Sosyal ve manevi boyutu yüksek olan Ramazan ayı, gösterdiğimiz fedakârlıklarımız, tahammüllerimizle nefsin terbiye edildiği, ego eğitiminin yapıldığı bir dönem… Hemen arkasından gelen bayram ise fıtri bir şey… Bayramların insanın beyindeki ödül ceza sistemine uygun ve ilahi bir şekilde ‘Bu dönemde sen manevi olarak ilahi rıza için fedakârlıklar yaptın, sosyal sorumluluklar aldın, insanlara yardım etmeye çalıştın. Bunun sonucunda bayram bir ödül’ tarzında bir de psikolojik boyutu var. Tatlı ve şeker çok verildiği için daha önceleri Şeker Bayramı da denilirdi. Bayramda şeker ikram etme, çocukları ve insanları sevindirme, bayram ziyaretlerinin olması gibi pek çok güzel geleneklerimiz var.
Dini ve Milli Bayramlar bir milleti millet yapan en önemli kültürel standartlardır. Ortak hikayeler, yaşantılar ve hayat senaryolarının yazıldığı günlerdir. Ortak kültürel hafıza, birlikte yaşanan günler ve ortaya çıkan hikayeler, gelecek ortak idealerin en önemli tecrübe alanı bayramlardır. Ne kadar çok ortak güzel yaşantı o kadar çok bağlılık demektir.
Bayramın manasını kimse unutmadı…
Dünyada yaşanan değişimlerden ülkemizin de etkilenmesine karşın bayram geleneği toplumda değişmedi. Dünyada modernizmin oluşturduğu dalgalar etkiler Türkiye’ye de kendini gösterdi. Birçok şey değişti ama bayram geleneği toplumda değişmedi, hiç kimse bayramın manasını unutmadı. Çocukluluğumuza baktığımızda en güzel günler olarak bayramları hatırlarız. Çocukların güzel kıyafetler alması, o gün komşuları dolaşarak herkesin ödüllendirilmesi ve hoş karşılanması toplumsal bilinçaltına yerleşmiş durumlardır.
Ah o eski bayramlar…
Çevremize baktığımızda herkes ah eski bayramlar der dikkat ederseniz. Yüz sene öncesi de iki yüz sene öncesi de aynı şeyi söyler. Ah o eski bayramlar… Sosyolojik ve psikolojik değerlendirdiğinizde aslında kişi kendi çocukluğundaki bayramları özlediği için bunu söylüyor. Çünkü hemen hepimizin çocukluk bayramları güzel geçmiştir. Aile bağları güçlenmiş, şiddet öfke azalmıştır bu dönemlerde. Böyle bir dönemde ve ailede çocuk da kendini daha mutlu ve güçlü hisseder. O günleri hiç unutmaz. O nedenle kendi kültür ve değerlerimizin çocuklara aktarılması çok önemli. Böylece milli kimliğimiz ve değerlerimizin aktarıldığı bayramları korumuş oluruz.
Toplumu birleştiren önemli değerlerdir…
Bayram geleneğinin devam etmesi, toplumun ortak kültürlerinin devam etmesi açısından oldukça önemli. Toplumu toplum yapan, ortak kültürel değerleri, gelecekle ilgili idealleri ve geçmişteki birikimleridir. Bunlar ne kadar çok ortaksa o toplum birlik oluyor, değilse de o toplum ufak bir krizde dağılan bir toplum oluyor. Bu nedenle bayramlar bütün toplumu birleştiren değerlerden en önemlisidir. Bunu canlandırıp yaşatmak gerekir.
İnsanlar sosyalleşme açısından dünyaya prematüre olarak geliyor ve zamanla öğreniyor. Hayvanlar dünyasında böyle bir durum yok. Hayvanlar doğduğunda çok kolay hemen sosyalleşir çünkü bu doğuştan kalıtımla ilgili ve genetiktir. Bir nesil ürerler, ikinci nesli uzaklaştırırlar. Oysa insanlar sosyalleşmeyi öğrenmek üzere doğuyor. İnsanoğlu hangi ortamda büyüdüyse oranın özelliklerini taşıyor. Hatta literatüre girmiş 50’nin üzerinde vaka vardır. Ormanda kaybolmuş veya doğduktan sonra hayvanlar arasında büyümüş vahşi çocuk olguları var. Bulundukları ortamdaki canlıdan etkileniyor. Örneğin köpeklerle beraber yaşamış çocuk olgularında çocuk köpekler gibi yiyor, köpekler gibi yıkanıyor, başını suya tutuyor, hopluyor, dört ayak üzerine yürüyor.
İnsanoğlu öğrenerek gelişiyor
İnsanın iki ayak üzerine yürümesi dahi sosyalleşme ve öğrenmenin bir sonucu olarak gelişiyor. İnsanoğlu öğrenerek gelişiyor. Bu da nörobilimde kanıtlandı. Mesela doğan farelerin bir kısmının gözü hemen kapatılıyor. Gözleri üç ay sonra, altı ay sonra açılıyor. Altı aydan önce gözleri açılan fareler görmeyi öğreniyorlar ama altı aydan sonra gözleri açılan fareler artık görmüyor. Işık uyarısı almayınca beyindeki görme alanları köreliyor ve bir daha gelişmiyor. Bu örnekte olduğu gibi sosyalleşme de böyledir.
Bağımlılık bağlanma bozukluğundan kaynaklanıyor
Hayvanların sosyalleşmesinde genetik kodlar bulunuyor. Hayvanlar üzerinde yapılmış bir bağımlılık deneyi sosyalleşmenin ne denli önemli olduğunu gözler önüne seriyor. Fareler kokain bağımlısı yapılıyor ve bir pedala basınca içinde uyuşturucu madde bulunan suyu içiyor. Ölünceye kadar içiyor ve hayvan ölüyor. Bir başka fare kokain bağımlısı olmuşken alınıyor ve kendi sosyal çevresine konuluyor. Hayvan bağımlılığı bırakıyor ve normalleşiyor. Buradan hareketle bağımlılığın aslında bir bağlanma bozukluğu olduğu anlaşılıyor. Sosyal çevreye bağlanan ve sağlıklı sosyal ilişki kuran insanlar madde bağımlılığına ihtiyaç hissetmiyor.
Küresel bir bağımlılık salgını var
Bağımlılığın arka planında da ciddi bir patolojik sosyalleşme bulunuyor. Yalnızlık ve mutsuzluk var. Bu nedenle şu anda küresel bir bağımlılık salgını var. Özellikle ABD’de ve Kuzey Avrupa ülkelerinde çok yaygın. Bağımlılık pandemisinden bahsediliyor. Bunun arka planında ise sosyal normların değişmesi var. İnsanın sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürmesi için toplumdaki sosyal normlar çok önemlidir. Toplumu toplum yapan sosyal normlardır.
Davranış sınırlarını sosyal normlar belirliyor
Günlük hayatta sık sık karşılaştığımız, özellikle şehirde yaşayan insanların unutkanlık konusunda şikayetçi olduğuna tanıklık ederiz. Unutkanlık yaygın şekilde görülür. Ancak bu unutkanlıkların iyi ve kötü huylu olduğuna bakmak gerekir.
İyi huylu unutkanlıklar dediğimizde basit unutkanlık anlaşılır yani iyi huylu unutkanlık, selim tabiatlı unutkanlık da deriz. Buzdolabını açarsın. ‘Ne alacaktım?’ dersin bir düşünürsün. Telefonunu eline alırsın ‘Kimi arayacaktım?’ dersin ve sonra hatırlarsın. Böyle unutmalar olabilir. Bunlar basit unutkanlıktır.
60 yaşın üzerindeki unutkanlıklarda dikkatli olunmalı
Diğeri ise habis unutkanlık yani kötü huylu dediğimiz unutkanlıklardır. Bu iki unutkanlık birbiriyle çok karışıyor. Özellikle 60 yaş üzerindeki unutkanlıklarda dikkatli olmak ve iyi bir gözlem yapmak gerekiyor. 60 yaş üzerinde unutkanlık başladığı zaman ‘Bu kadar unutkanlık olur’ deniliyor ve Alzheimer riski göz ardı ediliyor. Alzheimer ve demansın ilk başlangıç belirtileri unutkanlık olduğu için buna dikkat etmek gerekiyor. Beynimizdeki o basit unutkanlık deyip geçmememiz lazım.
85 yaş üzerinde Alzheimer riski %50’ye çıkıyor
Dünyada ve ülkemizde ortalama insan ömrünün uzadı. Dünyada da Türkiye’de de kadınlarda 78, erkeklerde 74-76 gibi ortalama bir yaş var. Hatta bu ortalama 80-90’a çıktı. Mesela bir insan 60-65 yaşına geldi, unutkanlığı başladı. Bu kadar unutkanlık olur deyip, tedbir almazsa bir müddet sonra bu unutkanlığın nedeninin Alzheimer olduğu anlaşılabiliyor. Kişi hayatının son 10 senesini Alzheimer olarak geçirebilir çünkü 85 yaşının üzerindeki kişilerde Alzheimer ihtimali yüzde 35-50’ye kadar çıkıyor.
Alzheimer’da beyin yeni öğrenme yapamıyor
Alzheimer hastalığında beyin yeni öğrenme yapamıyor. Alzheimer hastaları eskileri çok iyi hatırlar ve anlatır ama yeni şeyleri hatırlayamaz, unutur. Alzheimer’ın tipik özelliğidir. Buna retrograd amnezi diyoruz. Alzheimer çok ilerlediği zaman eşini unutur ama anne ve babasını unutmaz. Çünkü küçüklüğe dair şeyler beyinde kalıyor. Bu nedenle Alzheimer hastalığında beyin yeni öğrenmeleri yapamıyor.
Psikiyatride ana tedavide en zorlanılan hastalıkların başında gelen şizofreni, hem bizim toplumda hem de dünyada benzer sıklıkta rastlanan bir hastalık olarak dikkat çekiyor. 100 bin kişilik bir şehirde her sene 80 şizofreni vakası çıkıyor yani ortalama olarak bakıldığında bu rakam yaklaşık yüzde 1’e denk geliyor.
MRNA teknolojisi, şimdi psikiyatrik hastalıkların tedavisi için gündemde…
Hastalığın dünya çapında farklı kültürlerde benzer oranda olması hastalıkla ilgili genetik konusunda önemli fikir veriyor. Son yüzyıllarda şizofreni ile ilgili çok ciddi genetik araştırmalar yapıldı. Günümüzde yapılan çalışmalarda da şizofrenide belirlenmiş hedef genler bulunuyor. Yaygınlığı tespit etmek amacıyla kişide hedef gen varsa o gen araştırılıyor. Pek çok hastalıkla mücadelede genetik tedaviler ortaya çıktı. Hedef geni belirliyorsunuz, bir virüsün üzerine adenovirüs denilen zararsız virüsler yükleniyor. O geni değiştirecek gen taşıyıcısı oluşturuluyor. Bu proteini ya da o geni düzelten virüsü vücuda veriyoruz. Virüs gidiyor ve o gene bağlanıyor. O genin çalışmasını engelliyor. O teknoloji (MRNA). Pandemiyle mücadelede gündeme gelen MRNA teknolojisi, şimdi psikiyatrik hastalıkların tedavisi için gündemde.
Şizofreni: Aklın bölünmesi
Şizofreni Grekçe kökenli bir kelime. Anlamına bakıldığında “şizo” yarılma, bölünme, parçalanma anlamında bir kelimedir. Fren de akıl demek yani “aklın bölünmesi” olarak ifade edilebilir. 20. yüzyılın başlarında kabul gören bu tanım, halen değiştirilmedi ve kullanılmaya devam ediyor.
İnsanın normalde üç gerçekliği bulunuyor. İlki gerçek dünya yani yaşadığımız dünya. İkincisi rüya gerçekliği. Üçüncüsü ise hayal gerçekliği. Rüyada ayrı bir dünyadayızdır. İnsan orada uçabilir, dünyaları dolaşır, savaşır. Uyanınca rüyada olduğumuzu fark ederiz. Hayal gerçekliğinde yani daydreaming’de kişi hayale kapılır. Çocuklarda ve ergenlerde çok rastlanır. Kişi hayale kapılır, bir şeyler düşünür. Sonra gerçek dünyaya döner.
Şizofreni hastaları ayrım yapmada zorlanıyor
İnsanın yapacağı ve yapmayacağı şeyler vardır. Akıl yürütmelerle oluşturulan, tanıdık bir dünya vardır. Bu gerçek gerçekliktir. Diğeri hayali gerçekliktir. Fiziksel, hayali ve rüya gerçekliğidir. Şizofren kişilerde bu üçünün ayrımını yapma bozukluğu vardır. Sağlıklı bir beyin, reality testing denilen, gerçeklik testi yapan bir networke sahiptir. Bu gerçek, gerçek değil. Rüya, rüya değil ayrımı yapar.
70’li yıllarda literatüre giren tükenmişlik sendromu, sanayi toplumlarında ve rekabetin yoğun olduğu ortamlarda çok fazla görülüyor. Sosyal desteğin zayıf olduğu ortamlarda çok daha kolay çıkan tükenmişlik sendromu, kişinin stresini yönetememesiyle çok yakından ilgili. Stres kelimesi de aslında sanayileşmeyle ortaya çıkan bir kavram. Stres kelimesi ilk olarak 1800’lü yıllarda madencilik sektöründe kesişme noktası, stres noktası, basınç noktası, tazyik noktası olarak ortaya çıktı. Madencilerin yorulması ve maden yüklerinin normalin üzerinde olan yerleri stresli olarak tanımlandı. 60’lı yıllardan sonra ise tıp literatürüne girdi.
Tükenmişlik sendromuna vücudumuz çeşitli tepkiler veriyor. Fiziksel, duygusal ve düşünsel belirtiler ortaya çıkabiliyor. Fiziksel belirtilerde kişide yorgunlık ve uykusuzluk gibi durumlar ortaya çıkabilir. Kişi son derece yorgun hisseder. Uykuda düzensizlik vardır. Bu uyku düzenindeki bozulma, bitkinlik, yorgunluk hissi fiziksel belirti olarak dikkat çeker. O nedenle bu sendroma tükenmişlik diyoruz.
Karamsarlık ve ümitsizlik yaşanıyor
Tükenmişlik sendromunda duygusal belirtiler de gözleniyor. Duygusal belirtilerden en önemlisi kişinin karamsar olması, ümitsiz olması, kendini değersiz, başarısız görmesi, mesleki özgüvenin gitmesi ve en çok olan ben yapamam, başaramam demesidir. Hatta buna kapana kıstırılmışlık sendromu da diyenler var. Kişi öyle bir ruh halindeki kendini kapana kıstırılmış gibi hissediyor. Dipsiz, derin bir kuyuya atılmışlık hissi yaşıyorlar.
Beyin hep olumsuz düşünüyor
Bu sendromun düşünsel belirtileri de bulunuyor. Bu sendromu yaşayan kişi, normalde düşüncelerini yönetebilse duygularını ve streslerini yönetebilirler ama düşünsel olarak da tükendikleri, çöktükleri için var oldukları psikolojik kaynaklarını kullanamıyorlar. Çünkü onlar sürekli düşündüğü için beyin 60 dakikanın 59 dakikasında hep olumsuz şeyler düşünüyor. ‘Ben yapamam, ben beceremem, bu iş beni aşıyor, bittim tükendim artık’ diye düşünüyorlar. Burada zihinsel olarak bloklanma var, ümitsiz ve karamsar olma hali ortaya çıkıyor.
Davranışsal bozulmalar ortaya çıkıyor
Davranış alanında da bozulmalar yaşanabiliyor. Bu kişide sosyal içe çekilme olur, insanlardan izole olur böyle durumlarda. Daha çok tükenmişlik sendromu hizmet sektöründe çok fazla, insanlara hayır diyemeyen kişiler çok rahatlıkla tükenmişlik sendromuna girer. Hayır diyemediğinden dolayı içine atıyor ve ben tükendim yapamam diyor. Sanatçılarda ortaya çıktığını görüyoruz. Çekimleri yarım bırakabiliyorlar, seti terk edebiliyorlar.
Öfkenin en güzel ilacı ertelemektir
Öfke yangın gibidir ve öfkeye itfaiyeci modeliyle yaklaşılması gerekir. Yangına nasıl kontrollü bir şekilde yaklaşılıyorsa öfkeli durumlarda da karşıdaki kişiye öyle yaklaşmak lazım. Öfke sırasında tepki gösterip karşı tarafı suçlarsanız yangını daha da büyütürsünüz. Yangını beslemiş ve desteklemiş olursunuz. Yangın çıktığı zaman nasıl davranılır? Yangını söndürmeye odaklanırsınız. Sebeplerini sonra incelersiniz. Öfkenin en güzel ilacı ertelemektir.
Öfke yanlış kararlara sebep olur
Öfke duygusu kişinin muhakemesini bozarak yanlış kararlar vermesine sebep olur. Muhakemesi bozuk kişinin duyguları ve öfkesi tıpkı savaş stratejisi duygularıdır, öfkesidir. Savaş stratejisi ise orman kanunlarıdır. Orman kanunlarının olduğu yerde senin de vahşi ve kötücül olman gerekir. Böyle olunca da güçlü zayıfı yener.
Gerginlik anında ortam değiştirilmeli
Gerginlik anlarında tarafların yapması gerekenlerle ilgili birkaç tavsiyede bulunabiliriz: Öfke anında yan odaya geçerek ortam değiştirilebilir. Bağıran kişiye yumuşak bir sesle ‘Ben seni anlamaya çalışıyorum. Yavaş konuşur musun?’ denilebilir. Böylece karşı tarafın birdenbire ezberi bozulur, ses tonu yumuşar ve hemen normal konuşmaya başlar. Öfkeli kişi ‘Beni anlamaya çalışıyor’ diye düşünür. Böylece güç savaşlarını yenmiş oluyorsun.
“Durmak, düşünmek ve karar vermek” bir beceridir
Öfke anında konuşmak yanlıştır. Söz konusu konunun konuşulması daha sonraya bırakılmalıdır. Genellikle önce bağırıp sonra düşünüyoruz. Önce sinirlenip sonra düşünüyoruz. Yani duygu odaklı bir yaşam felsefesi var. Hâlbuki dur, düşün, yap kuralını da evlilikte hayatımızın bir parçası haline getirmeliyiz. Bu yıllar içerisinde öğreniliyor. Ancak olgunlaştıktan sonra yani 40 yaşından sonra beyin bunu daha sağlıklı kullanabilir hale geliyor. İnsanın hep sağlıklı karar verebilmesi zordur. Onun için durup düşünüp karar vermek bir beceridir. Bu beynin ön bölgesinin eğitimidir.
Evlilik öncesinde tarafların kişilik özellikleri, ekonomik ve kültürel yönden ortak noktaları olması sağlıklı bir evliliğin önemli şartlarından biri olarak öne çıkıyor.
İlişkide doz nasıl ayarlanır?
Evlilik öncesinde tarafların çok dikkatli analiz yapması gerekiyor. Evlilikte uyum sağlanmasında da her şeyde olduğu gibi uygun doz önemlidir. Tıpta bir kural vardır: İlacı ilaç yapan dozudur. Yani ilacı zehir yapan aşırı dozda olmasıdır. Her ilişkide de doz önemlidir. İlişkilerde bu doz nasıl ayarlanır? Oturup konuşabiliyor musunuz? Ortak alanlarınızın yüzde 50’nin üzerinde olması lazım. Ortak ilgi alanlarınız azsa sevgi de zayıflayınca bir müddet sonra ayrışma yaşanıyor.
“Eş adayım değişsin” demek evliliğe hazır olmadığının işaretidir
Evlilik öncesinde eş adayından değişmesini beklemek yanlış bir davranıştır. Evleneceğim kişi, benim istediğim şekilde değişsin de öyle gelsin gibi bir yaklaşım mümkün değil. ‘Bana benzesin beni hoş tutsun, hep benim hoşuma gidenleri yapsın’ gibi bir yaklaşım varsa bu kişi evliliğe hazır değildir zaten. Evlilik demek, tarafların birbirinin kopyası olmak demek değil ki. Evlilikte eşlerin kendilerine özel alan bırakması lazım. Evlilikte her iki tarafın karşısındakini farklı bir insan olarak kabul etmesi lazım.
Altın orta nokta kuralına uyuyor muyuz?
Evliliklerde altın orta nokta kuralı vardır. Her iki tarafın evlilik öncesinde “Acaba biz evlilikte altın orta nokta kuralına uyuyor muyuz? Onun beklentileri ve ihtiyaçları nedir? Benim beklentilerim, ihtiyaçlarım nedir? Ben kalarak biz olarak ilerleyebilecek miyiz?’ bu soruların yanıtını bulmaları önemlidir.
Evlilikte tolerans önemlidir
Çocuklar doğruyu test ediyor
Çocuklar 4-5 yaşlarına kadar doğruyu bilmedikleri için söylediklerinin çoğunun yanlış zannedildiğini düşünür. Aslında onlar doğruyu test ediyorlar. Yani anneye bir şey söylüyor. Annenin tepkisine göre ‘Bu doğruymuş, bu yanlış’ diyor. Babaya bir şey söylüyor. ‘Bu doğruymuş bu yanlışmış’ diyor. Eğer anne- baba öyle durumlarda yalana onay verirse çocuk yalanı yöntem olarak benimsemeye başlıyor. Yani çocuk küçük yaşta yalanı hak arama ve sorun çözme yöntemi olarak öğrenmiş oluyor.
Yalan kıvılcıma benziyor
Yalan ne kadar küçük olursa olsun bir kıvılcıma benzer. Yalan belki küçük ama büyük yangınlar gibi küçük bir kıvılcımla başlar. Yani büyük kötülükler gibi küçük bir adımla başlar. Bütün kötülükleri bir odaya doldursanız, kapısını yalan açıyor. Yalan öğrenilen bir kavramdır. Örneğin, çocuk eline su dolu bardağı alır ve döker. Biz zannederiz ki yaramazlık yapıyor. Hayır, o çocuk yerçekimine karşı kaslarını geliştiriyor. Beyin onu öğreniyor. Yalanda da çocuk, sosyal öğrenme yapıyor. Bir şey söylüyor. Anne yalanını onaylarsa o yalanı devam ettiriyor. Onaylamazsa orada sosyal sınırları öğreniyor.
Yalan eğitimde yöntem olarak kullanılmamalıdır
Bazılarımız çocuğumuz ağladığı zaman onu avutmak için yalan söyleyebiliyoruz. ‘Sana şunu alacağım’ diyoruz mesela… O çocuk belki o anda susar ve inanır fakat bu sefer de çocukta anneye karşı olan güven zayıflar. Bir müddet sonra anne dediğini yapmazsa çocuk sesini yükseltmeye başlar. Anneye inanmamaya başlar. Bir çocuğun anneye inanmamasından daha kötü bir örnek olur mu çocuk için? Onun için çocuğu avuturken yalan söylemeden mümkün olduğu kadar dikkat odağını değiştirmek gerektiğini söylüyoruz. Eğer çocuğu sakinleştirip susturmak istiyorsanız yalan söylemek ve yerine getiremeyeceğiniz vaatlerde bulunmak yerine hemen ilgi ve dikkat odağını değiştirin. Yalanı eğitimde yöntem olarak kullanmamak önemlidir.
Yalan listesi yapılabilir
Çiftlerin karşılıklı olarak yalan söylememesi gerektiğini de çok önemsiyoruz. Eğer taraflar birbirlerine yalan söyler ve bu sürekli bir hal alırsa söylenen yalanların listelenmesini şiddetle tavsiye ederim. Karşı taraf yalan söylediği zaman ‘Bak ben senin söylediğin yalanları listeliyorum’ denilmeli. ‘Şu gün şu konuda yalan söylemişsin’ şeklinde bunları listeleyecek ve ‘Bak yalan söyledin’ diyecek. Bu durumda eşi, ‘Eşim biliyor, farkında.’ diyecek.