Nuray Mert

Naipul Kavgası ve ‘Demokratlar’

27 Kasım 2010
İSTANBUL’da düzenlenen Avrupa Yazarlar Toplantısı’na ‘onur konuğu’ olarak davet edilmesi büyük tartışma hatta kavga yaratan V.S. Naipul, Türkiye’de pek tanınan bir yazar değildi. 2001 yılında, 11 Eylül olayının hemen ardından Nobel almasını ben tam bir skandal olarak görmüştüm ve yazmıştım (Radikal, 13 Kasım, 25 Kasım 2001). Zira Naipul, sadece edebi eserlerinde sergilediği sömürgeci, misantropik görüşleri nedeniyle tartışmalı bir yazar değildi. İslamcı radikalizmi kendince değerlendirmek üzere, İran devriminin hemen ardından dört Müslüman ülkeye yaptığı gezilerden derlediği ‘Among the Believers’ (1981) Müslüman dünya’yı son derece sığ ve aşağılayıcı biçimde değerlendiriyordu. Üstelik, işin peşini bırakmayıp, daha sonra, bu ülkelere yeniden gitti ve benzer bir anlayışı sergilediği ‘Beyond Belief’ (1998) adlı ikinci bir kitap yazdı. Bu kitapların edebi hiçbir yönü yok. Dahası, kimse tartışmalı kitaplarını okumadığı için farkında değil ama, Naipul, bu kitaplarda sadece dindarları değil, hoşlanmadığı tüm fikirleri aşağılamak için vesileler buluyor. Pakistan ve İran’a ilişkin bölümlerde uzun uzun, bu ülkelerde karşılaştığı Marksist, solcu aydınlar, alaycı biçimde konu ediliyor.
‘Yazar ve diğer sanatçıların, siyasi görüşleri, değerlerini ne kadar gölgeler?’ tartışılabilir bir konu. Ancak, o dönemde Nobel alması, son derece yadırgatıcı olması gereken siyasi bir mana ifade diyordu. Türkiye’de yapılan bir toplantıya, ‘onur konuğu’ olarak davet edilmesinin yadırganması da son derece doğal. Tepki gösterenlerin neredeyse tamamının, Naipul’un  kitapları hakkında pek fikri olmayanlar olması ve kullanılan dil sadece bir ‘seviye’ meselesi.  
Son tartışma etrafında benim asıl takıldığım, bazı büyük Türk demokratlarının, konunun ‘gelmesin bu gavur’ şekline bir linç kampanyasına dönmesine ve yazarın gelmekten vazgeçmesine karşı, bu olayı demokrasi ve fikir özgürlüğü açısından değerlendirenler arasında olmaması. Laik kesimde benzer bir tepki söz konusu olsa, demokrasi diye kıyameti koparacak olan bazılarının hiç ses çıkarmaması.
Bunlardan özellikle birinin sesinin hiç çıkmamasını izah etmek mümkün değil. Naipul Nobel aldığında, Yeni Şafak gazetesinde yazan Cengiz Çandar, Naipul hayranı yakın arkadaşı Fuad Ajami’ye gönderme yaparak, Naipul’un bakışının müslüman dünyayı anlamak açısından ne kadar önemli olduğunu belirtmişti. Bununlada yetinmeyip, konuyu Türkiye’ye bağlamıştı; ‘Yirmi birinci yüzyılda ayakta kalmak için bizdeki ahlaksız, akılsız, ufuksuz, iradesiz ve kafası karışıkları, içerden ve dışarıdan kurulacak psikanaliz masasına yatırmamızın zamanı geldi’ diyordu (21 Ekim 2001). 
Bu arada hatırlatayım, şimdilerde, Naipul’u kışkırtıcı biçimde manşet yapan Yeni Şafak gazetesi içinde, liberaller ile İslamcılar kavgası vardı. Başta Çandar olmak üzere o sırada bu gazetede yazan liberaller, İslamcıları 11 Eylül olayını samimi biçimde kınamadığı için eleştiriyorlardı. Başka gazetelerden liberaller de, 11 Eylül olayından yola çıkıp, Naipul’u çağrıştıran müslüman dünya değerlendirmelerine girişmişti. Hasan Cemal, Demirel ile gittiği Pakistan gezisinde tanık olduğu Türkiyeli Taliban’ların Türkiye’deki izlerini sürme gereği duymuştu (Milliyet, 16 Eylül 2001)
Devir öyle bir devirdi. İslami kesim güçsüzdü ve neredeyse 11 Eylül’ün hesabı bile onlardan sorulabiliyordu. Sonra işler değişti, tüm bunlar unutuldu. Başta iktidar olanlar, güç ellerine geçince kendilerine biat edenleri, ‘demokrasi mücadeleleri’nde baş müttefik saymaya başladılar. 
Naipul olayı dolayısı ile Türkiye’de demokrasinin neyi gerektirdiğini sorgulayacaksak, muhafazakar kesimden gelen seviyesiz tepkilerden daha önemli olanın, bu olay karşısında sessiz kalan, geçmişte Naipul’u övdüğü halde sessiz kalabilenlerin demokrasi adına ‘Alikıran başkesen’ kesilebilmesini görmek lazım.
Bu ülkede demokrasi gelişemiyorsa, bunun önündeki engeller sadece muhafazakar ve Kemalist otoriter zihniyet dünyaları değil. Demokrasi ve demokratlığın ilkeli bir ekseninin olmaması, olamaması. Naipul tartışması vesilesi ile dikkatinizi, tekrar bu noktaya çekmek istiyorum. 
Şahıslarla işim yok ama, baktım ki, düşünsel tutarlılık ve ilkelilik konusuna isim vermeden dikkat çekmeye çalışınca, kimse üç beş sene önce söylediğinin ardında durmuyor, gizlenip meseleyi geçiştirmeyi tercih ediyor. O nedenle bazı isimleri zikretmek zorunda kaldım. 
NOTLAR:
1 - Daha sonra Virgül dergisinde daha geniş
bir Naipul yazısı yazdım (Aralık 2001)
2 - Naipul geçtiğimiz Temmuz ayında İstanbul Kültür Başkenti etkinliklerinden İstancool çerçevesinde Türkiye’ye geldi. Ben de kendisi ile, bir davette karşılaştım ve uzunca sohbet ettim, Nobel almasına karşı yazdığımı söyledim, herhalde son olaylar dolayısı ile bu sohbeti hatırlamış ve kıyameti koparanlardan birinin ben olduğumu düşünmüştür. Oysa ben Yazarlar toplantısından haberdar olmadığım için tepki vermeye
zaman bulamadım. Bulsaydım, Nobel aldığında yazdıklarıma benzer bir şeyler yazardım.
Yazının Devamını Oku

Dış politika masalları

23 Kasım 2010
ULUSLARARASI ilişkiler konusunda yorum yapmak için bu alanda belli bir birikime sahip olmak lazım.

Bu, ‘bu konuda uzmanlaşmış akedemisyen ve gazeteciler dışında kimse yorum yapamaz’ demek değil. Ama, mütevazi düzeyde yorum yapmak için de, en azından dünyada neler olup bittiğini hiç olmazsa ‘okur’ düzeyinde takip etmek gerekiyor. Yoksa, meydan masal, komplo karşımı yorumlara kalıyor.

Türkiye, dünyada olup biteni vasat düzeyde bile takip edebilen bir ülke değil. Hemen her gazetenin, dış haber takibi yapan bir iki iyi yorumcusu var, ama o kadar. Bunun dışında, dış haberlere yeterince önem ve yer verilmiyor. Bu açıdan, Radikal gazetesinin ‘dünya’ bölümünün hakkını vermek lazım. Ama, genelde, dünyada olup biten, Türkiye ile ilgili kısmı ile sınırlı değerlendiriliyor.

* * *

NATO’nun, Lizbon zirvesinde alınan füze kalkanı sistemi ile ilgili karar da bu çerçeveye sıkışıp kaldı. Dahası, klasik ‘savunmacı’ tavır ortalığı kapladı. Alınan kararlar, ‘Türkiye’nin başarısı’ olarak takdim edildi. Doğrusu, Türkiye’nin, son derece zor durumda kaldığıdır. Gerçi hangi iktidar olursa olsun, bundan fazlasını yapamazdı. O nedenle, ortada çok eleştirecek bir şey yok. Asıl sorun, Türkiye’ye ve mevcut ikitidara ‘başarı’ icat etmek adına, gerçek tabloyu görüp/gösterme konusundaki isteksizlik.

Yazının Devamını Oku

‘Beyaz Türkler’ tartışması

20 Kasım 2010
ERTUĞRUL Özkök, ‘Beyaz Türklerin Kurban Bayramı ile İmtihanı’ yazıma takılmış. Yazısının sonunda, ‘Kurban’ konusunda söylediklerine hiç değinmeyeceğim, o ayrı bahis. Zaman geçtikçe inançların kökünden değişeceğine inanan insanlar var, Ertuğrul Bey de bunlardan biri, ama şimdilik bu konuda tartışma açmak istemiyorum.
Ben, Beyaz Türkler’in dini inançlardan ziyade, dindar kesime karşı, büyük ölçüde de sınıfsal ve kültürel temelli küçümsemelerini, uzun zaman sorun etmiş biriyim. Yazımda o döneme gönderme yaptım, sonra da, muhafazakar iktidar karşısında tırstıklarından söz ettim. Zayıf karşısında heyheylenmekten de, güçlü karşısında tırsmaktan da hazzetmiyorum. Bu iki davranış biçimi de, zaten aynı tavrın iki yüzünden ibaret. Kurban Bayramı vesile oldu, bundan bahsettim, hepsi bu.
* * *
Bu açıdan, konu, en azından benim için, Beyaz Türkler değil, Beyaz Türklerin birçoğunun, bir yandan Batı karşısındaki kültürel kompleksleri, diğer yandan güç karşısında sergiledikleri tutum. Hal böyle diye, muhafazakar yazarlar ve o takıma eklenen bazı liberaller gibi, tüm tarihsel, toplumsal, siyasal sorunları Cumhuriyet devriminden, her habaseti Beyaz Türkler’den bilen biri hiç olmadım. Tam tersine, bu marazi düşünce biçiminin en kısa zamanda makule dönmesi umudu içindeyim.
Bence, muhafazakarların Cumhuriyet devrimine karşı tepkilerinin bir kısmı anlaşılır, gerisi düpedüz alerjiye dönmüş vaziyette. Zamanında, Kemalizm ile doğru dürüst hesaplaşamayan solun bazı temsilcileri de, benzer bir tepkisellik içinde sağ muhafazakar koroya katılmış, gözü kara bir ‘reddi miras’tan demokrasi çıkacağını sanıyorlar. Ben, Cumhuriyet devrimi nin kökünden eleştirel değerlendirilebilmesinden yanayım, ama bu ‘kökten eleştirellik’, ‘kötülemekten’ farklı bir şeydir, bu farkın anlaşılmadığı kanaatindeyim.
Diğer taraftan, Beyaz Türklere tüm eleştirilerime rağmen, ben Beyaz Türkleri dışlayan bir demokrasi ortamının kurulabileceğine inanmıyorum. Daha önce de yazdım, Beyaz Türklerin, hayat tarzları tehlikede duygusu ile siyasal otoriterliğe meylettiği doğru ama, Beyaz Türklerin liberal, şehirli kültürünü dışlayan bir demokratik ortam söz konusu olamaz. Referandum sonrasında, Mehmet Tezkan, ‘Hayır’ oyu veren kıyı şeridini otoriter ilan edenlere karşı, ‘o zaman, evet oyu veren demokrat şehirlere tatile niye gitmiyorsunuz?’ diye sorarak tam da bu soruna işaret etmiş oldu.
* * *
Muhafazakarlar, siyasal-tarihsel baskılara karşı geliştirdikleri demokratik dinamiğe karşın, kırsal/dindar, taşralı ve dolayısı ile kültürel olarak yeknesak ve kapalı, siyasal olarak baskıcı bir zihniyet dünyasını temsil ediyorlar. Kimse alınmasın ama, demokrasinin dinamiğini bu motora bağlarsak yandık demek isterim!
Son olarak, bunları söylüyorum diye ‘Beyaz Türkleri, ‘Beyaz atlı prensler’ olarak tanımlayanlardan da olmadığımı hatırlatmak isterim. Hatırladığım kadarı ile, Ertuğrul Özkök’ün tarifi, böyle dört başı mamur bir insan tipiydi. Asıl, bir ‘Beyaz atlı prens’ tarifi ise, İlber Ortaylı Hoca’ya aitti. Ama zaten biliyorsunuz, Hoca için, değil Beyaz Türk, adam yerine konmak için bile, dört beş dil konuşmak, tarih, edebiyat bilmek, mükünse birkaç enstrüman çalmak, kallavi bir aile tarihine sahip olmak ve daha birçok özellik lazım. Hoca, belli ki, kriterlerinin yüksekliğinin, kendisini
ciddiye alınmasını zorlaştırdığının
farkında değil.
* * *
Sonuçta, küçümsemenin de, abartmanın da alemi yok. Beyaz Türkler dediğimiz, ya zaten zamanında, Osmanlı son döneminden itibaren Batılılaşma akımına ayak uydurmuş, dolayısı ile Cumhuriyet devrimleri ile sorunu olmayan veya Cumhuriyet devrimi sonrasına kolay ayak uyduran şehirli, liberal orta sınıf ve bu sınıfa zamanla dahil olanlardan ibarettir. Bu kesim, muhafazakar kesimin toplumsal ve siyasal yükselişi karşısında epeyce direndi, şimdi kendini tehdit altında hissediyor. Olay kısaca bu. Bayram sonrası için bu kadar yeter. Konuyu uzatmak isteyen olursa memnuniyetle uzatırız.
Yazının Devamını Oku

‘Beyaz Türkler’in Kurban Bayramı ile imtihanı

16 Kasım 2010
‘BEYAZ Türk’ tabiri epey zamandır dolaşımdaydı, son zamanlarda iyiden iyiye tartışma konusu oldu. Aslında benim de, uzun süredir kurcaladığım bir konudur, ancak siyasi gündem izin vermediği için, şimdiye kadar bir şey yazamadım. Şimdi de, bu bayram günü, sosyo-politik yorumlarla başınızı ağırtmak istemiyorum. 2003-2005 yılları arasında, önce bir dergide, sonra bir gazetenin hafta sonu ekinde, imzasız olarak ‘Beyaz Türk’ün seyir defteri’ başlıklı ve ‘Beyaz Türk dünyası’ ile dalga geçen yazılar yazıyordum. Geçen gün baktım, bu yazılardan biri, Kurban Bayramı’na ilişkinmiş. Malum, Kurban Bayramı, Beyaz Türk dünyası’nın pek hazzetmediği bir olaydır. Şehirli kesimin, inekle, koyunla, bu denli yakın bir ilişkiden uzak kalması doğaldır. Buna bir de, kasabın elinden kaçan inek görüntüleri eklenince, iş iyice çığrından çıkardı. 
Ama en önemlisi, ‘modernlik’, ‘burjuvalık’, ama en önemlisi ‘medenilik’, öteden beri Batılılıkla özdeşleştiği için, ‘dini’ ve ‘geleneksel’ olan şeylerin medeni bir uslupla yaşanma biçimleri çoktan terk edilmişti. Bu durumda, en çok da, Kurban Bayramı, rahatsız edici bir görüntü haline gelmişti. Beyaz Türkler, Kurban Bayramı dönemi coşar, toptan hayvan hakları savunucusu ve neredeyse vejeteryan kesilirdi. Gazeteler, televizyonlar, ‘vahşi şekilde boğazlanan’ hayvan görüntüleri ile dolardı.
Ben de, altı yıl önce yazdığım Beyaz Türklerin Kurban Bayramı ile imtihanı yazısında, bu durumla dalga geçmişim. Bu yıl, bayrama denk gelen yazı günümde o yazıyı yayınlayayım diye bile düşündüm. Ama baktım ki, durum tamamen değişmiş. Belli ki, bu esnada belediyeler, o türden manzaralar karşısında tedbirleri geliştirmiş. Ama asıl önemlisi, ‘Beyaz Türkler’in muhafazakar iktidarla imtihanı’ tesirli olmuş!
‘Bu manzara Türkiye’ye yakışmıyor!’ türü manşetlerden eser yok. Neredeyse, ‘Kurban Bayramı yasaklansın’ demeye getiren yazıların benzerine de rastlamadım. Oysa, ben yazmaya başladığımdan bu yana, her bayram, imzalı yazılarımda da, Kurban konusundaki bu takıntıyı tartışma konusu ederdim.  Artık buna gerek kalmadı. Gayet iyi, ‘her işte bir hayır vardır!’ diyeceğim ama, ben tırsma sonucu olan şeylerden ‘hayır’ doğacağına inananlardan değilim. İnsanların, birbirinden korkarak, tırsarak, içlerinden homurdanmaya devam ederek, herhangi bir meseleyi aşacağını, birbirini veya farklı inanç dünyalarını, farklı hayat tarzlarını hakkıyla anlayacağını düşünmüyorum.
Takdir edersiniz ki, mesele Kurban Bayramı meselesinden ibaret değil. Genel olarak, muhafazakar kesime karşı gösterilen hoyratlığın geri çekilmesinin, iktidar korkusu ile olmasını hayra alamet bulmuyorum. Bu kuşkusuz, sadece hoyratlaşma eğilimi göstermekten çekinmeyen muhafazakar bir iktidarın iş başında olması sorunu değil. Aynı zamanda veya belki de öncelikle, şimdi güç karşısında tırsanların, zamanında, güçsüzken bu insanları, onların inançlarını, hayat biçimlerini anlamaya, haklarını teslim etmeye hiç niyeti olmamasındaydı.
İçinden homurdanmaya devam eden Beyaz Türklere ben yine de hatırlatayım, içlerine sinmese de, bu vesile ile ‘kurban’ın sıradan ve ilkel bir hayvan boğazlama değil, daha deruni anlamları olabileceğini düşünsünler. Herkese iyi bayramlar!
Yazının Devamını Oku

Ali Bardakoğlu farkı

13 Kasım 2010
DİYANET İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’nun görev süresinin bitimine çok az bir zaman kala, makamını bırakma kararının ardında ne olduğu hakkında fikir sahibi değilim. Böyle bir gelişmenin çeşitli yorumlara neden olması son derece doğal. Ancak, mevcut siyasi tablo içinde, iktidar ile herhangi bir ters düşme durumu, laiklik tartışmaları çerçevesinde ve bir takım yanlış yorumlara yol açmaya fazlasıyla müsait.
Bardakoğlu’nun, başörtüsü sorununun çözümü konusunda Diyanet’e atılan topu aynen geri göndermesi, bu konuda karine sayılıyor. Bence, eski Diyanet İşleri Başkanı’nın bu konudaki tavrı, kendisinin, başörtüsünün dini açıdan yorumuna ilişkin görüşünden ziyade, prensip sahibi bir bürokrat olması ile açıklanmak durumundadır. Bardakoğlu, bu konuda Diyanet İşleri’nin yasal çerçevesi dışına taşmak ve siyasi tartışmada taraf olmak istemedi, o kadar. Zaten, yaptığı açıklama tam da bu istikametteydi.
* * *
Takdir edersiniz ki, laiklik açısından asıl sorun edilmesi gereken, başörtüsü ile kamu alanında bulunmak gibi özgürlük konuları değil, Diyanet İşleri’nin siyasal karar mercii haline getirilmesi eğilimidir.
Bu arada, belki, hatırlamazsınız ancak bir buçuk yıl önce, Mardin’de, tuhaf bir ‘İslam uleması’ toplantısı yapılmıştı. Radikal İslamcıların cihatçı söylemlerine karşı, İngiltere’den bir düşünce kuruluşu önderliğinde bir toplantı düzenlendi. İbni Teymiyye’nin yedi yüzyıl önce verdiği ‘cihat fetvası’, bir grup İslam alimi tarafından Mardin’de düzenlenen bir toplantıda yeniden tartışıldı. Hükümetin sıcak yaklaştığı bu toplantıya, Diyanet İşleri Başkanlığı ev sahipliği yapmayı reddetti. Ben Radikal gazetesinde bu toplantı ile ilgili bir yazı yazıp, bu kararından ötürü Diyanet İşleri başkanlığını tebrik etmiştim (30 Mart 2010).
Eminim, Bardakoğlu ve DİB, o zaman bu kararı, radikal İslamcların ‘cihat’ konusundaki görüşlerine yakın olduğu için değil, bu konuların sığ siyasi çerçevelere taşınmasına karşı tavır göstermek gereği duyduğu için almıştı.
* * *
Şimdilerde, Başkanlığın, hükümetin Kürt ve Alevi açılımları konusunda fikir ayrılığından söz ediliyor. Doğrusu, Bardakoğlu’nun bu konularda ne düşündüğünü bilemem ama, tavrını belirleyenin yine, Diyanet İşleri başkanlığının doğrudan siyasi alana çekilmek istenmesi olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde, Diyanet İşleri’nin Doğu ve Güneydoğu’da ‘bölücülüğe’ karşı ‘irşat ekipleri’ gibi projelere girişmesi söz konusu. Bardakoğlu’nun bu türden tuhaflıklara sıcak bakması beklenemezdi.  Tabi, bu konularda kendisinin ne düşündüğünü bilemem, bu sadece benim izlenimim.
Her şey bir yana, Bardakoğlu, prensip sahibi, makamı değil, saygınlığı, sorumluluğu önemseyen, ciddi bir din adamı ve bürokrattı. Bunlar, Yeni Türkiye’de,  karşılığı olan meziyetler olmaktan giderek uzaklaşıyor. Umarım, işler daha fazla, bu türden meziyetleri önceliyen bürokrat ve siyasetçileri giderek daha fazla özleyeceğimiz istikamette gitmez. Her devrin, her yola giren türden adamları daha fazla ortalığı kaplamaz.
Yazının Devamını Oku

Yeni Türkiye’de konuşanlar ve konuşamayanlar

9 Kasım 2010
CUMHURBAŞKANIMIZ, iktidar partisi mensupları, bir çok ‘demokrat’ aydınımız, her vesile ile ‘artık Türkiye’de önceden konuşulamıyanlar konuşuluyor’ diyor. Buraya kadar doğru, Türkiye’de kısa bir süre öncesine kadar ima edilmesi bile başa bela olacak bir çok şey açıkça konuşulabiliyor. Ama, bu ‘her şey konuşulabiliyor, artık fikir özgürlüğünün önünde hiçbir engel kalmadı’ demek değil.  Tam tersine, hala o kadar çok engel var ki!
Diyeceksiniz ki, her ülkede belli sınırlar vardır. Ben o belli sınırlardan söz etmiyorum. Demokratik bir ülkede, olmazsa olmaz en temel eleştiri sınırlarından söz ediyorum. Kısaca, bu ülkede, ifade özgürlüğünün alanı iddia edildiği ölçüde genişlemedi, sınırları yer değiştirdi! diyorum.
* * *
 Haberlerde az da olsa yer alıyor, biliyorsunuz, üniversitede öğrenciler ‘parasız eğitim istiyoruz’ dedikleri an, ağızları kapatılıp salon dışına çıkarılıyor. O da yetmiyor, bir kısmı soluğu hapiste alıyor. Bunlardan biri Ankara Üniversitesi, Antropoloji Bölümü 4. Sınıf öğrencisi Berna Yılmaz, bir süre önce bana mektupla ulaşmıştı. 14 Mart günü, ‘Roman Çalıştayı’ esnasında ‘Parasız eğitim istiyoruz’ pankartı açtığı için arkadaşı ile birlikte hapsi boylamış, 6-7 aydır içerde! Bu olaydan sonra, benzer başka olaylar da oldu.
Tekel direnişi bile ‘Ergenekon’ ve ‘PKK bağlantısı’ bahanesi ile sindirilmeye çalışılmıştı. Benzer suçlamalar ile bir çok demokratik siyasal ifade girişiminin bastırıldığı bir ülke burası. Sol siyasal parti ve çevreler için ‘terör’ suçlaması kolay bir gerekçe oluşturuyor. SDP İstanbul İl Başkan Yardımcısı Günay Kubilay, bu türden bir gerekçe ile hapse atılmış. Yakınları, isyan ediyor. Kim ne suçlama ile yargılanıyor bilemiyorum, ama tüm bunlar büyük soru işaretleri ile gözlerimizin önünde oluyor.
* * *
Bırakın bunları, ‘Kandil ile konuşma gereği’nin bunca vurgulandığı bir zaman da bile, sıkıysa, Hamas ile PKK arasında paralellik kuran bir cümle kurun bakalım, sonunuz ne oluyor? Veya, bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden biri olduğumuz Kosova üzerinden bir paralellik kurun bakalım!
Dahası, şu muhteşem ‘sivilleşme’ sürecinde, polisin örgüt evlerine yaptığı baskınların, televizyonlarda aksiyon filmi benzeri görüntülerle yayınlanmasına karşı çıkın bakalım, ne olacak? BDP’liler bazı TV dizilerinin nefret ve şiddeti körüklediğinden şikayet etti diye, hızlıca Washinton-Tel Aviv hattında olmakla mahkum edildiler.
 İşçi, emekçi dediğiniz an, yetmişli yılların ‘anarşist bunlar’ dili hortlayıp, dipdiri karşınıza çıkıyor. İktidarı eleştirmenin sınırlarından hiç söz etmiyorum bile. Her otoriter ülkede olduğu gibi, bu sınırları artık herkes biliyor, ona göre davranıyor.
* * *
Türkiye’nin yeni demokratlarının, parasız eğitim, iş, emek, iş güvenliği gibi meselelere hiç ilgisi kalmadığı için, onlar bu alanlarda ifade özgürlüğünün sınırlarından hiç rahatsız olmayabilirler. Mevcut iktidar konusunda da kafaları net; onlara göre, öncelikli olan; ‘askeri vesayetten kurtulmak, gerisi Allah kerim!’. Bu çerçevede kaldığınız sürece ifade özgürlüğünün sınırları gerçekten de eskisinden çok geniş.
Ama, zaten hep öyle değimlidir? Mevcut iktidarın kafasında olanlar için ifade özgürlüğü hep geniştir. Eskiden Atatürk’ü, Cumhuriyet’i, devrimleri övmenin sınırı mı vardı? 
Her şeye rağmen, ben eskiden konuşamayıp, şimdi konuşabildiklerimizden son derece memnunum. Tek sorun, halihazırda, söz konusu olanın, henüz farklı görüşlerin ifadesinin sınırlarının genişlemiş olması değil, bu kez de, yeni düzenin müsaade ettiği sınırların geçerli olması.
Nihayet, kim ne derse desin, üniversitede başörtülü öğrencilerimin dersleri izleyebilmesinden son derece memnunum. Ama, parasız eğitim isteyen öğrencilerimin sesleri kısılmasına razı olamam.
Yazının Devamını Oku

CHP, hayaller ve gerçekler

6 Kasım 2010
İNSANSIZ, romantik olanlarımızın hayalleri, gerçekçi olanlarımızın temennileri var. Olmazsa, sanat olmaz, bilim olmaz, siyaset olmaz, geleceğimiz olmaz. Ama, temenniler ve gerçekler arasında dengeyi kaçırsak da siyaset olmaz. Tüm bunları, CHP’deki son gelişmelere ilişkin değerlendirmeler için söylüyorum. Son olaylar bir yana, herşeyden önce, CHP’ye ilişkin bazı yaygın kanaat ve değerlendirmeleri fevkalade yanıltıcı bulduğumu belirtmek istiyorum. Bunların başında, CHP’nin başarısızlığının nedeninin, ‘gerçek anlamda sosyal demokrat bir parti’ olmaması olduğu iddiası var. Siyaset alanında, sol ve sosyal demokrat siyaset vurgularının eksikliğini en çok duyan, temennileri bu vurguların ağır basması yönünde olan biriyim. Ancak, temenniler başka, gerçekler başka.
* * *
Seksenli yıllardan bu yana, tüm dünyada siyaset, sağ ve sol siyasetin dilinden uzaklaşarak, kimlik-kültür eksenine yerleşti. Siyaset alanında, zaten bu türden ayrımların önemini koruduğu bizim gibi toplumlarda, bu dönüşüm daha keskin oldu. CHP’nin sosyal demokrat kimlikten uzaklaşıp, laikliğin temsilini öne çıkarması, sadece kendi tercihi değil, bu türden bir sürecin sonucudur.  Hal böyleyken, hâlâ yetmişlerin Ecevit örneğini verip, iktidara giden yolu sosyal demokrasi vurgusunda görmek/göstermek fazla anlamlı değil. Keşke, sosyal politikalar toplumda daha fazla karşılık bulsa, ama durum bu değil. Yani, CHP daha fazla sosyal politika vurgusu yaparak, AKP seçmeni bir işçiden oy alacak değil. İktidar partisi, bunu bildiği için, ana muhalefete sürekli burayı işaret ediyor diye düşünüyorum.
İkinci önemli husus, CHP’nin temsilciliğine öncelik verdiği laiklik konusunda katı tutumunda ısrar etmesinin yarattığı sorundur. CHP’nin laiklik tanımının esnemesini en çok temenni edenlerden biri benim. Bu esnemeyi gösteremeyen CHP, toplumsal gelişmeleri, talepleri görmezden gelerek kendini dar bir yere mahkum etmekle kalmayacak, Türkiye’de demokrasinin önünde sürekli engel teşkil edecek, toplumsal gerilimleri arttırmaktan başka siyasi bir katkı sunamayacak. Son resepsiyon krizinde bunu bir kez daha gördük.
* * *
Bu esneme ancak sağlıklı, sağduyulu bir laiklik ve demokrasi tartışma ve muhasebesi çerçevesinde olabilir. Baykal döneminde ve Gürsel Tekin’e maledilen, ‘Çarşaf açılımı’ gibi tuhaf yöntemler ile olmaz. Her şeyden önce, muhafazakar iktidar ile samimi ve ciddi bir diyaloğun kapısını açmakla olur.
Sonuçta, her şeye rağmen, sosyal devlet anlayışından giderek uzaklaşan Türkiye’nin, sosyal demokrat siyaset diline şiddetle ihtiyacı olduğu doğrudur. Siyaset alanında, sosyal demokrat politika çizgisini, demokratik bir laiklik anlayışı ile buluşturabilen CHP’ye şiddetle ihtiyaç var. Bu hususu ciddiye alan bir dönüşüm, Türkiye’de siyasetin seyrinde tesirli olma şansı yakalar. Hızlı ve sığ iktidar hesapları adına yola çıkan değişim hesapları ise, sadece CHP’yi değil, Türkiye’de siyaset dengesini de daha fazla batağa saplamaktan başka işe yaramayacak.
* * *
Unutmayalım, Türkiye’nin en önemli siyasi gündemi olan Kürt meselesinin çözüm şansı da, ana muhalefet partisinin daha fazla yıpranmasına değil, toparlanarak katkı vermesine bağlı olarak gelişebilir. Benim görebildiğim kadarıyla, BDP bu gerçeği görüyor, umarım CHP ve iktidar partisi de, artık görmeye başlar.
Kısacası mesele, Kılıçdaroğlu-Sav kavgası, kişisel çekişme falan değildir, daha büyük, daha ciddiye alınmaya değer bir meseledir, daha doğrusu bir meseleler manzumesidir. Bakın, bir dönem CHP’ye ilişkin sorun Deniz Baykal etrafında özetlendi, durdu. Baykal gitti, ama
sorun çözülmedi. Aynı kafada gidilirse, Önder Sav gider ama sorun bitmez.
Yazının Devamını Oku

İki skandal

2 Kasım 2010
LAMI cimi yok, iktidar, muhalefet meselesi de değil, adab meselesi! Oktay Ekşi konusunu ben böyle görüyorum. Radikal gazetesinde yazı yazarken de, aynı gazetede yazan bir yazar konusunda benzer tavır takındığım için, kendisi ile mahkemelik olmuştum. Şimdi, söz konusu olan kişi, bir ‘basın büyüğü’ diye, farklı tavır takınmam söz konusu değil. Bu gezetenin okurlarının birçoğunun bu tavrı yadırgıyacağını biliyorum. Ancak, her meselenin ‘eğrisi, doğrusu’ üzerine kalem oynatan insanlar olarak bizler de, şu veya bu gerekçeyle, ilkeli davranmaktan imtina edersek, lafımızın ne değeri kalır? İktidarlarlara biat etmeyi eleştiriken, o veya bu ‘çevre’ye biat etmeyi kabul edilir bulmak mümkün olabilir mi?
   Kimse kusura bakmasın, bu kez, bir yazarın istifa etmek durumunda kalmasını, ‘basın üzerinde iktidar baskısı’ olarak gören veya ima edenlere, hak vermem mümkün değil. Dahası, önemli olan hakaretin muhatabının iktidar olması değil, kim olursa olsun, hakaret ve en önemlisi ‘analı, avratlı’ bir dil kullanımı hiçbir şekilde mazur gösterilemez.
   Diğer taraftan, ortada bir basın skandalı var diye, HES’ler konusundaki tartışma gürültüye getirmeye çalışılıyor. Oktay Ekşi’ye, böyle bir şeye gerekçe olduğu için fazladan kızgınım. Bir skandal, diğerini mazur göstermek için kullanılmaya başlandı. Asıl göz ardı edilmemesi gereken husus bu!
   Zaten çevreyi koruma, kamu çıkarı gibi konuların sermaye çıkarları/ ekonomik büyüme/ piyasa ekonomisine kurban gittiği, bu çarkın siyasal iktidarlar tarafından himaye edildiği bir düzende ve hatta bir dünyada yaşıyoruz. Bizim ülkemizde durum iyice vahim, dahası, mevcut iktidar, zaten yeterli olmayan mekanizmaları da bir bir ortadan kaldırıyor. Kamu yararı adına ‘yerindelik denetimi’ni ortadan kaldırdıktan sonra, şimdi de, Sit alanı ilan etme gibi koruma, denetim yetkilerini Çevre ve Orman Bakanlığı’na devrederek, aslında devreden çıkarıyor. Böylece, önünde hiçbir engel ve denetim olmayacak bir kurguyu yasallaştırıyor. Asıl mesele budur. 
   Bugün Oktay Ekşi’yi doğrudan olmasa da, dolaylı yoldan madur ilan edip, kalem oynatanlar, zamanında, şu anda tartıştığımız meseleye benzer bir konuda mücadele adına, canından olmuş bir mücadele adamının ardından bu kadar vahlanmadılar.  Beş yıl önce, avukat Cihan Eren, Karadeniz sahil otoyol’unun Rize Fındıklı sahilinden geçmesine karşı verdiği mücadele esnasında, 18 Nisan 2005’de, silahlı saldırıya uğramış ve üç ay sonra hayatını kaybetmişti. Katil, ‘meşhur olmak için öldürdüm’ ifadesi verdi, olay kapandı. Olaydan sonra, mahkemeler açılan davalar sonucu, 3. Dereceden Sit alanında otoyol geçmesi hakkında, yürütmeyi durdurma kararı verdi, ama adamcağız bu kararları göremeden can vermiş oldu. 
    Cihan Eren’i hatırlayan kalmadığı gibi, şimdi, onun verdiği mücadelenin devamını getirecek zeminler de bir bir ortadan kalkıyor. Onurlu basın anlayışının gereği, eşe dosta, her durumda destek çıkmak değil, bu türden davaların peşinden koşmak olmalı diye düşünüyorum. 
Yazının Devamını Oku