Ama günlerdir bir kısım meteorolog çok iddialıydı:
“Dikkat 1987 kışındaki kar yağışı gibi olabilir.”
1987 kışı denilen, anlata anlata bitirilemeyen o meşhur kışta şunlar olmuş İstanbul’da:
◊ 10 gün boyunca kar fırtınası olmuş.
◊ Saatte 80 kilometreye çıkan rüzgâr varmış.
◊ Şehrin elektrik ve telefon şebekesi çökmüş.
◊ Ayrıca barajlardan biri arızalanınca şehir susuz kalmış.
Sevgililer Günü.
Sevgilisi olanın da olmayanın da bir şekilde etkilendiği o aşk bombardımanı günü.
Kaçış olmadığına göre zevk almaya çalışmak lazım.
Mesela...
SEVGİLİN VARSA
◊ Halihazırda sevgilin varsa, bugün onun için farklı bir şey yap.
Rutin dışına çık.
En çok rutin öldürür ya aşkın gidişatını...
Tamam dedim, Urla’daydım o sırada.
Can Ortabaş’ın yüzlerce palmiye çeşidi dahil nefis bitkiler barındıran botanik çiftliğinde, yani Uzbaş Arboretum’da...
Oradan yola çıkıp bir anda İzmir trafiğinin içine düştüm.
Navigasyon sonunda Bostanlı sahiline kadar getirdi beni.
Önce anlamadım, “Neden burada buluşalım dediler acaba?” diye.
Ahşap köprüyü görünce anladım.
Gün batımı ve denize karşı şahane bir sosyalleşme noktasıymış meğer burası.
Sırtımı köprüye dayayıp hem insanları hem denizi seyre daldım.
Sosyalleşmemek iyi gelmişti.
İlerleyen günlerde, nisan ortası filan, bu kez evle aşırı ilgilenmeye başlamıştım.
Her detay gözüme çarpmıştı.
Mesela haftada iki-üç kez evin şeklini değiştirmek sıradan bir hobim haline gelmişti.
Sonra yaz geldi, açıldık saçıldık.
Evle ilişkim az da olsa normale döndü.
Eskiden nasılsa öyle: Kafeye git, arkadaşlarınla buluş, spor yap ya da şehir dışına çık, gez toz. Eve arada bir uğramaca yani.
Ardından ikinci kapanma dönemi geldi ve
Üstelik şarkıların paketi, yani videoları da iyi.
Mesela Dolu Kadehi Ters Tut grubunun “Islansın” şarkısına çekilen video.
Kostümünden mekanına, anlattığı kısa hikâyeden çekimlerine kadar nefis bir iş.
Şarkının retro dans sound’una da değinmeden olmaz.
Dans etmeyi, olmadı şöyle bir kıpırdanıp kendine gelmeyi motive eden bir enerjisi var.
Ayrıca, sadece Türkçe pop söyleyen erkek şarkıcıların tekelindeymiş gibi görünen erotizm soslu sözleri söylemesi de iyi olmuş grubun...
O eski melankolik dalgalanmalarına mola vermesi de.
BEGE VE EMİR TAHA
Cardin’in ölümünden sonra bu satış haberi elbette sürpriz değil.
Ama Bubble
Palace’ın temsil
ettikleri açısından uzatmalı bir dönemin sonu bu galiba:
Hedonizmin!
Le Figaro’ya verdiği eski bir röportajda Cardin zaten bunu söylemişti:
“1666’daki Büyük Londra Yangını yanmaz tuğla yapısını yaratan bina kodlarıyla sonuçlandı. 19. yüzyıl ortalarındaki kolera salgını Thames Nehri’nin temizlenmesine ve modern bir kanalizasyon sisteminin oluşturulmasına yol açtı.
1918 ve 1920 sonundaki son büyük salgında karantinalarla tanıştık ama hemen ardından sosyal ve kültürel bir devrim başladı. Büyük mağazalar, sinemalar ve stadyumlar inşa edildi; yani insanların toplanacağı büyük alanlar yapıldı.
COVID-19 salgınında ise insanların, ürünlerin ve bilginin hareketliliğindeki çarpıcı artışa şahit olduk. Kısacası her kriz dönüşümü hızlandırdı”.
Foster’a göre bu salgın sonrasında da aynı şey olacak.
Hatta dönüşümün ilk habercilerinden biri olarak, kendi fikrini ve projesini açıklıyor ünlü mimar: Üçüncü bir yer fikri!
İnsanların işbirliği ve yaratıcılık için bir araya gelebileceği, evler ve ofislerden uzakta kurulacak “üçüncü alan”ın ana damarı şu: Herkese açık olması.
Foster ilk üçüncü alan projesini “InnHub La Punt” adıyla İsviçre’deki Engadin Vadisi’ne yapıyor.
Projenin yerel halka, turistlere, teknoloji şirketlerine, yeni kurulan şirketlere, üniversitelere açık olacağını, yaratıcılık ve tartışma için yepyeni bir alan sunacağını söylüyor.
Merkür geri gittiğinden filan değil, o Merkür yıllardır geri gidiyordu zaten.
Başka bir hadise bu.
O eski Nazan Öncel şarkısındaki gibi iç sızlatırsak:
“Bir hadise var, kimse bilmiyor.”
Önce Clubhouse’un keşfedilmesiyle kelimeler sel olup taştı, konuşmanın dibine vuruldu, geyik muhabbeti bile kendinden sıkıldı.
Sonra WhatsApp gruplarında dolaşan, herkesin birbirine dokunaklı bir ses tonuyla “Yaa izlemen lazım” diyerek önerdiği, bir içki markasının Almanya reklamı sayesinde bu kez de aşırı özlem duygusu sağanağına teslim olundu.
İncelikli ve zekice hazırlanmış o reklamın nişan aldığı İstanbullu duygular malum:
Gecenin bir yarısı Nevizade’de arkadaşlarınla buluştuğun, mekandaki herkese cömertçe midye dolması dağıttığın o süper eğlenceli masadan yeni kalkmış, İstiklal Caddesi’nde tek başına yürüyorsun.
Bu yeni sosyal ağ herkesin öyle bir kanına girdi ki, inanılmaz.
Cumartesi-pazar boyunca Clubhouse odalarında dolaşırken, “12 saattir aplikasyon içindeyim, bir türlü çıkamıyorum” diyen çılgını da duydum, hiç tanımadığım insanların “Arkadaşım Clubhouse’a girmeyi çok istiyor, ona davetiye yollar mısınız?” diye soranı da...
İyi de bu aşırı coşkunun sebebi neydi?
Gerçekten konuşmayı çok mu özlemiştik?
Yoksa durum tamamen yeni olan şeyi anında tüketme, “Ben de orada olmalıyım” hissiyatından mı ibaretti?
Doğruya doğru, ikinci seçenek ağır bastı.
Çünkü aplikasyon herkese açık değil. İçerdeki kullanıcının davetiyle girilebiliyor.
Eskiden “Karavanda yaşayacağım” diyene, her şeyi bırakıp dağda/köyde küçük bir kabin evde yaşamını sürdürmek isteyene en açık fikirlisi bile “Delirdi galiba” gözüyle bakardı.
Pandemiden sonra işler değişti.
Böyle planları olana, hatta planla kalmayıp hızla hayata geçirene “Ah ne güzel” diye iç geçiriyor, “Beni de al yanına!” diyoruz.
Eskinin alternatif yaşam biçimleri şimdinin ana akımı olmaya başladı.
Özellikle beyaz yakalılar için şehirde yaşamak tek seçenek olmaktan çıktı.
Ofislere uzun bir süre daha dönemeyecek olanlar ya da bundan sonra ofislerin hayatımızdan tamamen çıkacağını düşünenler, soluğu güneydeki herhangi bir beldede alıyor.
Yanlarına sadece bilgisayarlarını alarak...
Herkes Pamuk’un poz verdiği isimlere odaklandı.
Ben tam tersine, Pamuk’un cep telefonunu eline alıp bu kadar hevesli selfie çekmek istemesine...
Ünlü bir yazar normal insanlar gibi selfie çekemez mi?
Çeker çekmesine de; sanki çekmese, bu kadar heveslenmese, “Ne selfie’si, boş verin yemek sohbetimize odaklanalım” diye teklifi reddetse, daha karizmatik olurdu.
Gitti karizma yüzdesinden koca bir pay.
Yıldız Tilbe’den ‘kafana göre takıl’ mesajı
Yıldız Tilbe yeni şarkısı “Peşindeyim Koşa Koşa”nın videosunda “binbir peruk masalları” adlı bir müzikalde oynar gibi.
Kullanıcıları tarafından davet edilirsen girebildiğin yeni bir sosyal ağ.
Bana 3-4 gün önce davet geldi. Hemen girdim, bakındım ama şimdilik sadece uygulama içinde turistim.
Gözlemliyorum, pek aktif değilim. Çünkü Clubhouse ses temelli bir sosyal ağ.
İstersen oluşturulan konuşmalara dahil olup sadece dinleyebiliyorsun.
İstersen konuşabiliyorsun. Sana kalmış. Ortam demokratik. Ünlü bir oyuncu da olabiliyor konuşma grubunda, bir markanın CEO’su da, üniversite öğrencisi de...
Üstelik bazı konuşmalar gayet sıkı konular üzerinden yapılıyor. Panel gibi oluyor.
Aslında Clubhouse bir tür podcast. Ama konuşulanlar uçup gidiyor, yani sonradan tekrar dinleme şansın yok.
Keza açılmayı istesem de tüm sosyal hayat zaten kapalı.
Yani uzun süredir aşk yok, aşk için heveslenmek yok, çünkü yeni biriyle tanışmıyorum.”
Sadece bir değil, o kadar çok tanıdık-tanımadık insandan buna benzer cümleler duydum ki...
Herhalde bu dönemin izlerinden biri de bu olacak: Hissizlik, yani aşksızlık.
“Peki aplikasyon üzerinden tanışmalar? Onlardan umut yok mu” diyebilirsiniz...
O konuda ikiye ayrılıyor insanlar.
Bir grup, aplikasyonlarda peş peşe yeni insanlarla tanışıyor, evet.
Bu da doğal. Eleştirecek bir durum yok.
Dünyanın en uzun ve dik pistlerinden biri olarak anılan Palkandöken Kayak Merkezi’nde 8’i kolay, 9’u orta düzey, 3’ü ileri düzey, 4’ü de doğal olmak üzere 24 pist yer alıyormuş.
Üstelik Türkiye’nin en uzun dünyanın ise üçüncü uzunluktaki pistiyle 14 kilometre kesintisiz kayak yapma imkanı sunuyormuş Palandöken.
Daha önce bir kayak merkezine gelip de pistlerle ilgilendiğim pek görülmemiştir aslında.
Tek ilgilendiğim, “Burada güzel restoran var mı?” olmuştur.
Ama kaymayı öğrenmeye başlayınca pistlere alıcı gözle bakmaya başlıyormuşsun meğer.
Yasin Kıyıcı hocam sağ olsun, daha ikinci denemede “Sen kaptın bu işi” diyerek cesaretlendirdi ve tepeden aşağıya doğru süzüldüm.
Ya da ben süzüldüğümü sandım, o da ayrı mesele.
Geçen haftalarda ünlü dizinin Samantha’sız yeni bir sezonunun çekileceği duyuruldu.
Keşke tadında bırakılsaydı.
Geriye kalan üçlünün maceraları gerçekten meraktan ediliyor mu?
Samantha’sız o dizinin tadı çıkar mı?
Hiç sanmam. İmza: Samantha-Der.
◊ KOLEKSİYON TANITIMI DEĞİL, SANAT FİLMİ
Louis Vuitton erkek koleksiyonları kreatif direktörü Virgil Abloh hafta içi bir video yayınladı.
Aslında video
Kimisi şubat başı diyor.
Kimisi Şubat’ın 15’i.
Kimisi de “Yok yok, martta açılır ancak.”
Gördüğüm o ki...
◊ Bu konuları konuşmak herkesi yormuş durumda.
◊ Sadece maddi değil, psikolojik olarak da tükenmişlik söz konusu.
◊ “Açılsak da yemek fiyatlarına zam yapmak zorundayız, bu kez de müşteri isyan edecek” diyen de var.
Sosyal medya karşıtı, kruvasan felsefecisi Okan Bayülgen’le “Unutmayın ki...” diye başlayan vecizeyi güneş sistemine armağan etmiş popüler simagil Gülben Ergen’in atışmasından bahsediyorum.
Önce Bayülgen Türk sanat alemindeki kamplaşmadan bahsetti.
Özetle, herkes kendi dengi olduğuna inandıklarıyla görüşür dedi.
Sonra da, “Aslında sen de Zuhal Olcay gibi, Leman Sam gibi olmak istiyorsun” diyerek oyun oynayacağı mahallesini seçmesini söyledi Gülben Ergen’e.
O atışmadan Okan’ın “Senin gibi bir tipi aramıza almayız” lafı cımbızlandı ama sohbetin özü böyle değildi işte, başka bir şeydi.
Keza Gülben de o tatlı atışmada pası gole güzel çevirdi:
“Beni aranıza almak için ne taklalar atarsınız?”
Zirai tarım ilaçlarında kullanılan pestisit, zararlı organizmaları engellemek ve kontrol altına almak için kullanılan bir kimyasal madde.
İnsanlar için uzun vadede zararlı. Ayrıca biyolojik çeşitliliği de öldürüyor.
Şimdi Hollanda’ya uzanalım.
Studio Roosegaarde adlı tasarım stüdyosu, 20 bin metrekarelik bir tarım alanının farklı noktalarına yerleştirilmiş LED’lerle bir ışık enstalasyonu yarattı.
Bu enstalasyona da “Grow” (Büyüme) ismini verdiler.
İş bitince ortaya çıkan manzara şahaneydi.
Çünkü ışıklar tarlada eşit olarak dağılıyor ve yukarı-aşağı hareket ediyordu.
Haliyle görüntü
“Sıfır aşk, uzun süredir hayatımda kimse yok. İçimdeki ışığa odaklanmam gerekiyor ve onu söndürmemem gerekiyor. Çünkü sönerse onu yakması çok zor.
Geçenlerde Aleyna’yla (Tilki) da konuştuk. O benden daha tecrübeli çünkü bu hayata daha erken girdi. O da ‘Aşk kariyeri öldürür’ diyor. Ben de öyle düşünüyorum.”
Bu tarz cümleleri yıllar öncesinin pazar magazin dergilerine (Gala, Şamdan) erotik dozu yüksek pozlarıyla konuk olan ünlüler, ünlü adayları filan söylerdi:
“Aşka vaktim yok”
“Aşka kapılarım kapalı”
“Önce kariyer, aşkı unuttum”
“Aşk mı? Benden uzak dursun”
‘Son Umut’un galasında neler oldu
Havalı bir kırmızı halı töreni, isimlere ayrılmış koltuklar, şık elbiseli-smokinli insanlar arasında göze çarpan salaş giyimliler ve beklenen filmin başlamasıyla beraber sessizlik! İşte, gala ve filmin nasıl olduğuna dair ipuçları...
Cuma akşamı Zorlu Center’da şık elbiseli kadınlar ve smokinli beyefendilerin geçit töreni vardı.
Bir yanda Russell Crowe’un Son Umut filminin galası diğer yanda Raffles Otel’deki ELLE Stil Ödülleri gecesi...
İkisi de aynı saatlere denk geldiği için bir seçim yaptım ve çok merak ettiğim Son Umut’un galasında aldım soluğu.
Galanın kırmızı halı girişi muhteşemdi.
Medya fotoğraf makinesi ve kameralarıyla bir yanda ünlüleri görmek isteyenler diğer yanda ve ortada upuzun bir kırmızı halı...
Her şey Oscar ve benzeri törenlerdeki gibiydi.
Galaya katılanların salona yerleşmesi ise uzun sürdü.
Birçok koltuk isim isim ayrılmıştı. Ama bu kural bir süre sonra umursanmadı. Çünkü özellikle ön koltuklar boş kalmaya başlayınca isim yazan koltuklara da oturuldu haliyle.
Bu arada söylemeden olmaz: Onca şık giyinen arasında en salaş halleriyle galaya katılanlar da vardı elbette.
Güya sıkı bir denetim olacaktı kapıda. Kıyafeti uygun olmayan alınmayacaktı.
Anlaşılan o ki, yine eş-dost-akraba kontejanından içeriye bu şekilde girenler olmuş.
POZİTİF BİR TÜRKİYE TANITIMI
Peki film nasıldı derseniz... Öncelikle çok pozitif bir Türkiye tanıtımı derim.
Türk kahvesiyle, Atatürk’e kadeh kaldırılmasıyla, Mevlevisiyle, yardımsever ve iyi niyetli Türk karakterleriyle...
Hatta zaman zaman Türk filmi izliyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan. Bunda en büyük pay Cem Yılmaz’a ait.
Filmin birkaç yerinde yaptığı espriler o kadar iyi ki....
Ve sanki son anda Cem Yılmaz sayesinde filme eklenmiş gibi duruyor.
Keza Cem Yılmaz’ın Onbeşli türküsünü seslendirdiği sahne öyledir mesela.
Yılmaz Crowe’a söylüyor, o da fikri beğeniyor ve filme bu sahneyi koyuyor (Bununla ilgili ilk haberi de bu köşe topraklarında okumuştunuz. Bakınız 4 mart tarihli yazı).
Hey Onbeşli türküsünün seslendirildiği sahne elbette Av Mevsimi’ndeki Hayde’nin benzeri.
Ama olsun, yabancı bir filmde aynı sahnenin yinelenmiş olması hoş bir şey.
NE YAZIK Kİ...
Son Umut, Türkiye açısından pozitif ama film olarak bakıldığında ne yazık ki güçlü bir yapım değil.
Havada kalan noktası çok, duygusu eksik, Crowe’un oynadığı ana karakterin sezgisi kuvvetli haline dair bir açıklama yok ve bazen anlatımı ışık hızında ilerliyor.
Finali de öyle. Bir anda bitiveriyor. “Bitti mi şimdi?” oluyorsun.
BİZ TAKILIRIZ
Bir nokta daha: Olga Kurylenko’nun Türkçe konuştuğu sahnelere yapılan dublaj.
Filmi izleyen bir yabancı üzerinde durmaz ama biz takılırız işte.
Çünkü sırıtıyor ve yapay duruyor.
BENZERLİK
Son olarak, filmin ana damarının Fatih Akın’ın The Cut filmiyle benzer olduğunu da söylemek lazım.
Her ikisinde de evlatlarını aramak için yola düşen bir baba ve arayış var.
Neredeydiler
Son Umut filminin galasından çıkanlar Backyard’da verilen özel partideydi. Russell Crowe’un bir köşede sessizce demlendiği gözden kaçmadı.
Kıvanç Tatlıtuğ ve sevgilisi Başak Dizer cumartesi gecesi Ulus 29’daydı. Çift, bir süre barda Metin Fadıllıoğlu ile sohbet etti.
Sosyetik simalar ve ünlü işadamları ise cuma gece yarısından sonra Şamdan’daydı. Klasikleşmiş şarkılar eşliğinde dansedenleri görünce bir kez daha anladım: Bu Şamdan’ın modası geçmez...
Haber Yorumlarını Göster
Haber Yorumlarını Gizle