Hangisi daha güzel? (1)

Dışişleri Bakanlığında 37 yıl görev gördüm. Şimdi ülkemizin genç diplomatlarının ve dış politika uzmanlarının yetişmesine katkıda bulunmaya çalışıyorum. Öğrencilerimin bana en fazla sordukları soruların başında diplomat olarak görevli olduğum dönemde bulunduğum ülkelerden, yaşadığım ve ziyaret ettiğim şehirlerden en fazla hangisini beğendiğim, hangi ülke ve şehrin bende daha fazla etki bıraktığı oluyor. 

Haberin Devamı

Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştığım dönemde birçok ülkeyi ziyaret etme imkanı buldum. Birçok ülkede de uzun süreli görev yaptım. Bir ülkede uzun süreli yaşamayla o ülkeye kısa süreli ziyaretler yapma arasında doğal olarak büyük bir fark var. Bir ülkede uzun süreli kaldığınız zaman o ülkeyi daha iyi görme ve tanıma fırsatı buluyorsunuz, o ülkenin sorunlarını o ülkenin halkıyla birlikte yaşıyorsunuz.

Dışişleri Bakanlığı’nda bulunduğum sırada görev gördüğüm ülkelerin hepsi benim üzerimde kalıcı etkiler bıraktı. Bakanlıktaki ilk dış görev yerim Birleşmiş Milletler Nezdindeki Daimi Temsilciliğimizdi. Bilindiği gibi Birleşmiş Milletlerin merkezi New York’ta. New York (çevresiyle 18 milyonu bulan) kalabalık, çok büyük ve çekici bir şehir. Ancak New York’un oldukça fazla problemi var. Daha sonraki yıllarda New York’a yaptığım ziyaretlerde bu problemlerin daha da büyüdüğünü gördüm. New York’un problemleri (artık eskiyen ve yetersiz hale gelmiş) Kennedy Havaalanı’ndan başlayarak şehirdeki yaşamın her boyutuna yayılmış. Ama New York hala çekici olan ve büyük sayıda turistin ziyaret ettiği bir şehir.

Haberin Devamı

Birleşmiş Milletlerin sorunları da giderek büyüyor. BM, 2. Dünya Savaşının bitiminde kurulan bir örgüt. Büyük bir savaştan sonra Dünya barışını korumak için kurulmuş ve kendinden önceki Milletler Cemiyeti’nin yerini almış. BM’nin yan kuruluşlarıyla bugün dünyada hemen hemen kapsamadığı uluslararası işbirliği alanı yok gibi. BM yan kuruluşları çevreden, tarım ve gıdaya, sivil havacılıktan deniz ulaşımına, sağlıktan meteorolojiye ve ekonomik kalkınmaya kadar çok geniş bir alanda uluslararası işbirliğini yönlendirmeye çalışıyor.

BM örgütünün esas görevi ise uluslararası barışı sağlamak ve devam ettirmek. BM bu görevi yerine getirmede ciddi sorunlarla karşı karşıya. Dünya’da karşılaşılan siyasi sorunların çözümünde etkili olamadığı BM’ye yöneltilen en ciddi suçlama. BM’nin aralarında Suriye ve Yemen savaşları da olmak üzere çatışmaları engellemede etkili (başarılı) olamadığına işaret ediliyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında (1945) kurulan BM’nin Dünya’daki bugünkü mevcut siyasi ve ekonomik güç yapısını yansıtmadığı, BM’nin temel organları olan Güvenlik Konseyi, Genel Kurul ile Ekonomik ve Sosyal Konsey’de ciddi reform ihtiyacı bulunduğu, özellikle Güvenlik Konseyi’nin yapısının değiştirilmesi ve genişletilmesi gerektiği üzerinde duruluyor.

Haberin Devamı

BM’yi eleştirenler arasında sadece uluslararası sistemde ortaya çıkan yeni güç merkezleri değil, (kurucusu) ABD gibi ülkeler de bulunuyor, BM’ye ağır eleştiriler getiriyor. ABD’nin BM’ye yönelttiği eleştiriler Trump Yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra daha da artmış gibi gözüküyor. Vaşington, BM’nin işlemeyen bir bürokrasi haline geldiğini, bütçesinin her yıl büyüdüğünü, BM’nin mali yükünün büyük bir kısmını ABD’nin karşıladığını, bu durumun sürdürülemeyeceğini, BM’nin “hantal” bürokratik yapısının küçültülmesi ve kaynak israfının azaltılması gerektiğini ileri sürüyor. ABD, BM’nin kültür yan kuruluşu UNESCO’dan ise, bu kuruluşun İsrail karşıtı tutum ve kararlarını gerekçe göstererek, ayrılmış durumda.         

Haberin Devamı

New York’tan sonraki görev yerim Beyrut’tu. Lübnan’da gittiğimde ülkedeki iç savaş bütün hızıyla devam ediyor, ülke yıkıcı bir çatışmanın içinden geçiyordu. Birçok ülke bu dönemde Beyrut’taki büyükelçiliklerini güvenlik sebepleriyle kapattılar. Türkiye ise iç savaşa ve Beyrut’a kadar ulaşan İsrail işgaline rağmen Beyrut’taki Büyükelçiliğini açık tutan (ABD, Sovyetler Birliği ve Fransa gibi) çok az sayıdaki ülkeden biriydi.

Beyrut Büyükelçiliği’ndeki görevime o dönemde Beyrut Havaalanının kapalı olması sebebiyle Şam üzerinden gittim. Şam ile Beyrut arasındaki karayolu, tehlikeli olmasına rağmen, Büyükelçilik mensupları için Beyrut’a ulaşmanın tek yoluydu. Beyrut’ta kaldığım 2 sene içinde uzun süreler geçici maslahatgüzar olarak da görev gördüm. Bu süre içinde Müslümanların kontrolünde olan Batı Beyrut’ta yeni inşa edilen Büyükelçilik ve Büyükelçi konutu binalarımız geniş hasar gördü ve Büyükelçilik yerleşkesini tahliye ederek Hıristiyanların kontrolündeki Doğu Beyrut’a geçmek ve Büyükelçilik faaliyetlerini bir süre Cünye’de küçük bir otelden yürütmek zorunda kaldık.

Haberin Devamı

Beyrut’taki görev sürem içinde (1982 ve 1983 yılları) Lübnan birçok acı olayı yaşadı. Lübnanlı gruplar arasındaki iç savaş, Lübnan’ın iki komsusu Suriye ve İsrail’in bu savaşa doğrudan müdahaleleriyle çok daha karmaşık ve yıkıcı bir hal almıştı. Daha önce Ürdün’den çıkmak zorunda kalarak Lübnan’a yerleşen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı ve Beyrut’tu işgal etmesi sonucu, Lübnan’dan da ayrılmak ve Tunus’a gitmek zorunda kaldı. Lübnan’da çok sayıda Filistinli mülteci bulunuyordu. FKÖ’nün ülkeden ayrılmak zorunda bırakılmasından sonra, Beyrut’ta Sabra ve Şatila kamplarında o sırada Beyrut’ta bulunan İsrail güçlerinin desteğiyle Falanjist milislerce sivil halka karşı yapılan katliamlar bütün Dünya’da büyük bir infial yarattı.

Haberin Devamı

Lübnan Cumhurbaşkanlığına seçilen Beşir Cemayel’in parti binasının tamamen havaya uçurularak öldürülmesi, Beyrut’taki ABD Büyükelçiliğine yapılan araba bombalı saldırı, Beyrut’a uluslararası barış gücü kapsamında gelen ABD ve Fransız askerlerinin kaldıkları binalara yapılan bombalı saldırılar sonucu yıkılması olayları Beyrut’ta bulunduğum sırada gerçekleşti. ABD Büyükelçilik binasına yapılan terörist saldırıda 63 kişi hayatını kaybederken, ABD ve Fransız askeri karargahlarına yapılan saldırılarda 241 Amerikan, 58 Fransız askeri hayatını kaybetti.

Türk Büyükelçiliği olarak iç savaştan biz de büyük ölçüde olumsuz bir şekilde etkileniyorduk. Beyrut’un Baabda semtinde yeni kiraladığımız Büyükelçilik binasının bodrum katı kum torbalarıyla adeta bir sığınak haline getirilmişti. Baabda semtinde tuttuğumuz yeni binaya taşındıktan bir süre sonra Doğu Beyrut’ta bulunan Hıristiyan milislerle Beyrut’un hemen yanındaki Şuf Dağında bulunan Dürzi milisler arasında silahlı çatışmalar patlak verdi. Dürzi milislerin Doğu Beyrut’a attığı roketler Büyükelçiliğimiz için ciddi bir tehlike haline geldi.

Ancak Büyükelçiliğimize yönelik tehdit sadece Beyrut’taki savaş koşulları değildi. Bu dönemde Ermeni terör örgütleri Türkiye menfaatlerini, Türkiye’nin dış misyonlarını ve Türk diplomatlarını hedef almaktaydı. Beyrut’ta geniş bir Ermeni nüfusunun yaşaması, ASALA gibi Ermeni terörist örgütlerinin merkezlerinin Lübnan’da bulunması da Büyükelçiliğimize yönelik ciddi bir tehdidi ortaya çıkartıyordu. Daha önce de Lübnan’da Büyükelçiliğimize yönelik Ermeni terör örgütlerinin saldırıları olmuş, Büyükelçiliğimiz Başkatibi Oktar Cirit Beyrut’ta ASALA teröristleri tarafından şehit edilmişti.

Nitekim 1983 yılında Baabda’daki Büyükelçilik binamız da 29 Ekim günü Ermeni teröristlerin saldırısına uğradı. Ermeni teröristlerin amacının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için Büyükelçilikte toplananları hedef aldığı açıktı. Ancak Büyükelçilik binası ve bahçesinde aldığımız güvenlik tedbirleri nedeniyle Ermeni teröristler Büyükelçiliğe giremedi ve amaçlarına ulaşamadı. Büyükelçiliğimiz güvenlik görevlileriyle Büyükelçiliği basan Ermeni teröristler arasında çıkan silahlı çatışma bir süre devam etti ve binaya ve çevredeki diğer bina ve araçlara zarar verdi. Güvenlik görevlileri binaya girmeye çalışan bir Ermeni teröristi yakaladı ve bu teröristi kısa bir süre içinde Lübnan makamlarına teslim ettik.

Lübnan’daki görevim ABD ve Suriye’nin de karıştığı çarpışmaların şiddetlenmesi ve Beyrut’ta kalmanın daha da tehlikeli bir hal alması üzerine Ankara’nın aldığı Büyükelçilik personelinin sayısının azaltılması kararıyla bitti. Lübnan’daki savaşın hızlanması ve Beyrut’un bu durumdan olumsuz şekilde etkilenmesi üzerine Ankara Beyrut Büyükelçiliğindeki personel sayısını asgariye indirme kararı aldı ve ben dahil personelin önemli bir bölümü Türkiye’ye döndü. Beyrut havaalanı ve limanın (çarpışmalar sebebiyle) kapalı, Beyrut-Şam yolunun ise çok tehlikeli olması sebebiyle tahliye kuzey karayolundan ve Trablus üzerinden gerçekleştirildi. Büyükelçilik arabalarıyla Lübnan’dan Trablus üzerinden Suriye’ye, oradan da sahil yolundan Yayladağ sınır kapısına gelerek, Türkiye’ye ulaştık.

Lübnan’a daha sonra Ankara’da Dışişleri Bakanlığındaki görevlerim sırasında birkaç kez daha gitme imkanım oldu. Böylece, Lübnan’da savaşın bitmesi ve Lübnan’ın yeniden inşa edilmesi çalışmalarının olumlu sonuçlarını yerinde gördüm. Lübnan savaşı 1990 yılında imzalanan Taif anlaşmasıyla sona ermiş, ülkede şartlar normale dönmeye başlamıştır.  Lübnan daha sonra 2000’lı yıllarda ülkeyi yeniden inşa gayreti içine girmiş, ülkenin başkenti Beyrut’ta savaşın ortaya çıkarttığı yıkıntı görüntüleri görüntü büyük ölçüde düzelmiştir.

Ancak Lübnan’ın tamamen normale döndüğünü söylemek imkanı bulunmamaktadır. Lübnan’da (ilk önce FKÖ’nün ülkeye yerleşmesi, daha sonra da savaşla) bozulan dengelerin daha yerine oturmadığı, ülkede zorla sağlanan istikrarın bugün de sallantıda olduğu görülmektedir. Eskiden İsrail ve Suriye’nin dış müdahalelerine hedef olan Lübnan şimdi ise İsrail, Suudi Arabistan ve İran arasında bölgede meydana gelen güç müdahalesinin ve çatışmanın bir parçası durumuna gelmek tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Lübnan’da görevli olduğum dönemde Lübnan halkının bütün zorluklara ve ülkede yaşanan savaşın ortaya çıkarttığı ağır şartlara rağmen büyük bir yaşama ve normale dönme arzusu içinde olduğunu yerinde görmüş ve Lübnan halkının bu direncine hayran olmuştum. Lübnan halkının ülkeyi bugün de yeniden bir karmaşaya sürüklemeye, Lübnan nüfusunun din ve mezhep çizgilerinde bölünmüşlüğünü istismar etmeye çalışan (iç ve dış güçlere) direnme gayreti gösterdiği izleniyor. Ülkenin yeniden çatışma ve savaş koşullarına dönmesinin Lübnan’a ve bu ülkede yaşayanlara çok pahalıya mal olacağı açıktır.

Beyrut’taki görevimin ani olarak bitmesinden ve Türkiye’ye tahliye edilmemizin arkasından Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nda görevlendirildim. Bundan sonraki dış görevim ise Dünya’daki en güçlü ülkeler arasında ilk sırada yer alan ABD’nin başkenti Vaşington’du. Daha önce ABD’de öğrencilik yıllarımda Los Angeles’te iki yılı aşkın bir süre, Dışişleri Bakanlığı’ndaki ilk yurt dışı görevimde ise New York’ta üç sene yaşamıştım. ABD’yi ve Amerikan halkını bir ölçüde de olsa tanıdığımı düşünüyordum.

Ancak (ABD’de daha önce yaşadığım Los Angeles ve New York’tan oldukça farklı, daha küçük ve derli toplu bir şehir olan) Vaşington’da görev görmek benim için, genç bir diplomat olarak, farklı bir nitelik taşımaktaydı. Vaşington Dünya’daki en güçlü ülkenin başkenti olarak uluslararası politikanın şekillendirilmesinde önemli bir rol oynamaktaydı. Vaşington’da görev gördüğüm 1980’lı yılların ikinci yarısı Soğuk Savaş’ın sonuna yaklaşılmakta olduğu bir dönemdi ve Sovyetler Birliği’nin zayıflaması ABD’nin uluslararası sistem içindeki rolünü daha da arttırmaktaydı.

Başkan Ronald Reagan’la birlikte, Başkan Jimmy Carter döneminde İran’la 1980-81 yıllarında Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinde yaşanan “rehine krizinin” olumsuz etkilerini üzerinden atmış, uluslararası ilişkilerdeki başat rolünü tekrar üstlenmiş (kendine güveni artmış) bir ABD ortaya çıkmıştı. Ancak Başkan Reagan’ın 2. döneminin son bir, iki yılında Başkanın sağlık durumunda ciddi sorunların ortaya çıktığı, Başkan Reagan’ın (Alzheimer başlangıcı sebebiyle)  ülkeyi yönetmedeki görevlerini yerine getiremediği Vaşington’da bilinmeye başlamıştı.

1980’lı yılların ikinci yarısı Türkiye-ABD ilişkileri için de hareketli yıllardı. İki ülke arasında çok yakın olan bu ilişkiler (başta Ermeni lobisi olmak üzere) Vaşington’daki etnik lobiler tarafından sürekli olarak hırpalanmaya çalışılmakta ve test edilmekteydi. (Bu yazımın 2. bölümü önümüzdeki günlerde yayımlanacaktır).                

 

Yazarın Tüm Yazıları