İkimizi alıp gittik

İkimiz gittik, üçümüzü bırakıp.

Haberin Devamı

Google’a, Sakız Adası’ndaki en romantik dağ köyü yazmıştık.
Öyle bulmuştuk burayı.
Sadece ağustos böceklerini, sadece kuşları, dalgaları ve rüzgarı duyduk o günden sonra.
Bir de birbirimizi tabii ki. Gerçi çok da konuşmadık. Dinleme yeriydi burası.
Tesadüf, Kirkor’la Ani’ye rastladık orada.
Bizden önce gelmişlerdi buraya.
Kirkor resim yapmaya, Ani kitap okumaya, seramikleri için ilham almaya...
Onların telefonları ‘uçak modu’ndaydı tabi.
Bu reçeli seçtiysen, en sevdiğim reçel çilek reçeli, sana verirler dedi Ani.
Kendileri yapıyorlar.
Bir kilise ve etrafında küçük bir hayat.
Herkes 70 yaşın üstünde.
Torunlar hariç. Onlar da napsın sıcakta bir dağ köyünde ya bisiklette ya ipad’te.
Buraya bir yelkenliyle geldik biz, hangi rüzgar attı bizi buraya.
Çakıllı bir kumsal bulduk ikinci gün.
Otelin New York’tan dönmüş sahibi söyledi, kimse yok dedi.
Kimse yok yerleri sevdiğimizi anlamıştı.
Annem öyle değil mesela, insan sever, ses sever, dükkan sever annem.
Bana olmasa da olur.
Şu meşhur siyah çakıllı plaja gittik. Bir oyun bulduk.
Birimiz taşı denize doğru havaya atıyor, diğerimiz de taşıyla onu havada vurabiliyor mu oyunu.
Baya zordu, milyonda bir dedik ama yirmide filan vurdum taşı. Videoda var, hatta gösteririm.
“Burada gece hiç duymadığınız kuş sesleri duyarsınız” dedi Ani, rüzgarı eksik olmayan balkonundan.
Duyduk sahi, kuşu bulamadık karanlık yutmuş.
“Gün batımı şu restorandan izlenir” dedikleri restorana her gün batımı gittik.
Topu topu iki gün batımı ama olsun, attık cebe.
“Giderken hep kızarıyorsun” dedim güneşe.
Şermin hemen iltifat yazmış: Kendinden güzeli görünce utanıyordur.
“Güzel bir kadının iltifatı hakikaten başka oluyor” dedim geceye.
Bir aile vardı, boncuk gözlü iki çocukları vardı.
O çocuklar ne ağladı ne sıkıldı.
Bütün çocuklar şu huzuru tanısa dedim içimden. Fotoğraf çektirdik bende yok.
Bir iki köye gittik illa gidin dediler.
Güzellerdi de biri fazla süslüydü Kirkor’un dediği gibi.
Köyün meydanında kahvaltı ettik.
Bravo o yaşlı teyzeye, bir dedi iki dedi içinden, dikildi bastonunun üstüne.
Bu meydan yaşlılık için iyi dedim. Gölgen var oturuyorsun, hayat akıyor önünden.
Kahvaltıya gelen turistlere, balonlu çocuklara bakıyorsun. O bir şey demedi. Demek ayni fikirde.
Bir gece daha kalalım dedik.
Sanki herkesin iyi kalpli olduğu bir masal köyüne gelmiştik.
Üşüyünce yan masadaki adamın ceketini verdiği bir yerdi.
Gülümsemek bedavaydı.
Sabahları erken kalkıp, Carlo Rovelli’nin “The order of Time” (Zamanın Düzeni) kitabını okuyordu o terasta.
Ben biraz daha uyuyordum.
Dokuz buçukta uyanınca ‘amma uyudun’ diyordu bana ama benim rüyamda, kafasına kasket takmış 7 tane çocuğu İtalya’ya götürdüğümden haberi yoktu.
‘Bari kemerlerini bağlayayım öyle uyanayım’ın peşindeydim.
Bana dedi ki, bak zaman herkese aynı akmıyormuş, fizikçiler açıklamış.
Bayılıyor fizikçilerin onun anlayacağı şeyler açıklamasına.
Zaman hareket edene daha yavaş akıyor dedi, iki gün önce tembelliği savunduğum için.
“Çok çalışanlar bir şeyden kaçıyor bence” demiştim Yunan salatasına çatalımı batırırken.
“O da bir yere doğru koşuyor olmasınlar” demişti kızarmış küçük bir balığı bir çırpıda yutarken. Bence onun üstüne bunu söyledi bana.
Altı yıl önceki orman yangınından siyah gövdeler doluydu ada.
“Ağaçlar da yanarken birbirine sarılmış ev gibi şekiller yapmışlar” dedi Ani.
Fotoğraflarını çekmiş.
Onların seramik heykellerini yapmak istermiş.
“Bazen ağaçlar kendileri yangın çıkarırmış” dedi biri.
“Nasıl yani balinalar gibi mi” dedim içimden...
Ben sahilde, “Dylan Neden Önemli” diye bir kitap okudum.
Adam kitapta Dylan şuradan şunu almış buradan bunu almış deyip duruyordu. Ben Cohen’ciyim zaten.
Tekrar yelkenliye binip adamızı ve kimsesiz romantik köyümüzü terk etmeden önce meydanda kahvaltı ettik.
“Şişman teyze diye bir şey yemek ister misiniz” dedi Eleni, ben evet dedim o yemedi.

 

Yazarın Tüm Yazıları