Op. Dr. Hüseyin Ceyberi

Gebelik ve covid-19 hakkında merak edilenler

4 Ocak 2022
Gebelik döneminin covid-19 açısından daha riskli bir dönem olup olmadığı toplum tarafından merak edilen konulardan biridir. Gebelik dönemi hastalıklara açık bir dönem olarak değerlendirilebilir keza vücut savunma sisteminin zayıfladığı bir dönemdir. Bilhassa gebeliğin başlangıç dönemlerinde enfeksiyonlar açısından bir yatkınlık oluşur. Bu nedenle gebelerin covid-19’a yakalanma olasılığı yüksek gözükmektedir. Fakat iyi haber şudur ki; yapılan tüm güncel bilimsel araştırmalar ve elde edilen veriler gebelikte bu hastalığın daha hafif atlatıldığını, yoğun bakıma girme riskinin düşük olduğunu göstermektedir.

Bu hususta merak edilen bir diğer konu gebeliğin ilk üç ayı içerisinde yaşanan covid enfeksiyonlarının düşük riski ya da bebekte bir anomaliye neden olup olmadığıdır. Yapılan araştırmalarda elde edilen bulgular göstermektedir ki ilk üç ayda geçirilen covid enfeksiyonlarının düşük ya da anomalilerde bir artışa sebep olmamaktadır. Bu bilgiler ışığında ilk üç aylık süreçte gebeliğin sonlandırılması gibi uygulamalara gerek yoktur. Anca gebeliğin son üç ayı içerisinde covid enfeksiyonu geçirenlerin %30’unun erken doğum yaptığı; %10’nun ise sularının erken geldiği gözlemlenmiştir. Ayrıca preekamsı denilen gebelik zehirlenmesinde %6 gibi bir artış söz konusu olmaktadır.

Bu dönemlerde gelişen hastalıklara bağlı olarak bebelerde gelişme geriliği gözlemlenmiştir. Anne ölümlerine bakıldığında ise artış oranı %0.04 civarında gözlemlenmiştir. Peki bu ne anlama geliyor ? Ülkemizde anne ölümlerinin normal oranı ortalama yüz binde 40 civarında gözlemlenirken covid-19’un etkilediği anne ölümlerinde oran yüz binde 400’tür; yani anne ölümlerinde on katlık bir artış söz konusudur.

Bir diğer en çok sorulan soru ise doğuma yakın covid-19 enfeksiyonu geçirenlerde doğum şekli değişir mi, sorusudur. Kişinin eğer buna engel bir sağlık sorunu söz konusu değilse gerekli tedbirler alındıktan sonra rahatlıkla doğal doğum yapılabilir. Doğumu takiben bebek ile anne ten tene temasta olabilir ve emzirmede bir sakınca yoktur.

Peki, gebeler aşı olmalı mı ?

Dünya Sağlık Örgütü, Fetal Maternal Derneği, Avrupa ve Amerika Obstetri ve Jinekoloji dernekleri özellikle insanlarda yakın temasta bulunan meslek grupları için (sağlık çalışanları, öğretmenler, AVM çalışanlar vb.) ek olarak sağlık sorunlarına sahip olanlar (şeker, tansiyon, obezite vb.) için aşının oldukça faydalı olabileceğini ifade etmektedirler.

Son araştırmalar göstermektedir ki gebelikte aşı olan anne adaylarının göbek kordonlarında covid antikorları bulunmaktadır. Bu sayede yeni doğan bebek de virüse karşı koruma altında olarak dünyaya gelmektedir.

Mutlu, huzurlu, sağlıklı bir gebelik ve doğum geçirmeniz dileğiyle.

 

Yazının Devamını Oku

Gebelik ve beslenme

26 Mayıs 2021
Gebelik bir kadına verilen en güzel armağanlardan biridir. Bu dönem başlı başına kendine özgü bir süreçtir. Bir yanda büyümekte olan bir bebek diğer yanda ise bir kadının anne olma süreci gelişmektedir. Böyle bir dönemde hem zihinsel, ruhsal ve sağlık hem de fizyolojik sağlık ayrı bir önem kazanmaktadır. Bu yazıda vücut sağlığı ve beslenme ilişkisini birlikte inceleyelim.

Sağlık ve dengeli beslenmenin gerçekleştiği bir gebelik sürecinde 7-14 kilo almak gerekir. Hiç kilo almamak veya aşırı kilo almak gebeliğin seyrini olumsuz etkiler. Örneğin gebelik şekeri, yüksek tansiyon ve buna bağlı gebelik zehirlenmesi, erken doğum, düşük, kilolu bebek doğumu gibi birçok istenmeyen sorunlarla karşılaşmak olasıdır.

Peki gebeler nelere dikkat etmelidir?

Aslında bu soruya verilecek yanıt oldukça basittir. Üç beyazdan uzak durmak en temel konudur. Beyaz unun girdiği her türlü gıdadan uzak durulmalıdır. Beyaz ekmek, simit gibi fırın ürünleri, bisküvi kek gibi ambalajlı gıdalardan uzak durulmalıdır. İkinci beyaz işlenmiş şekerdir. İşlenmiş şeker neredeyse tüm tatlıları kapsamaktadır. Peki gebeler hiç mi tatlı yememelidir? Hayır elbette tatlı tüketilebilir ama mümkün olduğunca az tüketilmeli ve doğru tercihler yapılmalıdır. Nişasta şurubunun kullanıldığı tatlılar kesinlikle yasaktır. Hazır satın alınan; bisküvi, gazlı içecekler, şekerlemeler, çikolata, gofret, hamur işi tatlılar, hazır pasta ve keklerde çoğu zaman mısır şurubu şerbeti kullanılır. Bu ürünlerde bilgi olarak sadece ‘Nişasta Bazlı Sıvı Şeker’ ifadesinin baş harfleri, ‘NBSŞ’ veya ‘NBŞ’ ibaresi bulunur. 

Kaçınılması gereken bir diğer beyaz ise tuzdur. Tuzdan elbette %100 bir kaçınma söz konusu olamaz ancak mümkün mertebe az tüketilmeli ve iyotlu tuz kullanılmalıdır. Bir diğer sakıncalı gıda az pişmiş veya çiğ etlerin tüketimidir. Toksoplaşma ismi verilen parazit hastalığı bebeklerin beyin dokusuna ciddi zararlar verir. Bu nedenle; çiğ süt, az pişmiş yumurta, gazlı içeceklerin tamamı, salam-sosis gibi işlenmiş et ürünleri, fast food yiyecekler ve yazın gelmesiyle popülerleşen buzlu içeceklerden uzak durulmalıdır. Maalesef buz yapımında zaman zaman güvenli olmayan sular kullanılmakta ve buna bağlı çeşitli hastalıklar gelişebilmektedir. Bu husus dışında, terli olunmadığı sürece soğuk içecekler içmekte bir sakınca yoktur. Alkollü içecekler de gebelere uygun olmayan bir diğer gıda sınıfıdır. Çay ve kahve de mümkün olduğunca bu süreçte az tüketilmelidir. Bu durum başta ada çayı olmak üzere tüm bitki çayları için de geçerlidir. Sakatat, midye, kokoreç, dip balıklar, kültür balıklar, yaşlı ve iri balıklar da sakıncalıdır. Bu tür deniz ürünleri ağır metaller içerebilmektedir.

Gebeliğin ilk haftalarında; özellikle de 7-11. haftalarda bulantı ve kusmalar görülebilir. Aşerme dönemi olarak da anılan bu dönemi rahat geçirebilmek için bulantı hissini uyandıran yiyecek, içecek ve kokulardan uzak durulmalıdır. Gebe adayları bu sürecin geçici olduğunu unutmamalıdır. 12. hafta itibariyle bulantı gibi durumlar dramatik ölçüde azalarak bitecektir. Anne adayları 12. hafta sonrasında da yiyecek ve içecekleri tüketme noktasında zorlanmamalıdır. Bu gibi zorlamalar bulantı ve kusmaları yeniden başlatabilir. Bazı durumlarda bu rahatsızlık o kadar ilerler ki gebeler içtikleri suyu bile çıkarma noktasına gelirler. Bulantılarla başa çıkabilmek için ilk kural gebenin canı istediği yemekleri yemesidir. Bebek anne aracılığıyla beslendiği için bu dönemde az da olsa mutlaka beslenme gerçekleştirilmelidir. Kuru gıdalar, az ama sık yeme düzeni gebeyi rahat ettirecektir. İçecekler ise ya sıcak ya soğuk olmalıdır keza ılık içecekler bulantıyı arttırır. Zencefil ve destekleyici vitaminler bu sürece katkı sağlayabilir. Ancak devam eden kusmalarda hekim gözetiminde ilaç alınabilir. Tüm bunlara ek olarak eczanelerde yaygın olarak satılan bulantı bileklikleri de gebelere yardımcı olabilmektedir.

Yazının Devamını Oku

Vajinismus kader mi?

24 Mayıs 2021
Vajinusmus rahatsızlığı, kadının istemesine rağmen kasılmalar nedeniyle sağlıklı bir cinsel ilişkiyi yaşayamamasıdır. Kasılmalar vajinal olabileceği gibi tüm vücutta da olabilir. Bu durum aslında düşüncede başlar, vajen de devam eder. Başka bir deyişle vajen beynin kontrolü ve emri altındadır.

Aslında vajen dokusu bir bebeğin başının çıkabileceği kadar genişleme kapasitesine sahip esnek bir dokudur dolayısıyla bir penisi de rahatlıkla içine alabilir. Ancak korku ve kaygılar beyinde sürdüğü sürece vajen penisi kabul etmeyecektir. Dolayısıyla bu tür hastalarda sorunun temeli psikolojik nedenlerde yatmaktadır. Yıllarca vajinusmuslu vakalarda sorunun organda olduğu sanılıyordu. Halen bu düşünceye sahip kişiler olsa da yaygın gözlem ve araştırmalar sorunun psikolojik yönünü ortaya koymaktadır.

Vajinusmus rahatsızlığına sahip kadınlar; genellikle sorunlarıyla ilgili yanılgılara sahiptir. Bu kişiler; vajenlerinin sımsıkı kapalı olacağını, bu fiziksel durumdan dolayı birleşmenin gerçekleşemeyeceğini, diğer kadınlardan farklı bir durumda olduklarını, olası bir cinsel birleşimde kızlık zarı adı verilen dokunun şiddetle hasar göreceğini, aşırı bir kanama olacağını ve tüm bunların neticesinde acı çekeceğini düşünebilirler. Oysa tüm bunlar gerçeği yansıtmamaktadır. Yanılgıdan doğan kaygılar kadın psikolojisi ve duygu durumunu esir alır ve bu korku fizyolojik etkilere sebep olur. Panik atak benzeri bulgular ortaya çıkar. Bazı vakalarda kadın kasılır, donup kalır, bacaklarını kapatır, eşini itebilir, ağlama hatta kaçma gibi eylemler ortaya çıkar. Tüm bu olaylar neredeyse her cinsel ilişki denemesinde tekrarlanır ve çiftlerin hayatında büyük bir mutsuzluk kaynağı olur. Bu tür davranışlar eşler arasındaki uyum, mutluluk ve birlikteliğe zarar verebileceği için bu rahatsızlığın mutlaka tedavisi edilmesi gerekir. İyi haber şudur ki; bu hastalık %100 tedavi edilebilir, çözümü olan bir hastalıktır.

Vajinusmus tedavisini vajende yapmaya çalışmak yanlış bir yoldur. İyileşme psikolojik olarak gerçekleşmelidir. Bazı hastalar sorunun nedeninin kızlık zarından kaynaklandığını ve bu yapının cerrahi olarak alınmasıyla kanamadan kurtulacaklarını düşünürler. Halbuki kızlık zarı embriyojenik bir kalıntı olup ortası delik ve esnek bir dokudur. Böyle bir operasyonun yapılması hastalığa olumlu etki etmeyecek, sorunu çözemeyen bireyde umutsuzluk artacaktır.

Bir diğer yanlış uygulama anestezi altında cinsel birleşme sağlamaktır. Böyle bir durumda cinsel birleşme olsa da akabinde sorun yine devam edecektir. Üstelik böyle bir ilişki sağlıklı bir cinsel ilişki olarak nitelenemez. Bireyde olumsuz bir duygu uyandırır ve çift arasındaki sorun birken iki olur.

Bir diğer uygulama vajinaya botoks uygulanmasıdır. Bu uygulamada problem vajinal kasların kasılmasıyla ilgili düşünülür ve vajina girişindeki birkaç güçsüz kasa 4-6 ayda bir botoks uygulanır. Bu uygulama kasılmanın önüne geçerek birleşmeyi sağlasa da gözden kaçırılan en önemli şey kadının psikolojik olarak vajinusmus sorununu aslında yaşamaya devam ediyor olacağıdır. Sorun yalnızca teknik olarak çözülmüş olur bu da tedavi değildir. Buna bağlı olarak cinsel isteksizlik, orgazm sorunları, çeşitli cinsel işlev bozukluğu sorunları ortaya çıkar.

Bir diğer uygulama doktor gözetiminde sakinleştiriciler ve kayganlaştırıcılar kullanarak, hekim yardımıyla birleşmenin gerçekleşmesidir. Böyle bir durumda birleşme gerçekleşse de çiftlerin mahremiyeti zarar göreceğinden psikolojik sorun şekil değiştirerek devam edecektir.

Unutulmaması gerekir ki cinsel birleşmede asıl olan çiftin birbirlerine ruh ve bedenen aşk ve sevgi armağan etmesi, birlikte haz alınmasıdır. Kaygı ve korkular çözümlenmeden sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşam oluşmaz.

Vajinusmuslu vakalarda öncelik jinekolojik muayenedir. Hastaların %99’nda fiziksel bir probleme rastlanmaz. Tedavi cinsel terapi uzmanı tarafından gerçekleştirilmeli, kaygı ve korkular, geçmişten gelen bilişsel sorunlar çözümlenmelidir. Düşünce değişimini duygular takip edecek, fiziksel değişim de neticeyle gerçekleşecektir.

Yazının Devamını Oku

HPV virüsü ve rahim ağzı kanseri ilişkisi

26 Mart 2021
Rahim ağzı kanseri ülkemizde ne yazık ki kadın kanserlerinde 4. Sırada yer almaktadır. Rahim ağzı kanserinin dünyadaki görülme sıklığına baktığımızda ise 100.000’de 14 kişide rastlanmaktadır. Başka bir deyişle dünyamızda ortalama 500.000 rahim ağzı kanseri hastası vardır ve maalesef bu vakaların yarısı ölümle sonuçlanmaktadır.

Rahim ağzı kanserinden ortalama %90 gibi yüksek bir oranla HPV(insanda siğil yapan virüs) sorumludur. Ülkemizde HPV pozitifliği %4.39’dur. HPV virüsünün 200’ün üzerinde tipi mevcut olsa da ancak bunların içinde 15 tanesi rahim ağzı kanserinden sorumludur. Özellikle 16 ve 18 numaralı virüsler bu kanserin başlıca (%70) sebepleri arasındadır.

Peki HPV neden ve nasıl bulaşır ? Ondan nasıl korunacağız ? HPV bulaşması en çok cinsel yolla; daha doğru bir ifadeyle deri teması ile olmaktadır. Cinsel hayatı aktif olan bireylerin %80-90’na hayatlarının bir döneminde bu virüs bulaşacaktır, Ancak bu virüs %90’a yaklaşan oranlarda insan vücudu tarafından yok edilir. Ancak %10 civarında direnç gösteren grup kanser öncesi lezyonların oluşmasına sebep olur. Böyle bir durumda mutlaka zamanında tedavi olunması gerekir. Sigara kullanımı da bu virüsün rahim ağzındaki etkinliği 8-10 kat arttırmaktadır. Ayrıca doğum kontrol hapları da bu virüsün rahim ağzındaki etkinliğini artırmaktadır.

HPV enfeksiyonunda tip 6 ve tip 11 genital siğillerden sorumludur. Böyle bir oluşum genital bölgede veya penis çevresinde görüldüğünde hiç zaman kaybetmeden doktora başvurulmalıdır. Çünkü bu siğiller çok hızlı bir şekilde yayılır ve yayıldıkça tedavi sonrası tekrarlama şansı çok yüksektir. Tekrarlayan siğiller bireyleri psikolojik olarak da olumsuz etkilemektedir. Tüm bu sebeplerden dolayı siğil varlığında partner tedavisi önemsenmelidir. Bununla birlikte aynı evi paylaşan insanlar için çamaşırların ayrı yıkanması, tuvalet sonrası oturma alanının çamaşır suyu gibi temizleyicilerle temizlenmesi gerekir. Diğer bir önemli önlem el hijyeninin sağlanmasıdır. Siğil görülen kişilerde kaşınma gibi davranışlar olabilir, bu sebeple virüsler tırnak altına tutunarak el temasıyla başka kişilere bulaşma fırsatı elde ederler. Siğil tedavisi sona erene dek cinsel temastan uzak durmakta yarar vardır.

Siğil varlığında yapılması gerekenlerin neler olduğunu şöyle sıralayabiliriz :

Siğiller bazen sifilis enfeksiyonları ile karışabilmektedir bu nedenle TPHA testine müteakiben siğillerden birinin patolojik incelemeye gönderilmesi gerekir. Geri kalan siğillerin ise yakılması tercih edilir. Lezyonların kökü yakılmadığı zaman tekrarlama olasılığı yükselecektir. Yakma işlemini takiben kişi kendisini iyi takip etmeli kuşkulandığı en ufak bir oluşum olursa hiç vakit kayıp etmeden doktoruna başvurmalıdır.

Bu virüsten korunmanın en etkin yolu özellikle 9-13 yaş arası hem kız hem erkek çocuklarının aşılanmasıdır. HPV aşısının 15 yaş altında iki doz 6 ay ara ile yapılması yeterlidir ancak 15 yaştan sonra sonra yapılan aşılar 3 doz şeklinde olmaktadır.

Peki yaşımız ilerlediyse aşı olabilir miyiz ?

Bu aşı 45 yaşa kadar yapılabilir, ancak tercihen kişinin cinsel hayatı başlamadan bu aşıyı olması etkinliğini artırmaktadır. Bir diğer akla gelen soru ise; HPV enfeksiyonu geçirenlerin bu aşıyı olup olamayacağıdır. Cevap, evettir. Ancak aşının tedavi ediciği bir özelliği yoktur. Ancak yapıldığında kişiye olası yeni bir virüs bulaşmasını önler.

Yazının Devamını Oku

Gebelikte gizli tehlike: Mikroplastikler

31 Aralık 2020
Plastik ürünlerin ucuz, hafif, esnek, dayanıklı, pratik ve kullanışlı olması endüstriyel alanda kullanımının oldukça popüler olmasını sağlamıştır. Plastik materyalli ürünler hayatımızın her alanını çevrelerken özellikle son 60-70 yıl içerisinde üretimleri katlanarak artmaktadır. Öyle ki bazı bilim insanları yaşadığımız dönemi “plastik çağ” olarak dahi isimlendirmektedirler. Plastik ürünlerde gerek malzemenin direncini artırmak gerekse farklı ve istenilen özellikte ürün üretmek amacıyla birçok değişik kimyevi madde ve ağır metaller (bisfeno A, kurşun, bakır, kadimiyum vb.) gibi katkı maddelerinin kullanıldığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra belki daha önemli olan mikroplastiklerin yapılarından dolayı yüzeylerinde çok değişik kalıcı organik kirleticileri emerek taşıyabilmeleridir.

Mikroplastilkeri birincil ve ikincil mikroplastikler olarak iki gruba ayırabiliriz. Birincil gruba örnek şampuanlar, deterjanlar, yüz temizleme ürünleri, diş macunları gibi değişik kozmetik ürünlerde kullanılan mikroboncuklardan oluşmaktadır. İkincil mikroplastiklere ise; kıyafetler, çantalar, ayakkabılar, araba lastiği döküntüleri ve çevredeki her türlü plastik materyalin döküntüleri örnek teşkil etmektedir. Bu malzemelerin kullanıma ya da rüzgâr, su etkisi gibi doğal sebeplere bağlı bağlı biyolojik parçalanması gerçekleşebilir. Rüzgâr, akarsular ve insan faktörü gibi etkilerle bu parçalar her yere taşınabilmektedir. Hatta son dönemlerde insan yaşamına çok uzak olan okyanus derinliklerinde bile şaşırtacak derecede mikroplastiklere rastlanmaktadır. Sentetik giysilerin yıkanmasında ve başta cilt temizleme (peeling) ürünleri olmak üzere çeşitli kozmetik ürünlerinin kullanımından sonra mikroplastikler su yoluyla kanalizasyona karışmaktadır. Atık su arıtma tesislerinde söz konusu bu mikroboncuklar ve mikrofiller tutunamayıp arıtılmış suların deşarj edildiği doğal su kaynaklarına karışmaktadır. Kişisel bakım ve kozmetik ürünlerinin ambalajlarının arka tarafında bulunan içerik kısmına bakıldığında çoğu ürünün polietilen (polyethylene)  içerdiğini görmek mümkündür.

Çevre ve insan sağlığı açısından tehlikeli

Mikroplastiklerin hem içerdikleri katkı maddeleri hem de organik toksik maddeleri emebilme özellikleri nedeniyle çevre ve insan sağlığı açısından tehlike arz ettiğini ifade etmek gerekir. Kirleticiler besin zinciri sistemi içerisinde her canlı tarafından zincirin bir üst halkısındaki canlı grubuna aktarılır. Bu maddelerin birikimine maruz kalan canlılar sindirim, üreme ve büyüme sistemlerinde ciddi sorunlar yaşamaktadır. Midye ve denizanası gibi bazı deniz canlıları deniz suyunu süzerek beslendiklerinden aşırı miktarda mikro çöpe maruz kalmaktadırlar. Bilim insanları bu kirliliğe plastik ayak izi adını vermektedirler. Doğaya bırakılan tek bir plastik atığın bile parçalanıp çözünmesi uzun yıllar sürmekte ve bu materyaller tipik polimer özelliklerini kaybetmeden mikroplastiğe dönüşmektedir.

Fetüs gelişimini engelleyebilir

Çevremizi saran bu görünmez kirlilik solunum yoluyla ve yutulmayla vücutta birikebilir ve özellikle bağışıklık sistemini etkileyerek; parçacık toksitlenmesi yüzeylerindeki organik kirleticilere bağlı lokalize kirlenmeye neden olmaktadır. İtalya’da gebeler üzerinde yapılan son araştırmalarda plasenta’da mikroplastiklere rastlanmıştır. Bu birikmiş mikroplastiklerin anne ve bebek üzerindeki zararlarının hangi boyutlarda olabileceği henüz kesin olarak tespit altına alınamamıştır. Bilim insanları mikroplastiklerin fetüs gelişimini engelleyebileceğini düşünüyor. Ancak fizyolojik yapı, diyet veya yaşam tarzı farklılıklarının kaçınmayı sağlayabileceği düşünülüyor. Bulunan parçacıkların renkli olması, bunların ambalajlardan, boya, kozmetik veya kişisel bakım ürünlerinden gelmiş olabileceğini gösteriyor.

Bunlardan uzak durun!

-Değerli anne adaylarına önerim mümkün olduğu kadar plastik içeren ambalaj, bardak, tabak gibi malzemelerden uzak durmalarıdır.

-Bunlara ek olarak; tuz, midye, şeker, soda, bira, bazı balık türleri, deodorant, göz kalemi, bazı diş macunları, polietilen içeren tüm kişisel bakım ve kozmetik ürünlerinden kaçınılmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Suda doğumla ilgili merak edilenler

14 Aralık 2020
Suda doğum her geçen gün popülerliğini arttırıyor. Siz de pek çok insan gibi bu kavramı daha çok işitmeye başlamış olabilirsiniz. Peki suda doğum nedir? Faydalı mı, zararlı mı? Hemen söyleyelim. Suyun doğumun rahatlatıcı etkisi yapılan bütün araştırmalarda ortaya çıkmıştır. İngiltere başta olmak üzere İskandinav ülkelerinde de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.

Suda doğum denilince iki usul söz konusu olur. Bunlardan ilki; suyun sadece rahatlatıcı etkisinden yararlanıp ancak doğumu suyun dışında yapmaktır. Bu yöntemde anne adayı istediği zaman suya girebilir ve arzu ettiği zaman sudan çıkabilir. Bu seçenek hemen hemen bütün dünyada kabul görüp uygulanmaktadır. İkinci seçenek ise doğumu su içinde gerçekleştirmektir. Bu seçenek de başta ABD olmak üzere pek çok ülkede uygulansa da çeşitli tartışmalara neden olmaktadır. Burada şişirme portatif havuzlar kullanılır. Tek kullanımlık kılıflar her doğumdan sonra değiştirilir ve böylece hijyen koşulları sağlanmış olur. Bu uygulamada doğumun ilk safhası olan açılma dönemi havuz dışında gerçekleştirilir. Doğum yaklaştığında anne havuza girer. Genellikle suya girildiğinde suyun kaldırma kuvveti ve salgılanan endorfin nedeniyle kasılmaların oldukça azaldığı belirtilir. İşin aslında kasılmalar güçlü bir şekilde devam etmektedir, yalnızca kişi kasılmaları daha az hisseder.

Doğum sürecinde anne adayının şüphesiz iyi bir rehberliğe ihtiyacı vardır. Yetkili bir merkezden doğal doğum eğitimi alan çiftler tıpkı kara doğumunda olduğu gibi suda doğumda da nelerle karşılaşacaklarını bilir ve hazırlıklı olurlar. Bu sebeple doğal doğum eğitimi çiftler için önemlidir. Hazırlıklı ve bilgilenmiş çiftler daha kolay sorumluluk alır ve daha rahat bir doğum süreci onları bekliyor olur. Suda doğumda da tüm doğal doğumlarda olduğu gibi mahremiyet, loş ışık, zamana saygı ve kesintisiz fiziksel ve ruhsal destek ihmal edilmemelidir. Suda doğumun olmazsa olmazı ebe desteği, eğer mümkünse 'doula' ve doğum psikoloğunun varlığıdır. Bu destekler anne adayının zihinsel ve fiziksel rahatlamasına ve bu sayede kendini bırakmasına ve gevşemesine yardımcı olur. Suyun sıcaklık derecesi de önemlidir. Su, soğuk olup anne adayını üşütmemeli ya da sıcaklığa bağlı sıvı kaybına neden olmamalıdır.

Suda doğumlarda mümkün olan bir durum da anne adayının karar değişikliğidir. Anne adayı suda doğum planlamış olmasına rağmen süreç içerisinde bundan vazgeçebilir. Her duruma hazırlıklı olunmalıdır. Planlanan doğum farklı olabilir ama durumun değişmesi bir başarısızlık değildir.

Peki suda doğum sonrası nelere dikkat edilmesi gerekir?

Doğumu takiben plasenta ve eklerin ayrılması genellikle havuz dışında gerçekleştirilir ve doğum kanalı kontrolü yapılmalıdır. Bu yapılırken bebek ve anne ten tene temas içinde olmalıdır. Eğer tıbbi bir engel yoksa anne, baba ve bebeğin mümkün olan en fazla sürede bir arada olmalarına imkân tanımak gerekir. Böylece aile doğum mucizesini yoğun hislerle yaşamış ve içlerine sindirmiş olurlar. Bazı tıbbi durumlara karşı da dikkatli olmak elzemdir. Anne adayında gebeliğe bağlı yüksek tansiyon ya da şeker hastalığı varsa; bebek çok iriyse ya da bebekte gelişme geriliği varsa suda doğum iyi bir alternatif olmayabilir. Suda doğumlarda bebek soğuk havaya maruz kalmadığı için doğumu takiben nefes alması gecikebilir. Ancak kordon kesilmediği için bebek ihtiyacı olan oksijeni almaktadır. Bebeğin geç ağlaması durumunda hem aileye hem çocuk doktoruna bilgi verilmelidir.

Elbette ideal bir doğum için olmazsa olmaz olan; doğumun suda ya da karada gerçekleşmesi değildir. Gebenin arzusu ve doğumdan beklentisi önemlidir. Doğumda hedef sağlıklı anne ve sağlıklı bebektir. Unutulmamalı ki doğum anında anne, bebek ve babanın deneyimi bir ömür boyu aileyi derinden etkilemektedir. Suda doğum da güvenli bir doğum olarak tercihler arasında olabilir.

Yazının Devamını Oku

Sezaryen sonrası normal vajinal doğum (SSVD) mümkün mü?

7 Aralık 2020
Toplumumuzda yaygın ama bir o kadar yanlış yerleşmiş bilgilerden biri de sezeryan sonrası normal doğumun riskli olduğudur. Gelin bu konu hakkındaki bilgilerimizi tazeleyelim ve doğru bilinen yanlışları birlikte gözden geçirelim.

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre doğumların yaklaşık %85‘i normal yani vajinal doğum ve %15’i sezaryen ile gerçekleşmektedir. Peki, ülkemizdeki oranlar nasıl? Kamu hastaneleri, üniversite hastaneleri ve özel hastanelerde oranlar farklılık göstermekle birlikte ortalama %40 ile %80 arası değişen oranlar söz konusudur. Bu rakamlar Türkiye’deki durumun dünyadaki genel durumdan oldukça farklı olduğunu gösteriyor. Peki, neden bu kadar yüksek oranda sezaryen doğumlar gerçekleşmekte? Konunun temeli ne yazık ki psikolojiktir ve bu oranlar korkudan kaynaklanmaktadır.

Gerçeği yansıtmayan doğum hikâyeleri, reyting uğruna haberleştirilip abartılan travmatik doğumlar veya çok nadir görülen sorunlu doğumlar negatif bir toplumsal hipnoz yaratmakta. En önemlisi anne adaylarının geçmiş travmatik deneyimleri ve doğum hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması sorunların başında gelmektedir.

Gebelikle birlikte beslenme ve fiziksel sağlık ne kadar önemli ise de zihinsel sağlık da bir o kadar önemlidir. Kliniğimize gelen anne adaylarından ilk istediğimiz şeylerden biri kendi doğum hikayelerini öğrenmeleridir. Eğer bir travma yaşandıysa bunu telafi etmenin mümkün olduğu göz ardı edilmemelidir. Tabii ki bu süreçte biz hekimler kadar, doğum psikologları ve ebelerin de rolü çok önemlidir. Gebelik takibi ve doğum ekip işidir. Doğal doğum ekibi içinde; hekim, ebe, doğum psikoloğu (mümkünse) ve doğum destekleyicisi (doula) bulunmalıdır. Özellikle gebeliğin 20. haftasında gebelerin doğal doğum eğitimleri almaları önem taşımaktadır. Bu eğitimler sayesinde gebelik ve doğum hakkında hem anne hem baba adayları detaylı bilgi sahibi olurlar ve bilgilendikçe korkularından kurtulurlar. Bu eğitimler özellikle baba adayları için çok önemlidir. Keza erkekler eğitim gününe değin yaşamları boyunca neredeyse hiç karşılaşmadıkları bilgilerle karşılaşmaktadır. Bilgi ve deneyim kazanan baba adayları böylelikle aileleri ve yaşayacakları doğum süreci için daha fazla ve daha doğru sorumluluklar almaya hazır hale gelirler. Hangi durumda nasıl davranacaklarını bilen, neyle karşılaşacağına hazır baba adayları sorumluluk alarak doğum ekibinin doğal bir parçası haline geliyorlar.

Sezaryen oranlarının yüksek oluşunda korku faktörü ve bilgi eksiklerinin Türkiye’deki yaygınlığından söz ettik. Peki ya herhangi bir nedenle ilk sezaryenle doğumu gerçekleşen ailenin ikinci doğumu vajinal olabilir mi? Cevap, evettir ve bu oran ortalama %75 civarındadır. Sağlık Bakanlığı da yayınladığı kadın doğum ve perinatoloji derneklerinin iş birliği ile hazırladığı Doğum Eylemi Rehberi içinde SSVD’yi destekler.

Sezaryen sonrası vajinal doğumda (SSVD) doğal doğumda olması gerekenlerin hepsi yerine gelmektedir. Doğumun kendiliğinden başlaması, anneye fiziksel ve ruhsal manada tam destek verilmesi, loş ışık, güvenli ortam, gereksiz kalabalıklardan kaçınma, anneye hareket serbestliği tanımak, ilaç dışı rahatlatma doğal doğumun olmazsa olmazlarıdır. Doğumun gerçekleşmesine müteakiben bebek ve annenin ten tene kucaklaşmasına (burada bebek ve anne arasında bir havlu ve kıyafet olmamalıdır) ve birlikte yeteri kadar zaman geçirmelerine zaman tanımak da ihmal edilmemelidir.

Anne ve baba adaylarının riskleri merak ettiğini tahmin etmek güç değildir. Hemen her tıbbi süreçte olduğu gibi SSVD sürecinde de olası riskler söz konusudur. Doğum kasılmalarının başlamasını takiben rahim duvarında yırtılma olabilir. Dolayısıyla SSVD ile doğumun gerçekleşeceği durumlarda, acil durumlara da hazırlıklı olunmalıdır. Ameliyathane, cerrahi ekip ve en az iki ünite kan, yoğum bakım ünitesi ile birlikte her ihtimale karşı hazır olmalıdır. Fakat böyle bir durumun yaşanma ihtimali %1-3 arasındadır.

Unutulmamalıdır ki SSVD’ye bir alternatif daha var. Doğum kasılmaları beklenerek, doğum başladıktan sonra anne ve bebek dostu sezaryen ile doğumu gerçekleştirmek mümkündür. Ailenin bu isteği doğum doktoru ile paylaşarak gerekli tedbirler alınmalıdır. Şartlar ne olursa olsun, aile ve doğuma şahit olan herkesin doğumhaneden mutlu bir şekilde ayrılmaları önemlidir.

Yazının Devamını Oku

Doğum yolculuğu

30 Kasım 2020
Bir bebeğin varoluş yolculuğu; anne adayının yumurtası ve baba adayının spermi birleştiği anda başlar. Artık anne rahminde oluşmaya başlayan bebekler zamanla dış dünyanın farkına varmaya başlar ve pek çok şeyi hissederler.

Varoluş yolculuğu başlayan bebeğin yegâne ihtiyacı, anne babası tarafından istenildiğini ve sevildiği hissetmektir. 

Anne adaylarının özellikle geçmişte gebelik kayıpları varsa; bebeği kaybetme endişesiyle ya da doğum korkusuyla yüzleşmesi rastlanan bir olgudur. Fakat unutulmamalıdır ki bebeklerin temel manevi ihtiyaçları stresten uzak, sevgi ve huzur dolu bir annedir. Doğum travmalarına yönelik kaygı verici düşünceler temizlenmediğinde hem gebelik hem doğum sürecinde ciddi problemlere neden olabilirler. Bu yüzden gebelikte egzersiz ve beslenme konularında yapılan hazırlıklar kadar önemli bir parametre de zihinsel hazırlıktır.

Peki, zihinsel olarak nasıl hazırlanacağız ve korkularımızdan nasıl kurtulacağız?

Unutulmaması gereken yegâne şey korkunun panzehrinin bilgi olduğudur. Dolayısıyla sorumuzun cevabı “doğum eğitimi”dir. Bu eğitimler hemen hemen her şehirde verilmektedir.

Eğitim ve zihinsel hazırlık yalnızca anne adayları için değildir. Baba adaylarının da bu sürece dahil olması çok önemlidir. Keza erkekler doğum hakkında oldukça sınırlı bilgiye sahip olduklarından ne yapacaklarını çoğu zaman bilememekte ve eşlerine doğru desteği sağlayamayarak daha çok stres yaşanmasına sebep olmaktadırlar. Böyle durumlarda çok heyecanlanan bir baba adayı doğumdan uzak duracak ya da kurtarıcı rolüne bürünecektir. Hâlbuki doğum anı gibi özel ve değerli bir sürecin huzurlu yaşanması çok önemlidir. Böyle bir günde yaşanan travmalar anne baba ve bebeğin ömür boyu bilinç kayıtlarında yer edecektir.

Kadınlar karınlarında bebekleri taşıyarak, 9 ay boyunca hormonal değişimler yaşayarak ve bebeklerin hareketlerini yaşayarak anne olurlar. Fakat babalık öğrenilmesi gereken bir durumdur. Doğum ve gebelik konularında donanmış, eğitimli babalar bu süreçten bir kahraman gibi çıkarlar.

Doğuma ilişkin eğitimlerde ebeveynlere öğretilen temel konu doğumuna “sahip çıkmak”tır. Anne ve baba adaylarının bebekle nasıl bağ kuracağını, hangi egzersizleri yapacağını, ilaç dışı rahatlatıcı (masajlar, efloraj, kokular, tütsü müzik ve su vb.) neler yaparak rahatlayabileceğini öğretmektir.

Eğitimlerde anne ve baba adaylarının geçmişten gelen travmaları varsa mutlaka bir doğum psikoloğuna yönlendirilmeli ve psikolojik anlamda iyi olma hali sağlanmalıdır.  Gelgelelim bizim toplumumuzda psikoloğa gitmeye karşı ciddi bir ön yargı ve isteksizlik söz konusudur. Psikolog ve psikiyatristlere başvurmak pek çok insan tarafından akıl sağlığının yerinde olmayışına delalet gibi algılanmaktadır. Oysa bu düşünce yapısı bütünüyle yanlıştır. Psikolojik yardım zihni rahatlatır, vücut ise peşinden gelecektir. Unutulmamalıdır ki doğal doğumun merkezinde anne, baba ve bebeğin sağlığı vardır. Bu süreçte hem fiziksel hem psikolojik anlamda aileye tam destek verilmelidir.

Yazının Devamını Oku