Nuray Mert

Referandumun gösterdikleri

13 Eylül 2010
PAZARTESİ yazısını, ilk referandum sonuçlarını bekleyip, son dakika izni alıp yazmaya hiç niyetlenmedim. Niyetlensem ne olurdu onu da bilmiyorum. Referandum sonuçlarını nasılsa uzun süre konuşacağız, hem de çoğunuzun düşündüğünden “daha uzun” bir süre.

Bugünden itibaren sonuçlar bin bir türlü yorumlanacak. Ben sonuçlar ne çıkarsa çıksın, Türkiye’nin düze çıkma yoluna girmiş olmayacağını düşünenlerdenim.

Bunun karamsarlıkla hiçbir alakası yok, sadece, siyaset izlemenin, sirkteki çocuk gibi her sahne değişiminde bir öncekini unutup, en ufak atraksiyonla yerinden fırlayan çocuk gibi davranmakla mümkün olmadığını düşünüyorum, o kadar. 

POPÜLİZM BATAĞI

Sonucu ne olursa olsun, kaygı verici bir referandum süreci geçirdik. Referandum tartışması, Türkiye’de demokratik tartışma düzeyimizi ve demokratik siyaset anlayışımızı gözler önüne serdi. Maalesef, gördüklerimiz hiç de umut vaat edici değil.

Siyasi partiler popülizm batağında, demokrasiden ne anladıklarını netleştirmiş oldular. MHP çevresi, genel olarak, “ülkeyi böldürmemek” adına daha az demokrasi vaat etti. CHP, nihayet bu sınırı zorladı, ama aşamadı. İktidarın kendini zenginleştirmesine, yoksulluğa, işsizliğe yaptığı vurgu haklıydı ama daha fazla şey vaat etmemek için hep bu mevziye çekilmesi kaygı duyulmayacak gibi değildi.

İktidara gelince, bizzat Başbakan’ın ağzından demokrasiden anlaşılanın, “bitaraf olanın bertaraf olacağı” şeklinde özetlenebileceğini teyit etmiş olduk. O kadar da değil, Kürt açılımını yapanların, seçim meydanında Kürt meselesini nasıl, hızla tekrar “terör meselesine” indirgediğini gördük. “Hayır cephesi”nin nasıl “Apoculuk” olarak damgalandığını, yetmişlerin “anarşistler” dilinin nasıl geri gelebildiğini izledik. Yetmedi, Alevi açılımından söz edenlerin, “yargı”ya ilişkin sorunu, nasıl Alevilerin yargıyı denetlediği şeklinde algıladığını öğrendik.

Kendileri gibi düşünmeyenlere, kolaylıkla, “akıl”, “ahlak” eksikliği atfedebilen “demokrat”larımız olduğunu gördük. Muhalifini akıl hastası diye hapse ve hastaneye tıkan otoriter rejimlerin ayak seslerine kulaklarımızı tıkamakta ısrarlı bir demokrasi tartışmasının nasıl yapılabildiğini hayretle izliyoruz. Son olarak, 12 Eylül ile hesaplaşma türküsünü çalan “Fareli köyün kavalcıları”nın peşine takılmaya nasıl türlü gerekçe bulunabileceğini gördük.

BUNLARI KONUŞALIM

Sonuçlar ne olursa olsun, bu duyduklarımızı, gördüklerimizi mesele yapmadan gideceğimiz yol demokratikleşme olmayacak. Olabilmesi mümkün, mümkün olması için oldurmak lazım. Didişmeye devam yerine, biraz bunları konuşalım artık!
Yazının Devamını Oku

İki kere ‘Hayır!’

6 Eylül 2010
“İKİ kere” dediysem, “demokrat demezler” korkusu ile lafı geveleyenlere karşı, lafın gelişi! Yoksa, bu referandumda “Hayır” oyu vermek için ikiden çok nedenim var. İsterseniz, öncelikli olanları hemen sıralayayım.

Birincisi, düpedüz “enayi” yerine koyulmayı reddetmek durumunda olduğumuzu düşündüğüm için hayır! Geçtim, topyekûn anayasa değişikliğinin zora girmesini, bu bahane ile kısmi paketle yetinmek durumunda kalmamızı. Bu paketin en tartışmalı olan iki maddesi dışındaki maddeler konusunda, tamamına göre daha geniş bir uzlaşma zemini var. Gerçi ben bu maddeleri de tartışmalı buluyorum o başka, varsın daha geniş bir uzlaşma zemini beni ve benim gibi düşünen bir azınlığı dışarıda bıraksın. Madem maksat demokratikleşme, bu uğurda paket neden maddeler birbirinden ayrılarak oylanmaya açılmadı? Bunun izah edilir yanı var mı? Neden bu konu hep es geçiliyor? Paketteki maddeleri birbirine kopmaz biçimde yapıştırmanın “şekere katma” ve birilerini “enayi yerine koyma” dışındaki gerekçesi nedir?

İkincisi, yargının özerkleşmesi diye yola çıkıp, yargıyı yürütmenin gölgesi altına alma çabası bunca açıkken, kuvvetler ayrımı fikri bunca zedelenirken, önerilenin daha fazla demokrasi ile ne alakası olabilir?

Yok, ben iktidarın “gizli bir niyeti” olduğunu düşünenlerden, “irtica” tehlikesi taşıdığından hiç kuşkulanmıyorum, şimdiye kadar hiç böyle kuşkularım olmadı, “laikçi” çevre ile yıllarca bunca didişmemin nedeni, bu niyet okuma girişimi, bu irtica saplantısıdır. Yıllarca bunları yazdım durdum. Zaten, bence Türkiye’de demokrasi sorununun bu noktaya gelmesinin baş sorumlularından biri de, “laiklik” adı altında, kafayı başörtüsüne, din ve vicdan özgürlüğüne set çekmeye takıp, demokrasiye titizlenmeyen çevrelerdir. Sonuçta, geldiğimiz noktada tehlikede olan laiklik değil, demokrasidir!

AKP’nin hakkıyla demokrat olamayacağını, demokratikleşme yolunda hiçbir anlam ifade etmediğini hiç düşünmedim. İnsanları, geçmişleri, kılıkları, hayat tarzları ile mahkum etmek gibi bir tavrım hiç olmadı. Hatta, AKP’nin mevcut sisteme karşı tepkilerinin onu kendi demokrasi tahayyüllerinin ötesinde bir demokrasi dinamiği haline getirebileceğini her zaman hesaba kattım. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı! Mevcut sistemin cenderesine karşı oluşan tepkiler demokratik siyasete tercüme olamadı. Tam tersine kıran kırana bir statükoyu devralma süreci başladı. Bu konuda en iyi karinelerden biri, bu çevrenin YÖK konusundaki tavrıdır. YÖK gibi bir 12 Eylül rejimi kurumundan bunca çekmiş bir çevrenin, iktidara gelince bu kurumu nasıl içlerine sindirdiğini görmek benim için çok önemli göstergelerden biri oldu.

Yazının Devamını Oku

‘Evet’ veya ‘Hayır’ için ‘kötü argümalar’

30 Ağustos 2010
ESKİ Avrupa Parlementosu üyesi (ve bir dönem Türkiye-AB Karma Parlamenterler Komisyon Başkanı) Joost Lagendijk’in, 25 Ağustos tarihli Radikal Gazetesi yazısının başlığı “Hayır İçin Kötü Argümanlar”dı. Yok, ben Lagenjdijk’e, bazılarının Andew Arato’ya yaptığı muamaleyi yapmayacağım. Böyle bir şey yapmak aklımın ucundan bile geçmez. Benim anlayışıma göre, Türkçe bilir veya bilmez, Türkiyeli veya değil, şunu veya bunu iddia ediyor olduğuna bakılmaksızın tüm siyasi gözlem değerlendirmelere aynı kıstaslarla bakmamız, tartışmamız gerekir. Böyle davranmayanlar her türden dar kafalılar, kabilecilerdir, o kadar.
ÇİLEDEN ÇIKMAK!
Doğrusu, bence de, son referandumda ‘hayır’ demek için son derece kötü argümanlarla karşılaşıyoruz ama ona bakarsanız, ‘evet’ demek için de son derece kötü argümanlar var. Her iki seçenek için en kötü argüman örnekleri ise özellikle seçim meydanlarında sergileniyor.
Doğrusu Jagendijk, bu konuda fazlasıyla tek taraflı ve kestirmeci davranmış, dahası ‘hayır’ argümanlarının bazılarının onu ‘deli ettiği’ ve ‘çileden çıkardığı’nı söylemiş. Kendisine öncelikle itidal tavsiye etmek isterim. Siyasi tartışmada, serinkanlılığı kaybetmek, ‘çileden çıkmak’ hayra alamet bir ruh hali değildir.
Ama asıl önemlisi, hayır diyenlerin bir kısmının ‘AKP ve liderinin bütün hatalarının altını çizmesini’ toptan anlamsız bulması. Doğrusu, mevcut iktidara ilişkin tüm itirazların, referandum tartışmasına boca edilmesi beni de rahatsız ediyor. Ancak referandum tartışması maalesef böyle bir zemine taşındı. Dahası, bu da tek taraflı değil, iktidar çevresi de konuyu bu zeminde tartışmayı tercih etti. O kadar ki, iş geldi, “Dersim’i CHP’nin bombaladığı” iddiasına kadar dayandı.
Diğer taraftan, iktidara ilişkin tüm itirazları bu tartışmaya boca etmeyelim demek başka, “Referandum Anayasa değişikliği ile ilgili, iktidarın genel performansının bununla ne alakası var?” demek başka. Anayasa değişikliği paketi daha fazla demokrasi adına bir tartışma başlatmışken, iktidarın ‘demokrasi siciline’ gönderme yapmak kadar doğal bir şey olamaz. Soli Özel “Sicilin İşaret Ettiği Tehlike” başlıklı yazısında (Habertürk, 7 Temmuz), zihin okuma, toptan ve baştan mahkûm etme ile siyasi sicili tartışma konusu yapmanın ne kadar farklı şeyler olduğunu hatırlatarak, demokrasi konusunda her siyasi heyetin sicilinin dikkate alınmasının önemine işaret etmişti. O yazıyı kaçıranlara dönüp okumalarını tavsiye ederim.
SİYASİ KÖRLÜK
Lagendijk’in, “Seçmenlerden, Başbakan’ın otoriter refleksleri ile hiçbir alakası olmayan bir değişiklik paketine evet veya hayır demeleri isteniyor... Bu ayrımı yapmak istemiyorsanız tartışmaya devam etmek için bir sebep de yok demektir” demesi, olsa olsa ‘siyasi körlük’ ile açıklanabilir bir tutumdur. Oylanması söz konusu olan trafik nizamnamesi değil ki, ‘Başbakan’ın otoriter refleksleri’ ve icraatları ile alakası olmasın. Bunu düşünmek için allame olmaya gerek yok. Hele hele, öyle düşünüyorsanız ‘tartışmaya gerek yok’ gibi kestirip atmalar, bir ‘demokrat’a hiç mi hiç yakışmıyor. Belli ki, ‘otoriter refleksleri’ dikkate almamanın bedeli, otoriter reflekslere savrulmak oluyor!
Yazının Devamını Oku

Demokrasimizin seviyesi ve geleceği

23 Ağustos 2010
DEMOKRASİMİZİN seviyesi seçim meydanlarında, iyice ortaya çıkmış oldu. “Seçkinci” zihniyete itiraz etmenin çoğu politikacı için ne anlam ifade ettiğini de böylece daha iyi anlamış olduk.

Seçim meydanlarını izlemek, züppeliğe karşı çıkmayı, nezaket ve zarafetle alay etme ile karıştıran ucuz edebiyat, ucuz mizaha dayalı, kaba saba, bol argolu, ucuz televizyon dizilerini izlemek gibi. Ama asıl sorun, sıradan bir nezaket, zarafet konusu değil (hoş nezaket zarafet meselesi hiçbir konuda “sıradan” bir mesele değildir o da başka). Söz konusu olan siyaset olunca, bu ucuzluğun maliyeti hepimiz için çok ağır olacak.

SİYASİ UFUK

Siyasi rekabetin, ağız dalaşı, bayağı bir didişme, rakibini bertaraf etmek için her yolu mubah sayma olarak görüldüğü ve yaşandığı bir siyasal ortamın kepazeliği bir dert. Asıl önemlisi, demokratik siyasetin kısa vadeli mücadelelerin ötesinde, uzun vadeyi göz ardı ettiğinde karşılaşacağı bedelleri kavramaktan aciz bir siyasi akıl eksikliği. Mevcut didişme içinde kimse, referandum sonrasında yola nasıl devam edileceğini hesap ediyor gözükmüyor. Ucuz siyasi hesaplardan söz etmiyorum, bu ülkenin nasıl yönetileceğine dair siyasi ufuktan söz ediyorum.

Anayasa değişikliği paketi oylaması üzerinden her konuda birbirini sonuna kadar yıpratma yarışına girmiş olanlar, nihayetinde, seçim sonrası tablo ne olursa olsun, aynı ülkede, birarada yaşamak durumunda olduklarını unutmuş görünüyorlar. Ama tabi, hedef, ilk fırsatta birbirlerini tamamen tamamen “bertaraf” etmek ise o başka. Tabii ona demokratik siyaset denmiyor, bunu da hatırlatmakta fayda var.

“Türklerin” bir arada yaşama ortamı bunca zehirlenmişken, Kürt meselesinin nasıl seyredeceği ise tam bir muamma. Meydana çıkanın, karşısındakini “terör örgütü ile aynı saflarda olmakla” suçladığı, bundan medet umduğu bir ülkede, kim, toplumu hangi çözüme, nasıl ikna edecek merak ediyorum. Daha doğrusu, merak etmiyorum, böyle bir kaygının olmamasından korkuyorum. Poker oynar gibi, blöf, restleşme, tek el hesabı üzerinden siyaset yapmanın sonu çok ağır olacak. Türkiye bir değil, birden fazla fay hattı üzerinden kırılacak.

Bu seçim ortamı tablosu, ne yazık ki, Türkiye’nin demokratikleşme imkânlarının ne kadar tıkalı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Hiçbir taraf, bir yandan, rakiplerini Kürt meselesi üzerinden sıkıştırıp diğer yandan bu sorunu çözeceğini iddia edemez. Hiçbir taraf, bir yandan karşıtlarının vatan sevgisini, aklını sorgulamaya açıp, diğer yandan demokratlık taslayamaz. Böyle bir ortamdan demokratikleşme adına hayır beklemek için olsa olsa ilginç bir “aydın” zihniyetine sahip olmak gerekir.

DAHA DA ÜRKTÜM

Kısa bir süre önce, bir partiye ilişkin bir dokundurma yaptım diye, “Hain korkak olur/Hadis-i Şerif” mesajı almış ve ürkmüştüm. Bir ülkenin AB Başmüzakerecisi, kendisi gibi düşünmeyenlerin aklını ve vatan sevgisini sorgulamaya açtıktan sonra, bana gelen tepkinin ne kadar devede kulak, ne kadar doğal olduğunu anladım, daha da ürktüm.

Yine de umarım, Türkiye’nin demokrat aydınlarının öngördüğü demokratikleşmeyi görecek kadar uzun yaşar, keyfini hep birlikte çıkarırız.

Not: Ruşen Çakır’ın cuma günkü yazısını okuduktan sonra (Vatan) yazmayı düşündüğüm birçok noktaya ziyadesiyle ve hakkıyla değindiğini görüp, kaldığı yerden devam etmeye karar verdim. Okumayanınız varsa, şiddetle tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku

‘Öfke’ ve ‘görme bozukluğu’

16 Ağustos 2010
ANAYASA değişikliği paketi referandum zemini, tam bir karşılıklı hesaplaşmaya döndü. Yok, 12 Eylül ile ‘vesayet rejimi’ ile hesaplaşma değil, ‘demokratik zeminde siyasal hesaplaşma’ başka şey, bizim yaşadığımız başka şey. Bu kepazeliği, bu laflarla ‘soylulaştırmaya’ çalışmanın alemi yok.

SIĞLIK
Halihazırda, son derece pespaye bir siyasal dil, şahsi sataşma, ucuz seçim meydanı salvoları ortalığı sarmış vaziyette. Bir yanda, laik-cumhuriyetçi kesimin, muhafazakarların toplumsal-siyasal yükselişine karşı duydukları tepkinin, ‘dinci örgütlenme’, ‘cemaat’, ‘havuzlu villa’ karalaması ötesine geçememesi var. Onların, bu sığlıkta yüzmelerinin en önemli nedeni, içinde yaşadıkları toplumun dinamiklerini kavramak konusunda içinde bulundukları ‘acz’den bir türlü kurtulamamaları.
RÖVANŞ
Diğer yanda, muhafazakar kesimin Cumhuriyet devrimine karşı duydukları tepkiyi, doğru dürüst bir demokratik siyasal eleştiriye tercüme etmekten aciz olması, itirazlarının kör bir ‘öfke’nin ötesine gidememesi sorunu var. Evet, bu kesim, Cumhuriyet rejiminin katı çerçevesine öteden beri biriktirdiği itirazın itici gücü ile, bu çerçeveyi kırmaya çabalıyor. Ama, bu kesimin dört elle sarıldığı, ‘vesayet rejimi ile hesaplaşma’, aslında askeri-bürokratik vesayete karşı demokratik bir hamle falan değil, düpedüz rövanş duygusu. 

Aslında, itirazları hiç de ciddiye alınmayacak gibi değil. Öte taraftan, mevcut katı çerçevenin kırılması, bu ülkede yaşayan ve daha demokratik bir toplum isteyen herkes için zorunlu. Ortada ciddiye alınacak bir (aslında birden fazla) sorun ve bu sorunun acilen çözülmesi gereği var. 

Yazının Devamını Oku

Dar kapı

9 Ağustos 2010
BUGÜN size Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde Temizlik işçisi olarak çalışırken işten atılan Türkan Albayrak’tan söz etmek istiyordum. Türkan Albayrak, aslında sendikalı olduğu için atıldığını söylüyor ve uğradığı haksızlığa karşı mücadele vermeye çalışıyor. Bu çabası çerçevesinde bana ulaştı. Onun ve onun gibilerin, daha doğrusu emek dünyasının içinde bulunduğu feci durumunu yazmak istiyordum. Derdini, onun gibilerin derdini size iletmek için elimden geleni yapacağım ama şimdilik beni mazur görsün, zira yine Türkiye’nin krizleri buna izin vermedi.
Aslında son YAŞ toplantısı ile yaşanan kriz üzerine söylenecek fazla şey kalmadı, ama bu garip ülkede, her olay üzerine hemen yorum yapmazsanız her türlü yanlış anlamaya aday oluyorsunuz. O nedenle, bu olay üzerine ne düşündüğümü sizlerle paylaşmayı vazife bildim.
HEPİMİZ ÖDÜYORUZ
Ben YAŞ krizinin içinde bulunduğumuz siyasi sürecin doğal sonuçlarından biri olduğunu düşünüyorum. Yok, olayı hafife aldığım için değil! Ama ona bakarsanız, epeyce bir zamandır yaşadığımız hiçbir olayın hafife alınır yanı yok. Ama artık, ‘öyle olmasaydı da böyle olsaydı’ denilecek yanı da yok. Bu ülkede siyaset, daha makul yollardan sivilleşemedi, demokratikleşemedi. Siyasal partiler, ordu, yargı, tüm kurum ve çevreler, zor ve maliyetli olanı seçti! Daha doğrusu, akılcı olanı beceremediği için, hep birlikte zor olana, maliyetli olana mahkum olduk!
Böylece, herkesin, tüm çevre ve kurumların birbiri ile düzeysiz bir kavga çerçevesinde hesaplaştığı bir sürece girdik. Zor ve maliyetli dediğim bu!
Tüm bu olanların, ‘askere karşı bir tertip olduğu’nu sananlar, daldıkları uzun uykudan ne zaman uyanırlar bilemiyorum, ancak uyanmadıkları sürece, ödeyeceğimiz maliyetler artacak. Bunca güvendikleri, büyük güç atfettikleri ve bazılarının sırtını dayamak istediği kurumun dünyanın ve Türkiye’nin dinamiklerini kavramak konusunda gösterdikleri direnç veya düpedüz dar kafalılığın maliyetini sadece kendileri değil, hepimiz ödemek durumunda kalıyoruz.
Benzer bir durum, laik Cumhuriyetçiler için de geçerli. Doksan yıla yakın bir zamanın sonunda, laiklikten anladıkları, neredeyse başörtüsü dedektifliğinden ibaret olan bir Cumhuriyet tasavvurunun gideceği yol çoktan tükenmişti.
Kavganın diğer tarafı da uzun hikaye. Özetle, o cenahta da, kendini dar bir kafese sıkıştırmış Cumhuriyet projesi ile demokratik bir hesaplaşma adına geliştirilip, olgunlaşmış pek bir şey olmadığı ortaya çıktı.
Öfke, kavga, yüksek gerilim, bireysel düzeyde de, siyasal düzeyde de ‘yetersizlik’ belirtisidir. Bence, tanık olduğumuz bu öfkeli hesaplaşmanın özeti budur.
ÇİLEMİZ VARMIŞ
Ancak, geçmişi değiştiremeyeceğimize, geldiğimiz noktadan geri dönülemeyeceğine göre, bari kendimizi kandırmaya devam etmesek diyorum. Bu arada, her şeye rağmen geri dönülemez bir noktada olmamıza vahlanmadığımı özellikle belirtmek isterim. Zira, geri dönmek mümkün olsa, mevcut üslup ve kafalarından anlıyoruz ki, taraflar farklı davranma yolunu tutmayacaklardı. Yani, bu kafalarla çekecek çilemiz varmış, ‘dar kapı’dan geçecekmişiz. Ne diyeyim, inşallah sonu hayırlı olur.
Yazının Devamını Oku

Kafa karışıklığının maliyeti

2 Ağustos 2010
BAZEN kafası karışık bir insan, sadece kafası karışık bir insandır. Doğrudur, olayları dümdüz gören, hayatın ve münhasıran toplumsal-siyasal hayatın karmaşıklığını kavramaktan aciz olmak sonucu olan “netlik”, insanı kolaylıkla dar fikirliliğe, fanatizme ve benzeri darboğazlara sürükler. Bu durumda olmaktansa, kafa karışıklığı daha iyidir, insanı kuşkuya ve dolayısıyla ile sorgulamaya sevk eder. Ama hal böyle diye, kafa karışıklığına, başlı başına bir meziyet rütbesi vermek gerekmiyor. 
Aslında, artık Anayasa değişikliği referandumuna ilişkin kafa karışıklığı azaldı, çoğumuzun tavrı şu veya bu yönde netleşti. Yine de, bu meselede kafası karışık olmanın, daha “derin fikirli” olmanın bir işareti gibi görüldüğü bir atmosfer oluştu. Bu açıdan, iktidarın, Anayasa değişikliği paketini toplu halde oylatmak suretiyle, yargı üzerinde yürütme hakimiyeti oluşturma girişimini şekere katma yöntemi, fazlasıyla başarılı oldu.
Oysa tablo fazlasıyla net! İktidarın hedefi, sahiden, demokratikleşme ve tek sorun toptan Anayasa değişikliği imkânının zora girmesi olsaydı, değişiklik paketini, en azından madde madde oylatma önerisini ciddiye alınırdı. Bunun önünde bir engel yoktu. Dahası, amaç demokratikleşme olsaydı, seçim barajının düşürülmesi önünde de bir engel yoktu. O halde, bu konuda tablo net!
Diğer taraftan, Anayasa değişikliği paketinin “şeker”lerinin çoğu da hakiki şeker değil. Mesela, sözleşmeli kamu hizmeti düzenlemesi, grev ve toplu sözleşme konusunda genişleyen hakları anlamsız hale getiriyor, sendikalar bas bas bağırıyor, ama işiten veya işitmek isteyen yok!
Son olarak, “hiç yoktan iyidir” mantığının bizi nerelere sürüklediğinin en yeni ve en vahim örneği Kürt açılımı oldu. Hiç olmazsa, bu olaydan ders çıkarılabilseydik! O zaman da, “yetersiz ama hiç yoktan iyi” mantığı çalışmış, açılımı eleştirenlere, “ayrım” gözetmeden “statükocu”, “sabotajcı” yaftası yapılmıştı. Geldiğimiz yer ortada! O yerde, adı konmamış OHAL uygulaması söz konusu. BDP milletvekilleri Dörtyol’a giremediler, daha ötesi var mı? Sahiden, hiç yoktan iyi miymiş?
Türkiye, artık, birçok konuda, “hiç yoktan iyi” veya “şimdilik idare eder” noktasını çoktan aştı. Mevcut statükoyu devam ettirmenin imkanı kalmadığı gibi, “şimdilik” idare edecek, “hiç yoktan iyi” tedbirlerle gidilecek yol kalmadı. Birçoğumuz bunu telaffuz etmekten dahi çekinmeye devam ettiği müddetçe, her meselede hızla Kürt açılımında yaşadığımız büyük savruluşları yaşayacağız.
“Statükocu demesinler”, “onun yanında yer almayalım, bununla anılmayalım” kompleksinin vebali büyük oluyor, daha da büyüyecek! Dahası, “Hayır” oyu MHP ve CHP ile aynı cephede görünme riski taşıyor da, “Evet” oyu AKP, SP ve en kötüsü BBP ile oy kardeşliği riski yaratmıyor mu? Olaylara böylesi bir dar kafalılıkla bakma şansımız var mı? 
“Boykot” seçeneğini ise başka bir yazıda tartışmak istiyorum. Ama hemen söyleyeyim, ben boykot etmeyeceğim, “Hayır” diyeceğim, bu konuda hiç tereddüdüm yok!
Yazının Devamını Oku

Cumhurbaşkanı neden rahatsız?

19 Temmuz 2010
CUMHURBAŞKANLIĞINA, mevcut siyasi gerilimi düşürecek, ‘hakem’ rolü üstlenebilecek birinin aday gösterilmesinin iyi bir fikir olduğunu düşünmüştüm, halen öyle düşünüyorum. Ancak bu arada, Sayın Cumhur-başkanı’nın benim kaygımı haksız çıkarmasını da gönülden umuyordum. Öyle olmadı.

Bu kez, madem öyle olmadı, bari Sayın Cumhurbaşkanı kendince doğru olduğunu düşündüğü ‘taraf’ konumunda samimi olsaydı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yani, madem Cumhurbaşkanı bugüne kadar mevcut iktidarın siyasi çizgi ve kararlarının doğrultusunda tutum sergiledi, bari bu tutumu sonuna kadar izah etse, savunsaydı.    

ATIYOR, ‘İÇİME SİNMEDİ’ DİYOR

Ama öyle yapmıyor, atıyor, onaylıyor, sonra “İçime sinmedi”, “Başka türlü olsa daha iyi olurdu” diyor. İşte, ben bu tutumunu samimiyetten uzak buluyorum. Sayın Gül, son olarak, Anayasa ve YÖK konularında iki açıklama yapmış. Birinde, kısmi değişiklik yerine, “Yeni Anayasa daha iyi olurdu” demiş (Milliyet, 15 Temmuz). Oysa, Anayasa değişikliği paketi imzasına sunulduktan sonra, kendisine, paketi imzalamadan gözden geçirmesi doğrultusunda, bir grup hukukçunun imzaladığı bir mektup gönderildi. Daha önce, değişiklik paketine demokratikleşme açısından itirazlarını izah eden bir bildiriyi imzalayan bir grup da, eşzamanlı olarak, kendisine bir mektup gönderdi. Bu imzacılar arasında ben de vardım. Özellikle, değişiklik paketindeki maddelerin ayrı ayrı oylanmasının daha isabetli olacağı yönünde görüşlerimizi Cumhurbaşkanı’na iletmek istemiştik. Ancak Sayın Gül, bu talepleri hiç dikkate almadı. Bu aşamalarda görüş bildirse, telkinlerde bulunsa yeni anayasa konusunda ifadesi daha samimi görünürdü.

Diğer taraftan, YÖK’e ilişkin ‘rahatsızlığını’ anlamak daha da güç! Madem şimdilik YÖK sistemi toptan değişemiyor ama Sayın Cumhurbaşkanı bu sistemden rahatsız, bari her defasında önüne gelen listede, en çok oy alanı seçsin ve böylece demokratik bir teamül oluşsun. Ama öyle yapmıyor, son olarak Marmara Üniversitesi’nde, en çok oy alanı değil, YÖK’ün 1 numarasını atadı. Tercihlerini bu yönde kullanıp, sonra kendi tercihinden rahatsız olmak söz konusu olmayacağına göre, neden rahatsızlık duyduğunu anlamak gerçekten de zor.

Beğenelim beğenmeyelim, iktidarlar kararlarını şu veya bu şekilde savunuyor, hoşnutsuzluk ve itirazlara muhatap olma maliyeti ile karşılaşıyor. Cumhurbaşkanlığı da, halihazırda yetkisi az bir mevki değil. Bu koşullar altında yetki sahibi olup, maliyetinden kaçınmak gibi bir tablo söz konusu oluyor.

TABLONUN EN MASUM YORUMU


Şayet Cumhurbaşkanlığı’nın ‘partiler üstü’ ve hakem konumunda olma tanımına sığınılıyorsa veya sığınılabileceği düşünülüyorsa, bu düpedüz sorumluluktan kaçmak için bir yol haline gelir. ‘Partiler üstü’ olmak, partilerin yüklendiği sorumluluktan kaçmak anlamına gelmez, gelmemeli.

Görebildiğim kadarıyla, Türki-ye’de bu konuda ciddi bir kavram kargaşası ile karşı karşıyayız. Karşı karşıya olduğumuz tablonun en ‘masum’ yorumu ancak bu olabilir.
Yazının Devamını Oku