Bizi de yanına al Lucy!

Tez eski, çoktan geçerliliğini yitirdiği bile söyleniyor, zırva bulanı da çok, ama hâlâ seksi işte:

Haberin Devamı

Beynin sadece yüzde 10’unu kullanabiliyoruz.
Peki yüzde 100’ünü kullanabilseydik ne olurdu?
Luc Besson’un son filmi “Lucy” bu tez ve sorudan hareket ederek sınırları zorluyor, uçup gidiyor.
Hem de ne uçmak!
Filmi izlerken bir ara diyorsunuz ki, “Yok artık, bu kadar da olmaz”.
Sonra iç ses yine devreye giriyor, “Neden olmasın? Neden olmaması gerektiğini söylüyor beynim?”
Bu sesleri susturarak filme dalıp gitmek mümkün mü?
Mümkün tabii.
Sonuçta aynı zamanda aksiyonu bol bir film “Lucy”.
Mafyası var, arabaların havada uçuştuğu klasik kovalamaca sahnesi var. Var da var.
Ama işte dönüp dolaşıp aynı yere varılıyor:
Yüzde 100’ ulaşmak iyi bir şey midir kötü bir şey mi?
Peki (eğer öyleyse) yüzde 10’luk halimiz acınası mıdır?
Kendi adıma o yüzde 100’lük finalde “Ah Lucy! Bizi de al yanına” diyesim geldi ve Mayalılar’ın gizemli sonu aklıma düştü (ki Maya uygarlığına merakı olanların mutlaka dikkatini çekecektir).
Lucy’den geriye sadece beyin meselesi değil; çeşit çeşit kafa çalıştırmalık, yaz akşamlarında uzun uzun tartışmalık meseleler de kaldı tabii. Sıralayalım:
KİMYASALA DESTEK Mİ?
* Luc Besson, kimyasal uyuşturuculara (alttan alta olsun, subliminal olsun, bi buçuk porsiyon olsun) destek mi veriyor? Sonuçta filmdeki yeni kimyasal beyni açıyor.
BİZ BUNLARI BİLİYORUZ Kİ!?
* Filmde “zaman birleştiricidir” deniliyor, döngüye dikkat çekiliyor, hiçbir şeyin tek bir formu yoktur size öyle geliyor yavrucum deniliyor. Aslında yeni bir şey söylenmiyor.
Kuantuma azıcık giriş yapmış olanların, bu konudaki en öğretici (DVD’si de çıkmış) belgesel “What The Bleep Do We Know”u (Biz Ne Biliyoruz ki!?) izlemiş olanların hemen hatırlayacağı türden bilgiler sıralanıyor.
HANGİSİNİ TERCİH EDERDİNİZ?
* Esas soru ise şu: Beynin fazla açılmasını/çalışmasını engelleyen duygular mıdır? Acı, üzüntü, arzu; bin türlü duygu. Lucy diyor ya, “Artık arzu hissetmiyorum. Acı da yok. Bunların hepsi engel”.
O zaman günün sorusu geliyor.
Hangisini tercih edersiniz: Duygulara veda edip beynin sınırlarını zorlamayı mı yoksa duygularla el ele ömür tüketmeyi mi?

Haberin Devamı

Bazen o ilk seçenek iyidir

Haberin Devamı

Ulus 29’da dolunaylı bir gece.
Bahçedeki yemek kitlesi ortaya karışık:
Çarşaflı ve yüzünü asla göremeyeceğimiz bir kadın da var. Vücudunu saran mini elbisesiyle oturan, saçlarına yaptığı eklemeyi yüz kilometre öteden seçebileceğim kadın da...
Dahası, gay bir çift var. Yabancı. Belki çift değiller, bilemiyorum, ama o dolunayda kim baş başa yemek yese çifttir hani. En azından dolunayın hatırına...
Bitmiyor. Uzakdoğulu, gayet asil ve kuralcı bir kadın da var yemek masalarından birinde.
Çocuğuyla konuşmasını yakaladığım için kuralcı diyorum, “Şöyle yapmalısın, böyle yapmalısın” filan diyor.
Bir köşede ise Okan Bayülgen var.
“Merhaba” deyip bizim masaya geliyor.
Hakkını teslim edeyim: Hakkındaki onca eleştiri yazısına (ki çok yazdım) rağmen Bayülgen selamı sabahı kesmeyen, küsmeyen ünlülerdendir...
Ah bir de Okan’ın yanında, beraber bir yazar grubunu yönettikleri Sevil Atasoy’un kızı Selin Atasoy var.
O da nasıl Fransız duruşlu (Paris’te yaşamış/okumuş), nasıl gizemli...
Yanisi şu: Çok insan var. Hepsi birbirinden farklı.
Bazen hepsinin hayatına girip bir şey öğrenmek istiyorsun.
Bazen de hepsini aynı anda çekilmez buluyor ve hiç ilgilenmiyorsun.
Arada ilkini deneyin derim, kafa açıcı oluyor.

Yazarın Tüm Yazıları