklinde kendini gösterebiliyor. Örneğin şeker hastalığı böyle bir sorun. Uzun süre önemsiz işaretlerle (ağız kuruluğu, susama, yorgunluk, kilo kaybı) kendini ifade etmeye çalışırken, zaman içinde böbrekler, kalp, beyin ve gözlerde tamamen iyileştirilemeyen kalıcı bazı hasarlara yol açabiliyor. Bu nedenle de Tip 2 diyabet, kronik bir hastalık olarak kabul ediliyor.
Sadece yorsa neyse, aynı zamanda korkuttu da. Dahası, muazzam bir yılgınlık ve kaygı yükü de bütün ağırlığıyla üstümüze çökmüş durumda. Kısacası işin uzmanlarının deyimiyle “MUAZZAM BİR ALLOSTATİK YÜKLENME DURUMUYLA” karşı karşıyayız. İsterseniz gelin bu yeni tehdidin, yani KAYGI PANDEMİSİNİN neticelerini ve çözüm süreçlerini daha kolay anlayabilmek için işe “Nedir bu allostatik yüklenme?” sorusuna yanıt arayarak başlayalım.
İYİ BİLGİ
Mevcut verilere göre de oldukça güvenli. Koruyuculuğunun Pfizer, Moderna ve Oxford aşılarına oranla biraz daha düşük olduğu söylense de bilinen, denenmiş, güvenilir bir aşı üretim teknolojisiyle geliştirilmiş bir seçenek bu. Şimdi en hızlı şekilde bu seçeneği değerlendirmek ve olabildiği kadar çok insanımızda virüse karşı bağışıklık oluşturmak durumundayız. Kısacası, pandemide en etkili çözüm aşıdır. Ve elimizde öyle bir seçenek var gibi görünüyor. Şunu da belirteyim: Herkes gibi ben de halkımızın koruyuculuğu yüksek aşılarla aşılanmasını isterim. Ancak aşı uygulamalarında koruyuculuk kadar güvenlik meselesinin de önemli olduğunu iyi bilirim. Bu aşamadan sonra “Hangi aşı?” tartışmasını bir kenara bırakmamız ve mümkün olduğu kadar “hızlıca” toplumumuzun önemli bir kesimini aşılayıp süreci tamamlamamız lazım. Kısacası, konu aşı olduğundan güvenlik ve koruyucu güç kadar, hız meselesi de önemlidir. Ve biz şimdi “HIZ MESELESİNİN ÖNEM KAZANDIĞI” yeni bir zaman dilimine girmiş bulunuyoruz.
BİR BİLGİ
Ne var ki bağışıklık sistemini güçlendiren vitamin, mineral ve antioksidanların sayısı bir elin parmaklarını asla geçmiyor, geçemiyor. Üstelik takviyeler oldukça da pahalı şeyler. Bu nedenle bilinçli kullanılmaları gerekiyor. Son günlerde vitaminmanya gündemine yeni bir madde eklendi: Bazı takviyelerin aşılarla sağlanabileceği bağışıklığı daha da güçlendirebilecekleri ileri sürülüyor. Peki doğru mu? Doğruysa önceliği hangi takviyelere vermek lazım?
İLK SIRADA D VİTAMİNİ VAR
D vitamininin akılcı kullanımının COVID-19’u daha hafif geçirme şansı verebileceğini, hastalığın süresini kısaltabileceğini hatta uzamış COVID-19 meselesine bile çare olabileceğini gösteren bazı bilimsel veriler var. Aynı avantaj, bana göre güçlü bir çinko asetat ve C vitamini desteği için de söz konusu olmalı. Takviye kullanarak bağışıklığı güçlendirmek, aşılarla sağlanabilecek bağışıklık gücünü arttırmak bakımından da doğru ve anlamlı. Üstelik bazı araştırmalarda da bu yaklaşımı destekleyebilecek verilere ulaşılıyor. Örneğin Fransa’da yaşlılar üzerinde yapılan bir çalışmada, uzun süreli C, E vitaminleri, beta karoten ve selenyum sülfat desteği kullanımının grip aşısından sonra daha güçlü antikor cevabı sağladığı da gösterildi.
İki numaralı gündem maddesi ise 65 yaş üzerindekilere getirilen kısıtlamalar oldu. Yasaklar hep onlarda yoğunlaştırıldı, herhangi bir kısıtlama olduğunda da gözler hemen ve anında onlara çevrildi. Aslında bu sürpriz bir gelişme de değildi. Zira bir ve iki numaralı gündem maddeleri zaten iç içeydi: Yaş ilerledikçe bağışıklık zayıflıyor, hastalığa yakalanma ihtimali de onu ağır geçirme olasılığı da artıyordu. Peki, bağışıklık gücündeki yaşa bağlı azalmanın nedeni neydi? Ve bir soru daha: Bu güç azalması yavaşlatılabilir, bağışıklık yaşı düşürülebilir miydi? Bu ve benzer soruların yanıtları için buyurun...
BİR BİLGİ
65 YAŞ VE ÜZERİNDEKİLERDE RİSK NEDEN DAHA YÜKSEK
65 yaşı geçenlerin COVID-19’u daha ağır geçirmelerinin iki temel nedeni var. Birincisi bu yaşlarda kronik hastalıkların (şeker hastalığı, hipertansiyon, KOAH, kalp yetmezliği...) daha sık görülmesi. İkinci nedene gelince... İkinci neden de en az birincisi kadar önemli: Bağışıklık sisteminin yaşlanmış olması. Ayrıca şu bilgi çok net ve açık: Yaşımız ilerledikçe bağışıklık sistemimiz de yıpranmadan payını alıyor. Gençlik ve orta yaş dönemlerindeki gücünden çok şey kaybediyor. Tam da bu noktada, yeni bir haftaya başlarken sizinle sevindirici bir bilgiyi de paylaşmam gerekiyor: BAĞIŞIKLIK YAŞINIZI DÜŞÜRMENİZ, DAHA GENÇ BİR BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNE SAHİP OLABİLMENİZ MÜMKÜN. Nasıl mı? Lütfen sağdaki kutuyu dikkatli okuyun.
Eğer herhangi bir nedenle hastalıkta ağırlaşmaya yol açabilecek ilave bir sorun ortaya çıkmaz ise çoğu vakada iyileşme 2-3 haftada tamamlanıyor. Ne var ki yeni bazı gözlemler, beklenenden daha çok olguda COVID-19’da iyileşme sürecinin haftaları hatta ayları bile bulabileceğine işaret ediyor. Bu kişilerde hastalıkla bağlantılı “yorgunluk, uykusuzluk, nefes darlığı, göğüs ağrısı, kafa karışıklığı, unutkanlık, odaklanma güçlüğü” gibi sorunlar bir türlü bitmek bilmiyor. Bu gibi durumlarda o kişilere “LONG COVID-19 (UZAMIŞ COVID-19)” tanısı konuluyor. Peki bu kötü, can sıkıcı ihtimal kimlerde daha fazla? Sorunun yanıtını araştıran uzmanlar bakın neler bulmuşlar...
LONG COVID-19
KİMLERİN RİSKİ DAHA YÜKSEK?
Rakamlara bakılırsa bu hastalığa erkekler daha çok yakalanıyor. Hastalığın erkeklerde daha ağır seyrettiği, daha uzun sürdüğü ve daha çok can kaybına yol açtığı da ortak bir kanaat. Ayrıca hastalığın uzamış şekli kabul edilen “Long COVID-19”a da erkeklerde daha sık rastlandığı anlaşılıyor. Erkekleri fena halde korkutan bu olumsuz gelişmelerin nedenleri hakkında ise elimizde kesin bir veri yok. Muhtemel bazı faktörlerden söz ediliyor. O faktörleri yandaki kutuda sıralamaya çalışacağım.
BİR BİLGİ
ERKEKLER NEDEN DAHA ŞANSSIZ
COVID-19’da erkeklerin kadınlara oranla daha yüksek risk taşımalarının farklı nedenleri var. Birincisi, bağışıklık sisteminin kadınlarda erkeklerden daha güçlü olması. Uzmanlar bu farklılığı östrojen hormonuna ve kadınların bağışıklıkla ilgili genleri içeren iki X kromozomunu birlikte taşımalarına bağlıyorlar. Ayrıca kadınların hijyenik kurallara erkeklere oranla daha çok riayet etmeleri ve genelde de sağlıklarına daha çok özen göstermeleri önemli faktörler olmalı. Diğer taraftan, hastalığın seyrini ağırlaştıran ve ölüm olasılığını arttıran diyabet, hipertansiyon, KOAH gibi kronik hastalıklara erkeklerde daha sık rastlanması da önemli bir belirleyici. Bana sorarsanız, erkeklerin maske takma ve sosyal mesafeye uyma gibi koruyucu önlemlere uyum göstermede kadınlara oranla daha dikkatsiz ve rahat davranmaları da etkili bir faktör olabilir.
DİKKAT
Ama bilelim ve umalım ki 2021, 2020’den daha güzel, daha rahat bir yıl olacak. Ayrıca bu yıl her zamankinden daha fazla umuda sarılmamız, umut depolamamız, umut ve mutluluk konuşmamız, huzur ve mutluluk arayışlarına çıkmamızda fayda var. Konu umut ve mutluluk olunca, isterseniz gelin, yeni yılın bu ilk haftasına başucu kitaplarımdan birinden, Prof. Dr. Toksöz B. Karasu hocanın ‘Huzurlu Yaşama Sanatı’ (Boyner Yayınları,İstanbul) kitabından çıkardığım kısa alıntılarla başlayalım. Bakın Karasu Hoca sağlık ve huzur konusunda bize neler tavsiye ediyor....
TAVSİYE 1
SAĞLIĞIN KIYMETİNİ BİLELİM
Bu tavsiyeleri okurken “Olmuşsa olmuş, bitmişse bitmiştir” diyen rahmetli Süleyman Demirel’i, “İnsan kendini yalnızlıkta mı arar, yoksa yalnızlıkta mı bulur?” sorusunun sahibi H.D.Thoreau’yu, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen Hz. Mevlânâ’yı, “Yaratılanı hoş gör, yaradandan ötürü” cümlesinin sahibi Yunus Emre’yi, “İyiyi ve kötüyü seçen akıldır” diyen Hacı Bektaşi Veli’yi, “Düşünceleriniz ne ise, hayatınız da odur” cümlesinin yazarı Romalı filozof imparator M. Aurelius’u rahatlıkla bulabileceğinizi bilmelisiniz. Ayrıca şu samimi düşüncemi de sizinle paylaşmak isterim: Eğer birazdan okuyacağınız 100 önerinin sadece yüzde 10’nu bile gerçekleştirebilirsem ben de kendimi başarılı sayacağım. Buyurun...
İLK 10
HAYATI ISKALAMA!
Hayatı ıskalamamak için yavaşla.
İyimser ol, olumlu bak.
Maneviyatını güçlü tut.
VARAN 1
DAHA ÇOK ‘HER ŞEYİN BAŞI SAĞLIK’ DİYECEĞİZ
2020’de pandemiyle yatıp pandemiyle kalktık. Neticede de her şeyden önce sağlığa odaklandık. 2021’de de durum değişmeyecek. Sağlık yine bir numaralı gündem maddemiz olmaya devam edecek. Kısacası bu yıl belki de geçen yıldan daha çok sağlığımızı izleyecek, koruyup kollayacak, konuşup paylaşacağız. Tek cümleyle “Her şeyin başı sağlık” cümlesini daha sık kullanacağız.
VARAN 2
BAĞIŞIKLIĞIMIZI ‘BAŞ TACIMIZ’ YAPACAĞIZ
PANDEMİNİN nedeni belalı bir yeni virüs, çözümü de sadece güçlü bir sağlık olunca, 2020’de ‘bağışıklık’ sözcüğü dilimizden hiç düşmedi. Dahası, yetinmedik, bağışıklığın da derinliklerine girdik. ‘Lenfosit’ neymiş, ‘antikor’lar ne işe yararmış, onları bile öğrendik. 2021’de bağışıklık saplantısını daha da abartacağız. Yiyip içtiğimiz her şeyin, yuttuğumuz her takviyenin hatta aldığımız her nefesin bağışıklıkla ilgisini sorgulayacağız. İçimizden bazıları dualarında daha çok bağışıklık kazanmayı bile dileyecekler. Bu arada bağışıklığın bir numaralı garantisi aşı konusunu da dilimizden hiç düşürmeyeceğiz.
Geçtiğimiz günlerde patlayan pandemi tsunamisinin bastırılması, sürecin kontrol altına alınması ve aşı meselesinde neticeye bir hayli yaklaşılması Sağlık Bakanı’nı oldukça rahatlatmış. İsterseniz sözü daha fazla uzatmadan, Dr. Fahrettin Koca 3 önemli konuda
neler söylemiş hemen onlara geçelim. Buyurun...
Kendi adıma söyleyeyim, iflah olmaz bir iyimser olarak ben o toplantıdan sonra yeniden umutlandım, “İyi günler yakındır” diye düşündüm. Fahrettin Koca açıklamalarında, “Çin aşısının Türkiye çalışmasında erken dönemdeki koruyuculuğunun yüzde 91.25 oranında bulunduğunu” belirtti. Bakan aynı toplantıda şubat sonuna kadar 50 milyon doz Sinovac aşısının uygulanmasını umduğuna da işaret etti. Anlaşılan o ki ilk aşamada 9 milyon vatandaşımız aşılanacak. Şubat sonuna kadar da rakam 25 milyona ulaşacak. Bakan açıklamalarında BioNTech aşısı hakkında da sevindirici bilgiler verdi. “Ocak ayında 1.5 milyon BioNTech aşısı gelebilir. Mart sonuna kadar 4.5 milyonu net, 30 milyonu opsiyonel olmak üzere ciddi miktarda BioNTech aşısı için de imzaları atmak üzereyiz” dedi. Kısacası pandemi sürecinin ucundaki umut ışığı kabul ettiğimiz aşılanma konusundaki gelişmeler şimdi daha net ve açık. Umalım ki o açıklamalar doğru çıksın. Sözler tutulsun. Aşılama süreci bir an önce başlasın.
İYİ HABER
AŞININ YAN ETKİLERİ DE OLDUKÇA SINIRLI
Peki, bu son mutasyondan sonra ortaya çıkan aşırı telaşın, koparılan onca yaygaranın sebebi ne? Telaşın da korkunun da nedeni -bana göre- net ve açık: Burada da devreye bilim insanlarından önce korku tüccarları ve rant devşirme heveslisi siyasiler girdi. Mesela İngiltere’de virüste saptanan son mutasyonun ne olduğunu, ne gibi sonuçlar doğuracağını İngiliz bilim insanları değil de -nedense- İngiltere Başbakanı Boris Johnson açıkladı. Üstelik de açıklamasına “Bu mutasyon virüsü yüzde 70 daha bulaşıcı hale getiriyor” şeklinde, sadece laboratuvar verilerine dayalı, saha verilerinden uzak, yani ayağı yere basmayan ispatlanmamış bir kanaati ortaya koydu. Peki, bu durumda biz ne yapalım? Yeni bir korku çemberinin için girip zaten mevcut kaygı bozukluğumuzu daha da mı köpürtelim? Yanıtım net ve açık: HAYIR! Nedenine gelince...
MUTASYON NE YAPAR, NE YAPMAZ
YENİ koronavirüste meydana gelen son mutasyonun neticeleri hakkında konuştuğum uzmanların -azmanların değil- ortak görüşleri şunlar:
VARAN 1) Bu mutasyon hastalığın teşhisinde herhangi bir aksamaya yol açmaz. PCR testlerinin güvenliğini aksatmaz.
VARAN 2) Mutasyon muhtemelen ve sadece -o da çok net ve açık bir bilgi değil- hastalığın bulaşma hızı, yani yayılma gücünü etkileyebilir. Ancak bu bilgi de laboratuvar verileri ve istatistiksel öngörülerle sınırlı. Net ve açık bir saha çalışmasına dayanmıyor.
VARAN 3) Son mutasyonun hastalığın mevcut seyrinde ağırlaşmaya yol açabileceğine dair bir kanıta da sahip değiliz. Sadece bu mutasyonun
COVID-19’un çocuklarda daha kolay bulaşmaya yol açabileceği düşünülüyor.
Ayrıca birçok hastanın enfeksiyonu atlatmasına rağmen COVID-19’un yıpratıcı etkileriyle mücadele etmek zorunda kaldığı da biliniyor. Uzmanların “LONG COVID/UZAYAN-BİTMEYEN COVID” olarak tanımladığı o yeni problemi eminim ki önümüzdeki günlerde daha sık konuşup tartışacağız, COVID-19 geçirdikten sonra akciğer, kalp, beyin ve böbreklerinde sorun gelişen insanları nasıl daha hızlı iyileştirebiliriz sorusuna cevap arayacağız. Kısacası COVID-19 hakkındaki bilgilerimiz henüz çok az, çok ham ve adeta emekleme aşamasında. Uzamış COVID meselesi ise bilgilerimizin en fazla sınırlı olduğu alanların başında yer alıyor. Peki, bu uzayan/bitmeyen
COVID-19’un (Long COVID) belirtileri neler? Detaylar için buyurun...
AKLINIZDA OLSUN
LONG COVID’IN BELİRTİLERİ
O kurallardan biri de şu: Eğer herhangi bir sağlık sorununu önlemek ya da çözmek istiyorsanız, öncelikle aşılar ve ilaçlardan faydalanacaksınız! Belli durumlarda da -zaman zaman- doğal ve geleneksel tedavi yöntemlerinden istifade edeceksiniz. Ama bir pandemi söz konusuysa, odaklanmanız gerekenler öncelikle aşılar ve ilaçlardır. Bu COVID-19 pandemisinde de durum aynı. Etkili ve kalıcı çözümü bilimden, bilim insanlarında bekleyeceğiz. O çözümler gelene kadar da doğal, geleneksel tamamlayıcı tıp alternatiflerinden istifade edeceğiz.
KISA BİLGİ
ÖNCE GÜVEN AŞILAYALIM
AŞILARDA da ilaçlarda da güvenlik meselesi en önemli faktördür. Ve biz iyi biliriz ki ikisinde de “yan etki” ile “toksik” veya “hasta edici” etkileri birbirinden ayırmak vazgeçilmez bir noktadır. Güvenli kabul ettiğimiz pek çok aşının veya ilacın önceden tahmin edilemeyecek yan etkileri tabii ki her zaman söz konusu olabiliyor. Ama bunlar kabul edilebilir limitler içindeyse hoş görülüyor. İşte bu nedenle damarlarımızı koruyalım diye aldığımız bir bebek aspirini mide kanamasına, alerjik reaksiyonlarımızı önleyelim diye yuttuğumuz antihisteminik hap baş dönmesine sebep olsa da, enfeksiyonumuz şifa bulsun diye içtiğimiz antibiyotik bağırsak floramızı bozsa da kullanmaya devam ediyoruz.
OKUR SORUSU
KUVERSETİN DE BİZİ KORUYABİLİR Mİ
YUKARIDA da belirttiğim gibi, hücrelerimizdeki ACE2 reseptörleri yeni koronavirüsle mücadelenin anahtar noktası. Bu reseptör virüs için adeta bir kapı kilidi görevi üstleniyor. Virüs ona tutunabilirse hücreye rahatça girebiliyor. Eğer biz virüsün ACE2 reseptörüne bağlanabilmesini önleyebilirsek, virüs hücreyi kolay kolay etkileyemiyor. Neticede de biz hastalanmıyoruz veya virüsler daha az sayıda hücreye bulaşabiliyor. Biz de süreci daha hafif belirtilerle atlatma şansı yakalıyoruz. Yukarıda da bahsettiğim FYB207 isimli ilacın da marifeti zaten bu. Yiyeceklerimizde bulunan kuversetinin de ilaca benzer işler yapıyor. Kuversetin bir flavonoid ve doğadaki 4 bin flavonoidden sadece biri. Ama sağlığımız üzerinde muazzam etkileri var. Elmada, kırmızı soğanda, turpta, kapari, lahana, suteresi ve daha pek çok bitkide bulunan doğal bir mucize. Muazzam bir antioksidan. Anlaşılan o ki kuversetin COVID-19’dan korunmada da işe yarayabilecek. Peki nasıl? Yanıtı yandaki kutuda bulacaksınız.
AKLINIZDA OLSUN
KUVERSETİN NE YAPIYOR
ONAYLANMIŞ pek çok bilimsel çalışmada net ve açık olarak gösterildi ki kuversetin güçlü bir antiviral. Etkili olduğu virüsler arasında inflüenza virüsü, rinovirüs ve SARS virüsü var. Kuversetin antiviral gücünü yeni koronavirüsün ACE2 reseptörüne tutunmasını engelleyerek de kullanabiliyor. Ayrıca araştırmalara bakılırsa, virüsün oluşturabileceği damar zararlarını engellemek, oluşabilecek ölçüsüz bağışıklık yanıtlarını dengeleyebilmek ve pıhtı oluşumunu zorlaştırmak gibi ek faydaları da söz konusu. Araştırmalar kuversetinin destek olarak da kullanılabileceğini düşündürüyor ama gelin siz çözümü burada da doğada ve doğalda arayın, bugünlerde biraz daha elma, lahana, kırmızı soğan, turp tüketmeye çalışın.
İYİ BİLGİFYB207 NE YAPIYOR
Ve bu hafta da yine “yazılısı, görüntülüsü, sözlüsü, sosyali” fark etmeyecek, medyanın her türlüsünde bir numaralı tartışma konusu “Sinovac’ın aşısını mı yaptıralım, yoksa BioNTech’in aşısını mı bekleyelim?” sorusuna yanıt aramak olacak. İşin kötüsü yanıtları da işin uzmanları değil, “klasik medyanın silahşorları” ya da “sosyal medyanın klavye delikanlıları” verecek. Neticede de ortalık toz duman olmaya devam edecek. Peki, başlıktaki sorunun bilimsel bir yanıtı var mı? Buyurun...
NETİCE ŞU
O şarkıda olduğu gibi “Baharı bekleyen kumrular gibiyiz!”, “Ellerimiz havada, gözlerimiz yolda!” aşıyı bekliyoruz. Peki aşı gelince, aşılamalar bitince salgın da bitecek mi? Ahmet Hakan’ın coşkuyla dile getirdiği gibi hepimiz bir anda “Yaşasın, bu iş bitti” deyip maskelerimizi havaya fırlatabilecek miyiz? Üzülerek söyleyeyim ne bu salgın bu baharda bitecek, ne de maskeler baharda havaya fırlatılıp önümüzdeki yaza maskesiz girilecek. Peki o zaman bu aşı telaşının sebebi ne? Sebep net ve açık: Salgının kontrolünü sadece umutla beklediğimiz o aşılar başarabilecek. Anlatmak istediğim şey şu: Beklentilerimizi abartmayalım. “Aşı geldi, iş bitti” yanılgısına düşmeyelim. Bilelim ki aşılama programları her şey yolunda gittiği takdirde tabii ki hastalığı kontrol altına almış olacak. Ama yine bilelim ki pandeminin üstüne kalınca bir çarpı çizmek yıllar süren aşılama programlarıyla ancak başarılır. Özeti şudur: Aşı bilimi bize bir aşının herhangi bir bulaşıcı hastalığı tamamen kontrol altına almasının yıllarca sürebileceğini söylüyor. Evet, aşı bir umut. Evet, aşı bu salgını bahar aylarında bir parça kontrol altına alabilir. Ama unutmayalım ki aşılara rağmen bu iş ilkbahara bitmez, sonbahara bile neticeleneceği bence hâlâ kuşkulu. İşte bu nedenle bir süre daha “maske-mesafe-temizlik” üçlüsü hep gündemimizde olacak.
GEÇMİŞ OLSUN
Henüz Faz 1 ve Faz 2 çalışmaları süren bu yeni ilacın, koronavirüsün bedende yayılmasını en geç 24 saat içerisinde tamamen durdurabileceği öne sürülüyor. Bilindiği gibi, halen geliştirilen aşılar pandemide sadece koruyucu amaçla kullanılıyor. Tedavi için elimizde hâlâ bu virüse yüzde 100 etkili olduğu kanıtlanmış herhangi bir ilaç yok. Haber de zaten bu nedenle dikkati çekti ve önem kazandı. Umalım ki bundan sonraki haberler de olumlu gelsin. Umalım ki aşı konusunda olduğu gibi ilaç tedavisinde de yüzümüz gülsün. Konunun detaylarını cumartesi günkü yazımda daha etraflı açıklayacağım.
ÖNEMLİ
HASTALIĞI GEÇİRENLER Mİ AŞILANANLAR MI DAHA DİRENÇLİ OLACAK
ŞUNU net ve açık olarak biliyoruz: COVID-19’dan iyileşenlerin kanında onları yeni bir koronavirüs saldırısına karşı koruyabilecek güçte antikorlar -istisnalar dışında- hep var. Ve o antikorlar hastalıktan iyileşenleri en az 3-6 ay -yine özel istisnalar dışında- neredeyse yüzde 99 oranında koruyabiliyor. Aşılarla elde edilen bağışıklık için ise firmalar en fazla yüzde 94-97 civarında bir garantiyi verebiliyor. Kısacası emin değilim ama hastalığı geçirenlerde oluşan bağışıklık gücü aşıyla sağlanandan -muhtemelen- bir tık daha fazla olmalı. Ama her halükârda hastalığı geçirmek yerine aşılanarak antikor kazanmanın daha akılcı olduğu da unutulmamalıdır.
BANA GÖRE
Neticede de özellikle sosyal medya tam anlamıyla bir “aşı bilgisizliği çöplüğü” haline geldi. Oysa farklı hastalıklara karşı geliştirilen aşıların özellikle son yüzyılın en önemli tıbbi buluşlarından biri olduğu kesin. Çok değil, yüzyıl önce her yıl ve sadece her biri milyonlarca insanın ölümüne yol açan pek çok bulaşıcı hastalık (çiçek, kolera, tifo vb) ile mücadeleyi aşılar sayesinde kazandık. Kızamık, kabakulak, kızamıkçık, tetanos, kuduz dahil birçok hastalığı aşılar sayesinde kontrol altına aldık. Difteri, boğmaca, tetanos ve kızamığa karşı oluşturulan aşı kampanyalarıyla da milyonlarca bebek ve çocuğumuza “hayatta kalma şansı” sağladık. Peki o zaman sorun ne? Bu aşı karşıtlığının ya da aşıya güvensizlik meselesinin arka planında ne var?
SORU ŞU
AŞI KARŞITLARI BAKIN NE DİYOR
AŞI karşıtlarının ne dedikleri konusu oldukça uzun bir yazıya sığar ama özeti şu: Onlara göre aşılar bizi iyi değil, hasta ediyor! Örneğin aşılanma oranı arttıkça çocuklarda otizm hastalığının oranı da artıyor. Ayrıca kronik yorgunluk, fibromiyalji, bunama dahil pek çok sağlık sorununun sorumlusu da yine yaptırdığınız aşılar(!). Aşı karşıtları bu iddialarını şimdilerde daha da geliştirdiler. Aşıların -özellikle koronavirüs için geliştirilen hızlı aşıların- genetiğimizi bile değiştirebileceğini, bu aşılarla birilerinin bedenlerimize mikroçipler de yerleştirebileceğini öne sürdüler. Kısacası bu “kafası karışık kişileri” ikna etmek öyle pek kolay görünmüyor. Peki işin doğrusu ne? Yanıt tek cümleden ibaret: AŞISIZ OLMAZ ARKADAŞ!
Toksinler bizi nasıl şişmanlatıyor?
Bir tarafta önünü alamadığımız “obezite salgını”, diğer tarafta tıka basa toksin yüklenmiş bir dünya var. Toksinlerin kimi kimyasal kimi duygusal! İstisnasız hepsinin beden ve ruhlarımızı toksin çöplüğüne dönüştürdüğü ise kesin. Obezite salgınının en yaygın görüldüğü ülkeler, bu ikili toksin kıskacının yoğun olduğu yerler. Peki metabolizmamızın düzenini bozan, hormonal dengemizin canına okuyan, ruhsal yapılanmamızı altüst edip bizi kaygılı, endişeli, depresif yapan bu toksinler olabilir mi? Rahatlıkla “olabilir” diyebiliriz. Obezite sorununun nedenlerini yeniden araştırmak istiyorsak yeni çözümlerden biri de toksinler olabilir. Şunu net olarak biliyoruz: Toksinler doğal arınma sistemlerimizi çalışamaz hale getirebiliyor. Metabolizmamızı bozabiliyor. Hormonal dengemizi etkiliyor. Ruhsal toksinler bizi huzursuz ederek “atıştırma manyağı” yapabiliyor. Kısacası muhtemeldir ki bir “toksik kilo” problemi var ve bizi biraz da toksinler yağlandırıyor. Hangileri mi? Buyurun…
AKLINIZDA OLSUN
SUÇLU TOKSİNLER HANGİLERİ?
- Nişasta bazlı früktoz
- Aşırı glüten yükü
- Ağır metal toksisitesi, mesela cıva!
- Alkol tüketiminin yaygınlaşması
- Probiyotik fakirliğine bağlı endotoksinler
- Giderek artan asit yükümüz
- Bazı ilaçlar
Ruhsal toksinlerimiz
DOĞRUSU ŞU
ALKALİ DİYET DEĞİL ALKALİ BESLENME…
Bir meslektaşımın yazdığı şu cümleye yürekten katılıyorum: “Alkali vücut” kavramının bir diyet terimi –Alkali Diyet- eşliğinde “tüketime” (!) sunulması ne yazık ki bu –mühim- kavramı hafifletti, içini boşalttı (Dr. Mustafa Atasay/Fonksiyonel Tıp/2017). “Alkali vücut” yerine “alkali diyet” kavramını savunanların hataları bununla da bitmez. Onlar “vücudu asit yaptıkları için” hayvansal protein alımına temelden karşı çıkıp hayvansal proteinleri külliyen (!) kısıtlayıp sebze suları ve çiğ gıdalarla beslenmemizi teşvik ederler. Dr. Atasay bu yaklaşımı savunanlara da şunları söylüyor: “Dayandıkları temel prensipler genelde doğru ama dokuları alkali tutarken, mideyi asit tutmanın önemine hiç değinmezler. Oysa detoksun düzenli sürebilmesi için proteinlerin yapı taşı aminoasitlere de ihtiyaç duyarız. Yalnızca “çiğ” veya “pişmiş” ot yersek doğal detoks süreçlerimizi devre dışı bırakma tehdidi yaşarız.” Haksız mı? Değil! Peki doğrusu ne? Doğrusu alkali ağırlıklı beslenme ve asit perhizi!
BİR ÖNERİ
ASİT HAVUZUNA DÜŞMEMENİZ İÇİN…
Diğer taraftan alkali ağırlıklı beslenmeyi kökünden reddedip “ya hep ya hiç” kuralını benimseyenler ise karşı cephede başka bir “karşı savaşın” içindeler. Onlara göre “alkali beslenme” ve bedeni “asit çöplüğü haline getirmeme” düşüncesi mesnetsiz bir palavradır, beyhude bir çabadır. Onlara sorarsanız “ne kadar asidik gıda tüketirsek tüketelim, istersek sabahı pastırma, sucukla, öğleni-akşamı pirzola, biftekle geçirelim ve de her akşam Nusret’ten, Günaydın’dan, Develi’den, Zübeyir’den çıkmayalım. Bu da yetmez (!), yumurtayı, pirzolayı bir değil, on bir adet tüketelim” netice değişmez, bedenimizin “asit-baz dengesi” bunlardan asla etkilenmez. Yanlış mıdır? Değildir ama eksik olduğu da kesindir. İşin “bedensel pratiği” farklı yönde gelişmekte, değişik seyretmektedir. Alkali ağırlıklı beslenmeye, asidik yükü fazla gıdalara bir “ölçü”, bir “hiza” getirmeye “alkali diyet” deyip de konuyu “magazin”leştirmeyelim ama bedenimizdeki o değişmez “fizyolojik” süreçlerini de pas geçip göz ardı etmeyelim.
ÖNEMLİ
AĞIR METALLERİN FARKINDA MISINIZ?
Pek çok besinin içinde şu veya bu ağır metal var. Deniz ürünlerinde cıva, kurşun, kadmiyum, sularda arsenik riski pek dikkate alınmıyor. Ne var ki her gün daha fazla insanda “ağır metal toksisitesi” belirleniyor. Bunların tümü “mitokondri zehri!” Özellikle cıva mitokondrilerinizin canına okuyor. Sorun sadece ağır metallerle sınırlı kalsa neyse. Gıdalardaki kimyasal artıklar da (böcek öldürücüler, antibiyotikler, hormonlar) birer mitokondri zehri. Bunların da en azından “fazla kilolu” olmamızda, “kilo direnci” sorununu aşamamamızda payları var. Peki ya BİSFENOL ve diğer fitalatlar? Pet şişeler, damacanalar bisfenol içeriyor mu? Bisfenol hormon dengemizi bozup kilo aldırabiliyor mu? Yanıt net: EVET!
SORU ŞU
PROBİYOTİK GÜÇ NASIL ARTAR?
Daha fazla probiyotik besin (yoğurt, ayran, peynir, boza, tarhana, turşu, humus, şalgam) yiyip içerek! Daha çok ve sık “prebiyotik gıda”ya yüklenerek (Pırasa, bamya, soğan, sarımsak, yerelması, lahana turşusu, yoğurt, turp, fasulye grubu). Daha az antibiyotik yutarak. Daha dengeli, çeşitli, yeterli ve doğal beslenerek. Ve gerektiğinde “probiyotik” ve/veya “prebiyotik” takviyelerden istifade ederek.
SORU ŞU
ASİDOZ İNSÜLİN DİRENCİNİ TETİKLER Mİ?
Özeti şudur: Asidik gıdalardan uzak kalmamız genel sağlığımız açısından da kilo dengemizi koruma bakımından da daha akılcı bir yaklaşımdır. Asit yükü dokularımızı asit çöplüğüne çevirmekte, bedenlerimizi toksin deposu haline getirmektedir. Asit yükün artması osteoporoza, kansere ve daha pek çok probleme zemin hazırlayabilmekte, ek olarak da metabolik süreçlerin işlemelerini etkileyerek METABOLİK SENDROM gibi son derece önemli bir kilo tehdidini tetikleyebilmektedir ve metabolik sendromlularda (yani insülin direnci yaşayanlarda) metabolik asidoz eğilimi olduğunu gösteren ciddi kanıtlar vardır. Kısacası yeni sorunlardan biri şudur: Toksik kilo kavramının bir ayağında gözden kaçmış gizli bir “asidoz” durumu da olabilir mi? Dokusal “asidoz” da bir çeşit dokusal “toksikoz” gibi anlaşılmalı, beslenme planları yapılırken bu faktör de göz önünde tutup beslenmemiz asidik yükten kurtarılıp alkali ağırlıklı yapılmalı mıdır? Yanıt bize göre “Evet” olmalıdır.
UNUTMAYIN
PROBİYOTİK FUKARASI OLDUK
Daha önce de yazdık. Bağırsaklarımızda sayıları 100 trilyonu geçen “dost bakteri” var. Bunlar “zararlı bakterileri” kontrol altında tutan, “toksinleri” bedenimize girmeden yakalayan, bağışıklığımıza güç katan ortak bir biyolojik yaşamı, ortak bir ekosistemi paylaştığımız “dost” canlılar. “Yeni hayat” yeni beslenme kültürü ile besinlerimizdeki probiyotik bakteri ve prebiyotik besinleri minimuma indirip bizi PROBİYOTİK FUKARASI yaptı. Neticede “İÇ DENGE”miz yani “BİYOLOJİ”miz bozuldu, disbiyozis gelişti ve TOKSİN ÜRETEN (endotoksin) kötü bakteriler duruma hâkim oldu. Hem PROBİYOTİK GÜÇ azalmasının, hem de KÖTÜ BAKTERİ hâkimiyeti ve bunların ürettiği endotoksinlerin de kilo salgınında payı olduğunu gösteren yüzlerce kanıt var elimizde. Bu nedenle “BAHAR DİYETİ”nizin ilk haftasını PROBİYOTİK DİYETİ olarak planladık. KELEBEK’te bugün bulabilirsiniz. Beslenme uzmanı Nilüfer Bayram hazırladı.
YARIN HÜRRRİYET'TE
YENİ TEHDİTLER FRÜKTOZ VE GLUTEN Mİ?
SUÇLU OLAN HANGİ FRÜKTOZ?
GLUTEN BOMBASI BESİNLER NELER?
ALKOL ŞİŞMANLIĞI NEDEN ÇOK YAYGINLAŞTI?
STRES NİÇİN MÜHİM BİR KİLO TOKSİNİ?
Haber Yorumlarını Göster
Haber Yorumlarını Gizle