The New York Times teknoloji yazarı Kevin Roose işte bu fikirden yola çıktı ve yazısının bulunduğu sayfayı NFT pazarlarından Foundation’da satışa çıkardı.
Hem ne olacağını görmek hem de bizzat NFT’yi deneyimlemiş olmak için.
Sonuç?
Elbette milyon dolarlara satılan dijital eserlerin yanında tatlı bir hüsran.
Roose’un yazısı 24 saatlik açık artırma sonunda 350 Ethereum, yani yaklaşık 749 bin dolara satıldı.
Belki süreyi biraz daha uzun tutsa fiyat artabilirdi, kim bilir?
Birkaç gündür soruşturuyorum.
Mekanlarda bir ana yemeğin bu sezon Bodrum’da ortalama 250 lira olması bekleniyor.
Başlangıç ve salataların da 100 liranın üstünde olması öngörülüyor.
Bir kokteylin fiyatı ise 130 ila 150 lira arasında değişebilir.
Bu fiyatların birçok nedeni var. Tüm mekancılar öncelikle artan maliyetleri öne sürüyor.
Bir de yıllardır “Bodrum fiyatı” denilen bir şey var.
Bodrum’a gelince fiyatlar iki-üç katına çıkarılır.
“O kafelere gidip maskelerinizi çıkarıyorsunuz ya” diye ağzından tükürükler saçarak sinirlenmiş Bürsin.
Kahvemizi içerken ya da yemeğimizi yerken maske takmamızı beklemiyor herhalde.
Kaldı ki kendisi de setlerde maskesiz oyunculuk yapıyor.
İşin doğrusu, bana asıl ilginç gelen bunları tartışmak ve birbirimize bu yüzden hakaret etmek.
Şahane bir vakit kaybı!
Oysa bir yılı devirdik.
Herkes kendini korumayı öğrendi. Ne yapacağını, ne yapmayacağını biliyor.
Üçünün de ortak noktası yaptıkları satıştan elde edilen geliri sosyal sorumluluk kapsamında dernek ya da vakıflara bağışlaması.
NFT kısa sürede ‘Türkleşti’ diyebiliriz yani.
Yakında başka ünlü isimler de bu yola başvuracak ve NFT üzerinden bağış yarışı başlayacaktır kuşkusuz.
Bu NFT’nin popüler ve bir süre sonra yıldızı sönecek olan yüzü.
Madalyonun esas derya deniz kısmında ise dijital sanatçıların NFT pazarındaki şahane rekabetine tanık oluyoruz.
Daha önce bu köşe topraklarında NFT pazarlarının en ünlü Türk isimlerinden birini, yani Murat Pak’ı yazmıştım. Yakında Beeple’ı geçebilir kendisi.
Ama başka Türk sanatçılar da var NFT pazarında.
Ama sanatçı bu kez önünde uzun kuyruklar oluşan Pilevneli Galeri’deki “Makine Hatıraları: Uzay” sergisiyle değil, Instagram profilinin hikâye bölümünden paylaştığı, bol göndermeli bir yazıyla gündeme geldi.
Arkasında büyük bir uydu anteni fotoğrafının olduğu yazıda şöyle diyordu Anadol:
“Sevgili dostlar, yine aynı elitist sanat akademisyenleri maalesef sergimizin başarısını hazmedemiyorlarmış. Normaldir.
Yokluktan, hiçlikten ve negatiflikten beslenirler.
Yeni hiçbir şey söylemezler. Sanat halka inince hep böyle yaparlar. Onlara buradan 70 metrelik DNS anteni hediyem olsun”.
SANAT ELEŞTİRMENİ SÖNMEZ’DEN YANIT GELDİ
Ben de dahil herkes bu uydu antenli,
Bunu da hafta sonu o civarda gittiğim mekanlara dayanarak söylüyorum.
İlk durağım, Soho House’du.
Kulübün özellikle teras kısmı popülerdi.
Herkes orada toplanmıştı.
Bu arada Soho House altıncı yaşına girmiş geçtiğimiz günlerde.
Oysa daha dün gibi; Jamie Dornan’lı, Eddie Redmayne’lı açılış gününün tantanası, süksesi.
Soho House onca krize, bölgenin geçirdiği onca değişime rağmen ayakta ya, gerçekten bravo.
Evet, alışkanlık ürkütücü, çünkü bu kuvars tozu Sarı’nın yazısında belirttiği gibi hem denize hem de bize iyi gelmiyor.
İnşaat sektöründe kullanılan bu kuma maruz kalmak tüberküloz ve akciğer kanseri gibi hastalıklara davetiye çıkartıyor.
Sarı’nın haberinden öğrendiğime göre aslında bu kumu döken otellere para cezası da yazılıyormuş. Ama o para cezaları kuvars tozu dökülen plajlarda bir öğle yemeğine ödenen para zaten. Bu yüzden oteller cezayı umursamıyor.
Bir de sırf Maldivler havası veriyor diye kuvars tozu dökmek şu anlama da geliyor:
Doğal olandan utanmak, onu gizlemeye çalışmak.
Oysa Ege kıyılarının doğal hali en güzeli. Bu kuma ihtiyacı yok!
Emir Taha’nın İngilizce-Türkçe yükselişi
Bu ne zaman gerçekleşir bilmiyorum ama o sırada kaçırdıkları bir kitle var.
O da halihazırda evden çalışan beyaz yakalılar.
Evden çalışmak herkes için kolay bir durum değil.
Kendini eğitmek, disipline sokmak
ya da ev kalabalıksa önündeki işe odaklanmaya çalışmak.
Oysa gündüz çok da iş yapmayan, daha çok akşam müşterisi olan mekanlar bazı masalarını çalışma alanı gibi düzenleyebilir.
Hatta her gün aynı masada çalışmak isteyene, o masayı rezerve edip ona göre bir bedel alabilir.
“Yine” diyorum, çünkü akşamlar artık tek başınalığın sembolü.
Herkes kendi evinde (kendi izlediği diziyle) yalnız.
“Herkes” dediğim, biz, yani bekar ve çocuksuz arkadaş grubum.
Evet, mekanlar açılmadan önce birbirimizin evine gidip geliyorduk.
Ama mekanda buluşup laflamak gibi olmuyordu.
Mekanlar açılınca hızla alıştık öğleden sonra buluşmasına.
Ama öğleden sonra buluşmak da zor.
Herkesin işini bir şekilde ayarlaması gerekiyor.
Değilmiş, Gigi ve Bella Hadid’in babası Mohamed Hadid’miş.
Bir açılış için Türkiye’ye gelmiş.
Ama açılış bitti, o gün bugündür baba Hadid’in attığı her adım çılgınca takip ediliyor.
Baklava yiyor, flaş flaş. Sultanahmet’e gidiyor, flaş flaş. Sergi geziyor, flaş flaş.
Bir dahaki sefere Gaziantep ve Alaçatı’yı da gezecekmiş.
O zaman kendisini günlerce takipten çıkmayacağız demektir.
Hele bir de Gigi ve Bella’nın ön Arapça isimlerini söyledi ya, bahtiyarız.
Bir tepsi baklava daha yemeden bırakmayız.
Mekanın açık alanında kalabalık bir masaydık ve tam beş saat oturduk.
Uzun süredir bir mekanda o kadar saat oturmamıştım.
Kendime de şaşırdım.
İşin doğrusu, o kadar saatin nasıl geçtiğini de anlamadım.
Bakınız: Pandemiyle birlikte zaman algısının değişmesi hadisesi...
Eskiden olsa onca saat bir mekanda oturmaktan kesin sıkılır, “Buradan başka bir yere mi gitsek?” diye etrafımdakileri manipüle etmeye çalışırdım.
O gün ise hiç sıkılmadım, hatta yerimden kalkmak da istemedim.
Mekanın açık alanındakiler mutlu mesut otururken
Şimdi yeni Bodrum gelişmelerine buyurun:
◊ Nişantaşı’ndaki Must da Bodrum’a geliyor. Yalıkavak Tilkicik Koyu’nda, eskiden Root’un olduğu yere konuşlanacak olan Bodrum Must’ın açılış tarihi 7 Mayıs.
Akşam 18.00’den sonra açılacak ve fine-dining restoranı olarak hizmet verecek olan Must’ın Bodrum çıkarmasıyla ilgili mekanın ortağı ve işletmecisi Ercan Gümüşkaya iddialı ve heyecanlı.
Nişantaşı’ndaki Boel ise Bodrum Must’ın hemen üstündeki otelin işletmesini üstleniyor.
◊ Bomonti’deki restoran-bar Wu, Yalıkavak’a açılacak bir diğer İstanbul markası.
Edition Oteli’nin tam karşısına açılacak olan Wu, bu yaz yeni neslin favori noktalarından biri olmaya aday.
◊ Edition Otel’e de bir İstanbul markası geliyor: Kuruçeşme’deki Inari.
Sen kalk Warner Music’le anlaş, ilk İngilizce şarkını çıkar ve sonra da kendini şarkının YouTube videosunun altına “Şarkı ayransız döner gibi olmuş” diye “mizah kasıcı” yorum yazanların, yetmedi Demet Akalınlı polemiklerin ortasında bul.
Hadi diyelim ki buldun.
Ama bari yanıt verme. Hemen o topa girme.
Muhabirler Demet Akalın’ın dediklerini anımsatınca şöyle demiş Aleyna: “Beni eleştirenler, çalıştığım ekip Grammy aldı, onu konuşsun.”
Açıkçası bu yanıt da “Şarkı ayransız döner gibi olmuş” diye yazandan pek farklı değil.
“Çocuk dizisinde oynuyor” diyen senin ekibin nerede ne yapmış, ne almış ilgilenmez ki...
Önceki gün bir başka ünlü müzayede evi olan Sotheby’s devreye girdi ve “kripto art” üreticisi Pak ile işbirliği yapacağını duyurdu.
Sotheby’s açık artırmanın ne zaman yapılacağı konusunda henüz detay vermedi ama bu kadarı bile yeni bir heyecan dalgası yaratmaya yetti.
Bizim tarafımızda ise başka bir heyecan söz konusu. Çünkü Pak, Türk bir “kripto art” üreticisi.
NFT pazarlarından biri olan SuperRare’den uzun süredir takip ettiğim, Twitter’daki kullanıcı adı Murat Pak olan ama yaptığı çalışmalar için kendine kısaca “Pak” diyen dijital sanatçının ürettiklerinin değeri aralık ayında 1 milyon doları aşmıştı.
GİZEMLİ VARLIK
Pak, 1 hafta önce “Foundation.app”e bir röportaj vermişti. Orada “gizemli bir varlık” olarak tanımlanmıştı:
“Bir sanatçı, kolektif ya da bir yapay zeka olabilir. Bu belirsizlik, itirazın bir parçası da olabilir. Pak, 25 yıldır dijital sanat yaratıyor. NFT pazarındaki son patlamaya kadar Pak, Ethereum üzerinde en başarılı sanatçıydı.”
Özellikle de 2020’nin mart ve nisan aylarında.
Zaten bu hepimizin malumu, yeni bir şey değil.
Yeni olan bu düşüşün başka bir veriyle açıklanması ve bunun da bir işe yarıyor oluşu!
Günlük karbondioksit emisyonlarının tahmini üzerine kurulu uluslararası bir girişim var.
Adı, Carbon Monitor.
İşte orada uçakların dünya çapında yaydığı karbondioksitten yola çıkarak karşılaştırmalı bir istatistik hazırlamış.
Buna göre havacılıktan kaynaklanan karbondioksit emisyonu geçen yıl yüzde 50 düşmüş.
Daha da sayısal ifade edersek: 2019’da emisyon oranı yaklaşık 1 milyar metrik tonmuş. 2020’de ise 500 milyon metrik tona gerilemiş.
Hafta sonuma bu üçünün aynı anda çıkan yeni şarkıları ve o şarkıların videoları damga vurdu.
İrem Candar’ın Hatırla...
Mabel Matiz’in Kahrettim...
Ve Kalben’in Teoman’la beraber söylediği Robot Kozmonot.
Üçünün de şarkılarındaki sound arayışı yenilikçiydi.
Eski değildi.
Keza videoları da öyle.
Uzun uzun da Beeple’ın nereden nereye geldiğinden bahsetmiştim.
İşte Beeple’ın “İlk 5000 Gün” adlı kolaj dijital eseri, New York Times’ın manidar deyişiyle “JPG dosyası”, iki hafta süren açık artırmanın sonucunda perşembe günü 69 milyon dolara satıldı!
Üstelik 255 yıllık müzayede evi, tarihinde ilk kez bir satış için kripto para birimi olan Ethereum’u kabul etmiş oldu.
Her açıdan işin içinde bolca yenilik var yani.
KOONS VE HOCKNEY’DEN SONRA ÜÇÜNCÜ!
100 dolarla başlayan dijital eser için fiyat teklifleri aslında son gün 30 milyon dolarda kalmış.
Ancak son anda teklifler hızlanmış ve açık artırma 2 dakika daha uzatılmış.
Sonunda eserin fiyatı bir anda 60 milyon doların üzerine çıkmış.
iPhone’un fotoğraf arşivinden baktım, daha kapanmamıza 2 gün varmış. Hatta Time Out’un yeme-içme ödül törenini İdil Yazar’la beraber sunmuşuz.
2 gün sonrası ise çook eskiden saatler 24.00’ü gösterdiğinde TRT’nin yaptığı gibiydi işte: İstiklal Marşı ve kapanış! Ve bugün o kapanışın, yani salgının üzerinden tam 1 yıl geçmiş.
Şimdi herkes kendi içinde birinci salgın yılının muhasebesini yapıyor, “Nasıldı?” diye.
Ünlü mimarlık ve tasarım sitesi Dezeen da yapmış.
Tasarım ve mimarlık alanının parlak isimlerine salgının birinci yılında neler değiştiğini sormuş. Bu sorunun yanıtını az çok hepimiz biliyoruz.
O nedenle ikinci soruları daha çok ilgimi çekti:
“Bundan sonra ne olacak?”
ANAHTAR KELİME İŞBİRLİĞİ
90’lar gerçekten çılgınmış. Buyurunuz:
◊ Sibel Can’la Karahan Çantay’ın ilişkisine dair dedikoduların yayılması.
◊ Eski bir mankenin bu ilişkiye dair “Elimde kasetiniz var” diyerek Sibel Can’ı tehdit etmesi.
◊ Sibel Can’ın sonradan “uzaktan akraba” diyerek açıklayacağı bir çeteyi, şantajı sona erdirmek için devreye soktuğu iddiası.
Tüm bu olaylardan sonra Karahan Çantay unutulmuştu.
Meğer önce Amerika’ya gitmiş. Eldeki bilgilere göre taksicilik yapmış. Ama son yıllarda Tayland’da yaşıyormuş.
Matematik öğretmenliği yapıyormuş.
Zaten meşhur olduğu sırada ODTÜ Matematik’te okuyormuş.
Gri alandaki ilişkiler... Peki siz ne yapardınız?
İbrahim Kutluay ve Edvina Sponza basın mensuplarının karşısında ilk kez yan yana poz vermiş.
Demet Şener de henüz yeni çıkmaya başladığı sevgilisi Cenk Küpeli’yle yan yana pozlar veriyor.
Kısacası hayli uzun süren boşanma davası stresi bitti.
Sonunda her iki taraf da rahatladı, kendi hayatlarını daha özgür ve mutlu yaşamaya başladı.
Tamam, onların durumu/yaşananlar çok daha farklıydı, ama aklıma şu geliyor:
Boşanma davası sürerken de her şey özgürce yaşanamaz mı?
İlla davanın bitmesini mi beklemek gerekir?
Hangisi daha samimi olur?
Mesela son günlerin popüler bir örneği:
Tuba Ünsal ve Caner Karaloğlu.
Saklanmıyorlar, gizlenmiyorlar.
Karaloğlu’nun eşi Elizabeth Mas ile boşanma davası bir yıldır sürüyormuş.
Kağıt üzerinde hâlâ evlilermiş, ama aslında ayrı yaşıyorlarmış.
Sorum şu:
Yeni bir ilişkiye başlamak ya da biriyle flört etmek için illa davanın biteceği günü mü beklemeli?
Ya da hayatına boşanma sürecinde biri girince dava bitinceye kadar ortalıkta görünmemeli mi?
Kadınlar şöyle düşünecek şimdi, biliyorum: Erkekler zaten beklemez.
Ama beklemeyen, beklemek istemeyen kadınlar da olacaktır.
Hem neden olmasın?
Bu soruları soruyorum, çünkü son yıllarda şehir hayatındaki ilişkilerde en büyük ikilemlerden biri bu.
Çok fazla duyuyorum.
Mesela bir kadın bir adamdan hoşlanıyor.
Adam kağıt üzerinde evli olduğunu, bir yıldır boşanma davasının sürdüğünü açıklıyor.
Ve o zaman kadın ikilemde kalıyor, “Eyvah, ne yapmalıyım?” diye...
Ama gerçek şu ki boşanma sürecinde yaşanan yeni ilişkiler, flörtler hayli fazla.
Ben bu süreçte yaşanan ilişkilere “gri alan ilişkileri” diyorum.
Peki siz, başınıza gelse ne yapardınız ya da geldiyse eğer ne yaptınız?
Gülse Birsel’in kararından sonra neler olur
Nihayet televizyon dünyasının önemli figürlerinden biri rest çekti, radikal bir karar verdi.
Gülse Birsel’den bahsediyorum.
“Büyük konuşacağım” dedi ve artık televizyona 120 dakikalık dizi yapmayacağını söyledi.
Önümüzdeki sezon adresinin dijital platformlar olacağını da belirtti Gülse Birsel.
Yani şimdiye kadar
çoğu oyuncu ve hatta senaristin dilinde yer etmiş “diziler yersiz uzun” şikayetini bir tık öteye taşıdı, kendi eylemini gerçekleştirdi.
Birsel’in dediği gibi, gerçekten de 120 dakika komedi dizisi olmaz.
Nitekim olamıyordu da.
Konu uzuyor, espriler yavanlaşmaya başlıyordu.
Birsel’in bu kararından sonra sektörde bir anda her şey değişmeyecek tabii.
Yine diziler 120 dakikalık rotasına devam edecek.
Ama bir noktada kırılmalar olacak.
Sadece dizi süresinde değil, içerikte de.
Mesela aynı dizi konularını farklı makyajlarla temcit pilavı gibi ekrana sürme anlayışı bitmek zorunda olacak.
Çünkü çok övündüğümüz dizi sektöründe, bizzat sektör içindekilerin sadece kendi aralarında dile getirdiği bir kriz de var aslında.
O kriz iyice gün yüzüne çıkacak...