Üçünün de ortak noktası yaptıkları satıştan elde edilen geliri sosyal sorumluluk kapsamında dernek ya da vakıflara bağışlaması.
NFT kısa sürede ‘Türkleşti’ diyebiliriz yani.
Yakında başka ünlü isimler de bu yola başvuracak ve NFT üzerinden bağış yarışı başlayacaktır kuşkusuz.
Bu NFT’nin popüler ve bir süre sonra yıldızı sönecek olan yüzü.
Madalyonun esas derya deniz kısmında ise dijital sanatçıların NFT pazarındaki şahane rekabetine tanık oluyoruz.
Daha önce bu köşe topraklarında NFT pazarlarının en ünlü Türk isimlerinden birini, yani Murat Pak’ı yazmıştım. Yakında Beeple’ı geçebilir kendisi.
Ama başka Türk sanatçılar da var NFT pazarında.
Ama sanatçı bu kez önünde uzun kuyruklar oluşan Pilevneli Galeri’deki “Makine Hatıraları: Uzay” sergisiyle değil, Instagram profilinin hikâye bölümünden paylaştığı, bol göndermeli bir yazıyla gündeme geldi.
Arkasında büyük bir uydu anteni fotoğrafının olduğu yazıda şöyle diyordu Anadol:
“Sevgili dostlar, yine aynı elitist sanat akademisyenleri maalesef sergimizin başarısını hazmedemiyorlarmış. Normaldir.
Yokluktan, hiçlikten ve negatiflikten beslenirler.
Yeni hiçbir şey söylemezler. Sanat halka inince hep böyle yaparlar. Onlara buradan 70 metrelik DNS anteni hediyem olsun”.
SANAT ELEŞTİRMENİ SÖNMEZ’DEN YANIT GELDİ
Ben de dahil herkes bu uydu antenli,
Bunu da hafta sonu o civarda gittiğim mekanlara dayanarak söylüyorum.
İlk durağım, Soho House’du.
Kulübün özellikle teras kısmı popülerdi.
Herkes orada toplanmıştı.
Bu arada Soho House altıncı yaşına girmiş geçtiğimiz günlerde.
Oysa daha dün gibi; Jamie Dornan’lı, Eddie Redmayne’lı açılış gününün tantanası, süksesi.
Soho House onca krize, bölgenin geçirdiği onca değişime rağmen ayakta ya, gerçekten bravo.
Evet, alışkanlık ürkütücü, çünkü bu kuvars tozu Sarı’nın yazısında belirttiği gibi hem denize hem de bize iyi gelmiyor.
İnşaat sektöründe kullanılan bu kuma maruz kalmak tüberküloz ve akciğer kanseri gibi hastalıklara davetiye çıkartıyor.
Sarı’nın haberinden öğrendiğime göre aslında bu kumu döken otellere para cezası da yazılıyormuş. Ama o para cezaları kuvars tozu dökülen plajlarda bir öğle yemeğine ödenen para zaten. Bu yüzden oteller cezayı umursamıyor.
Bir de sırf Maldivler havası veriyor diye kuvars tozu dökmek şu anlama da geliyor:
Doğal olandan utanmak, onu gizlemeye çalışmak.
Oysa Ege kıyılarının doğal hali en güzeli. Bu kuma ihtiyacı yok!
Emir Taha’nın İngilizce-Türkçe yükselişi
Bu ne zaman gerçekleşir bilmiyorum ama o sırada kaçırdıkları bir kitle var.
O da halihazırda evden çalışan beyaz yakalılar.
Evden çalışmak herkes için kolay bir durum değil.
Kendini eğitmek, disipline sokmak
ya da ev kalabalıksa önündeki işe odaklanmaya çalışmak.
Oysa gündüz çok da iş yapmayan, daha çok akşam müşterisi olan mekanlar bazı masalarını çalışma alanı gibi düzenleyebilir.
Hatta her gün aynı masada çalışmak isteyene, o masayı rezerve edip ona göre bir bedel alabilir.
“Yine” diyorum, çünkü akşamlar artık tek başınalığın sembolü.
Herkes kendi evinde (kendi izlediği diziyle) yalnız.
“Herkes” dediğim, biz, yani bekar ve çocuksuz arkadaş grubum.
Evet, mekanlar açılmadan önce birbirimizin evine gidip geliyorduk.
Ama mekanda buluşup laflamak gibi olmuyordu.
Mekanlar açılınca hızla alıştık öğleden sonra buluşmasına.
Ama öğleden sonra buluşmak da zor.
Herkesin işini bir şekilde ayarlaması gerekiyor.
Değilmiş, Gigi ve Bella Hadid’in babası Mohamed Hadid’miş.
Bir açılış için Türkiye’ye gelmiş.
Ama açılış bitti, o gün bugündür baba Hadid’in attığı her adım çılgınca takip ediliyor.
Baklava yiyor, flaş flaş. Sultanahmet’e gidiyor, flaş flaş. Sergi geziyor, flaş flaş.
Bir dahaki sefere Gaziantep ve Alaçatı’yı da gezecekmiş.
O zaman kendisini günlerce takipten çıkmayacağız demektir.
Hele bir de Gigi ve Bella’nın ön Arapça isimlerini söyledi ya, bahtiyarız.
Bir tepsi baklava daha yemeden bırakmayız.
Mekanın açık alanında kalabalık bir masaydık ve tam beş saat oturduk.
Uzun süredir bir mekanda o kadar saat oturmamıştım.
Kendime de şaşırdım.
İşin doğrusu, o kadar saatin nasıl geçtiğini de anlamadım.
Bakınız: Pandemiyle birlikte zaman algısının değişmesi hadisesi...
Eskiden olsa onca saat bir mekanda oturmaktan kesin sıkılır, “Buradan başka bir yere mi gitsek?” diye etrafımdakileri manipüle etmeye çalışırdım.
O gün ise hiç sıkılmadım, hatta yerimden kalkmak da istemedim.
Mekanın açık alanındakiler mutlu mesut otururken
Şimdi yeni Bodrum gelişmelerine buyurun:
◊ Nişantaşı’ndaki Must da Bodrum’a geliyor. Yalıkavak Tilkicik Koyu’nda, eskiden Root’un olduğu yere konuşlanacak olan Bodrum Must’ın açılış tarihi 7 Mayıs.
Akşam 18.00’den sonra açılacak ve fine-dining restoranı olarak hizmet verecek olan Must’ın Bodrum çıkarmasıyla ilgili mekanın ortağı ve işletmecisi Ercan Gümüşkaya iddialı ve heyecanlı.
Nişantaşı’ndaki Boel ise Bodrum Must’ın hemen üstündeki otelin işletmesini üstleniyor.
◊ Bomonti’deki restoran-bar Wu, Yalıkavak’a açılacak bir diğer İstanbul markası.
Edition Oteli’nin tam karşısına açılacak olan Wu, bu yaz yeni neslin favori noktalarından biri olmaya aday.
◊ Edition Otel’e de bir İstanbul markası geliyor: Kuruçeşme’deki Inari.
Sen kalk Warner Music’le anlaş, ilk İngilizce şarkını çıkar ve sonra da kendini şarkının YouTube videosunun altına “Şarkı ayransız döner gibi olmuş” diye “mizah kasıcı” yorum yazanların, yetmedi Demet Akalınlı polemiklerin ortasında bul.
Hadi diyelim ki buldun.
Ama bari yanıt verme. Hemen o topa girme.
Muhabirler Demet Akalın’ın dediklerini anımsatınca şöyle demiş Aleyna: “Beni eleştirenler, çalıştığım ekip Grammy aldı, onu konuşsun.”
Açıkçası bu yanıt da “Şarkı ayransız döner gibi olmuş” diye yazandan pek farklı değil.
“Çocuk dizisinde oynuyor” diyen senin ekibin nerede ne yapmış, ne almış ilgilenmez ki...
Önceki gün bir başka ünlü müzayede evi olan Sotheby’s devreye girdi ve “kripto art” üreticisi Pak ile işbirliği yapacağını duyurdu.
Sotheby’s açık artırmanın ne zaman yapılacağı konusunda henüz detay vermedi ama bu kadarı bile yeni bir heyecan dalgası yaratmaya yetti.
Bizim tarafımızda ise başka bir heyecan söz konusu. Çünkü Pak, Türk bir “kripto art” üreticisi.
NFT pazarlarından biri olan SuperRare’den uzun süredir takip ettiğim, Twitter’daki kullanıcı adı Murat Pak olan ama yaptığı çalışmalar için kendine kısaca “Pak” diyen dijital sanatçının ürettiklerinin değeri aralık ayında 1 milyon doları aşmıştı.
GİZEMLİ VARLIK
Pak, 1 hafta önce “Foundation.app”e bir röportaj vermişti. Orada “gizemli bir varlık” olarak tanımlanmıştı:
“Bir sanatçı, kolektif ya da bir yapay zeka olabilir. Bu belirsizlik, itirazın bir parçası da olabilir. Pak, 25 yıldır dijital sanat yaratıyor. NFT pazarındaki son patlamaya kadar Pak, Ethereum üzerinde en başarılı sanatçıydı.”
Özellikle de 2020’nin mart ve nisan aylarında.
Zaten bu hepimizin malumu, yeni bir şey değil.
Yeni olan bu düşüşün başka bir veriyle açıklanması ve bunun da bir işe yarıyor oluşu!
Günlük karbondioksit emisyonlarının tahmini üzerine kurulu uluslararası bir girişim var.
Adı, Carbon Monitor.
İşte orada uçakların dünya çapında yaydığı karbondioksitten yola çıkarak karşılaştırmalı bir istatistik hazırlamış.
Buna göre havacılıktan kaynaklanan karbondioksit emisyonu geçen yıl yüzde 50 düşmüş.
Daha da sayısal ifade edersek: 2019’da emisyon oranı yaklaşık 1 milyar metrik tonmuş. 2020’de ise 500 milyon metrik tona gerilemiş.
Hafta sonuma bu üçünün aynı anda çıkan yeni şarkıları ve o şarkıların videoları damga vurdu.
İrem Candar’ın Hatırla...
Mabel Matiz’in Kahrettim...
Ve Kalben’in Teoman’la beraber söylediği Robot Kozmonot.
Üçünün de şarkılarındaki sound arayışı yenilikçiydi.
Eski değildi.
Keza videoları da öyle.
Uzun uzun da Beeple’ın nereden nereye geldiğinden bahsetmiştim.
İşte Beeple’ın “İlk 5000 Gün” adlı kolaj dijital eseri, New York Times’ın manidar deyişiyle “JPG dosyası”, iki hafta süren açık artırmanın sonucunda perşembe günü 69 milyon dolara satıldı!
Üstelik 255 yıllık müzayede evi, tarihinde ilk kez bir satış için kripto para birimi olan Ethereum’u kabul etmiş oldu.
Her açıdan işin içinde bolca yenilik var yani.
KOONS VE HOCKNEY’DEN SONRA ÜÇÜNCÜ!
100 dolarla başlayan dijital eser için fiyat teklifleri aslında son gün 30 milyon dolarda kalmış.
Ancak son anda teklifler hızlanmış ve açık artırma 2 dakika daha uzatılmış.
Sonunda eserin fiyatı bir anda 60 milyon doların üzerine çıkmış.
iPhone’un fotoğraf arşivinden baktım, daha kapanmamıza 2 gün varmış. Hatta Time Out’un yeme-içme ödül törenini İdil Yazar’la beraber sunmuşuz.
2 gün sonrası ise çook eskiden saatler 24.00’ü gösterdiğinde TRT’nin yaptığı gibiydi işte: İstiklal Marşı ve kapanış! Ve bugün o kapanışın, yani salgının üzerinden tam 1 yıl geçmiş.
Şimdi herkes kendi içinde birinci salgın yılının muhasebesini yapıyor, “Nasıldı?” diye.
Ünlü mimarlık ve tasarım sitesi Dezeen da yapmış.
Tasarım ve mimarlık alanının parlak isimlerine salgının birinci yılında neler değiştiğini sormuş. Bu sorunun yanıtını az çok hepimiz biliyoruz.
O nedenle ikinci soruları daha çok ilgimi çekti:
“Bundan sonra ne olacak?”
ANAHTAR KELİME İŞBİRLİĞİ
90’lar gerçekten çılgınmış. Buyurunuz:
◊ Sibel Can’la Karahan Çantay’ın ilişkisine dair dedikoduların yayılması.
◊ Eski bir mankenin bu ilişkiye dair “Elimde kasetiniz var” diyerek Sibel Can’ı tehdit etmesi.
◊ Sibel Can’ın sonradan “uzaktan akraba” diyerek açıklayacağı bir çeteyi, şantajı sona erdirmek için devreye soktuğu iddiası.
Tüm bu olaylardan sonra Karahan Çantay unutulmuştu.
Meğer önce Amerika’ya gitmiş. Eldeki bilgilere göre taksicilik yapmış. Ama son yıllarda Tayland’da yaşıyormuş.
Matematik öğretmenliği yapıyormuş.
Zaten meşhur olduğu sırada ODTÜ Matematik’te okuyormuş.
Güneştekin İskoç erkeklerinin giydiği, onların tarihinde önemli bir sembol olan “kilt”i giyerek poz vermiş fotoğrafta.
Altında şöyle yazıyordu:
“İyi ki renkler ve sesler var var. İyi ki sanat var. İyi ki sanatın cinsiyeti kadın.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun”.
Niyet eminim iyidir ama her açıdan problemli ve kafası über karışık bir durum var ortada.
Şu açılardan:
- İskoç kimliğinin sembolü olan, her klana ve bölgeye göre ekose deseni/rengi değişen bir milli kıyafetin Kadınlar Günü’yle ne ilgisi var?
Hem bir ya da iki saat mekanda oturmak için o kadar trafikte kalmaya değmezdi.
Hem de mekanlarda yoğunluk gerçekten ürkütücüydü.
Ama yine de umutluyum, bu yoğunluk hali ilk hafta sonunun “Tutmayın beni” hevesinden.
Bir sonraki cumartesi her şey normal akışına dönecektir.
Tabii tekrar kapanma olmazsa...
Sınırlı sosyallik herkesi bunaltmıştı
Özlenen sadece bir mekanda oturup yemek yemek değil aslında.
AZUR DA BODRUM’A GELİYOR
Yeniköy’deki yeni nesil deniz mahsülleri restoranı Azur, bu yaz Yalıkavak’a iniyor.
Gökçebel’deki eski tersanenin oraya, Barboom’un olduğu koya konuşlanacak olan Azur’un en büyük artısı günbatımını çok iyi yakalayan bir noktayı seçmesi.
Yazın en iyi mekanı olmaya şimdiden aday Bodrum Azur.
ALAÇATI’NIN “LUCCA”SI OLABİLİR
Arnavutköy’deki Angelo’nun ortaklarından Ozan Balaban’la Caddebostan’daki Neni Brasserie’nin sahipleri bu yaz Alaçatı’da bir mekan açmak için ortaklık yaptı.
Mekanın ismi, Cherie.
‘Aşk yok, çünkü yeni biriyle tanışmıyorum’
"Çok az insanla görüşüyorum" dedi, “En fazla üç-dört tane yakın arkadaşım. Aileme sürekli gittiğim için sosyal olarak daha fazla açılamıyorum. Risk almak istemediğim için...
Keza açılmayı istesem de tüm sosyal hayat zaten kapalı.
Yani uzun süredir aşk yok, aşk için heveslenmek yok, çünkü yeni biriyle tanışmıyorum.”
Sadece bir değil, o kadar çok tanıdık-tanımadık insandan buna benzer cümleler duydum ki...
Herhalde bu dönemin izlerinden biri de bu olacak: Hissizlik, yani aşksızlık.
“Peki aplikasyon üzerinden tanışmalar? Onlardan umut yok mu” diyebilirsiniz...
O konuda ikiye ayrılıyor insanlar.
Bir grup, aplikasyonlarda peş peşe yeni insanlarla tanışıyor, evet.
Bu da doğal. Eleştirecek bir durum yok.
Ama aplikasyon tanışmalarının ilerlemesi için flört lazım. Flört için de ortam.
Şu an buluşacak, görüşecek sosyal ortam ise yok.
“Köşedeki kahvecide kuyrukta buluşalım” derseniz, o başka tabii.
Onun da kendine göre romantik bir yanı olabilir: Kuyruk romantizmi.
İkinci grubun ise aplikasyonlarla alakası yok.
Oradaki tanışmalardan soğumuş, istediğini elde edememiş ya da aplikasyon mesaisi harcamaya en başından hiç tenezzül etmemiş.
Dolayısıyla bu grubun son bir yıldır hayatı sadece yakın arkadaş çevresiyle geçiyor ve haliyle yeni biri karşılarına az ya da hiç çıkmıyor.
Yine de, evindeki kanepesinde bir sağa bir sola dönmek suretiyle karantina gecelerini geçirmek zorunda kalan bu iki grubun derdi ortak gibi geliyor bana:
Herkes aşk denilen heyecanın peşinden koşuyor.
‘Normal People’ itirafı
Normal People dizisinin başrol oyuncularından 24 yaşındaki Paul Mescal, kendi kuşağının ilişki yaşama biçimini Barbaros Tapan’a verdiği röportajda şöyle eleştiriyordu:
“İlişkiler daha kullanmaya yönelik, daha ucuz. Artık aplikasyonlar üzerinden ilişki yaşayanlar bile var. Aplikasyonlardaki fotoğrafları sağa sola kaydırarak birileri hakkında fikir sahibi oluyor ya da olduğunuzu zannediyorsunuz... Bu ilişkiler toplumda sahte ve romantik olmayan bir tat, bir duygu yaratıyor”.
Mescal belki farklı bir şey söylememiş.
Hepimizin çoğu zaman düşündüğü şeyleri dile getirmiş.
Ama 24 yaşındaki biri söylüyor bunu.
Demek ki Z kuşağı tamamen aplikasyona bağlı bir kuşak değil.
Hatta 30 ila 40 yaşındakiler daha çok bağımlı aplikasyon ilişkilerine...
Kimya okuması
Mescal aynı röportajda, dizideki partneri Daisy Edgar-Jones ile çekimler öncesi ‘kimya okuması’ yaptıklarını anlatmış.
Kimya okuması şuymuş: Partneriyle kimyasının tutup tutmadığını görmek için senaryodan bir bölümün karşılıklı okuması/oynanması...
“Okumayı yaparken sahneyi canlandırmak yerine birbirimizle konuşur gibi hissettiğimizi çok net hatırlıyorum” demiş Mescal.
Daisy ile kimyaları daha ilk baştan tutmuş yani.
Bizdeki oyuncular arasında böyle kimya okumaları yapılıyor mu acaba?
Gerçi insanın o uzun senaryolardan okuma yaparken bile kimyası kaçabilir.
Onu da göz ardı etmeyelim.