Nicedir ayrı kaldığımız bir dostumuzla karşılaşınca nasıl mutlu oluruz değil mi? Birbirimizi görünce neşeyle selamlaşıp, kucaklaşırız... Gerçi pandemi nedeniyle, bu sene de içimizden geldiği gibi sarılma imkânımız yok. Hatta maskeliysek güler yüzümüzü bile tam gösteremiyoruz birbirimize. Neyse ki içten gelen tek bir bakış, tek bir söz bile yeter bazen; dostumuzun yüreğine dokunan bir selam olur.
AİLEDEN BİRİ
Ramazan da İslam coğrafyasında yaşayan hemen herkes için kadim bir dost gibidir. Görüşmek için bir yıl bekleyip, sonrasında 30 günü beraber geçirdiğimiz... Çocukken tanıştığımız bir aile dostudur ramazan; her daim sofra arkadaşımızdır. Radyodan, televizyondan gelen bir ney sesidir bazen, bazen de minarelerde yanan ışıklar. “.....” şehri için iftar vaktidir. Milyonlarca insanla, aynı anda sofraya oturup, ortak dileklerle yemeğe başlamaktır... Yediğinin içtiğinin değerini daha iyi bilmek; bilip de unuttuğun bazı değerleri hatırlamaktır.
ZAMANDA YOLCULUK
Ramazan her yıl yeniden yaşanan gelenekleriyle, çocukluğumuza uzanan bir yolculuk öte yandan da hızla değişen dünyamızda bizi geçmişle buluşturan bir zaman makinesi. Kimimiz koşarak sarılırız ramazana, kimimiz biraz mesafeli dururuz. Ama şöyle veya böyle, hep hoşlukla karşılanır 1440 yıllık dostumuz; daima nezaketle ve neşeyle selamlanır.
*
BARIŞ VE ESENLİK
Elbette, selamlaşmak kendini karşıdakine belli etmenin ötesinde bir anlam taşıyor. “Selam”, Arapça’da ve diğer Sami dillerinde barış demek; esenlik, güvenlik, rahatlık demek. “Selam” vermek, karşındakine dostça yaklaştığının göstergesidir: “Barış, esenlik seninle olsun” anlamı taşır. Selam kelimesi, karşındakini saydığını, onunla iletişim kurmak istediğini anlatan bir paroladır. Sosyal medyada “slm” diye kısalttığımız bu parola, bize maddi-manevi yeni kapılar açar veya kapanmış kapıları yeniden aralar.
Aslında sıkça kullandığımız “online” görüntülü sohbet de bir tür “yüz yüze” görüşme. Ne var ki sevdiğimiz birini ekranda değil de “kanlı-canlı” karşımızda görmenin çok farklı fizyolojik etkileri var.
Malum, sevdiğimiz birine sarıldığımızda oksitosin hormonu salgılıyor ve rahatlıyoruz. Üstelik rahat ve güvende hissedebilmek için karşımızdakilerin mimiklerini ve vücut dilini yakından görüp “hissetmeye” muhtacız. Ayrıca insanlar arasında “pozitif elektrik almak-vermekle” ilgili araştırmalar da giderek artıyor. Kısacası, “gerçek” muhabbetin olumlu etkileri, artık bilimsel yöntemlerle ölçülebiliyor.
MUHABBET DEDİĞİN NEDİR?
Milletçe çok sevip son zamanlarda özlemini çektiğimiz “muhabbet”, “hubb” kökünden türemiş bir kelime. “Hubb” Arapça’da sevgi, gönülden bağlılık demek. Dolayısıyla “muhabbet” kelimesinin karşılıklı konuşmaktan daha derin bir anlamı var: “Sevgi alışverişi”. Zaten ahbap (sevilen kimse, dost), habip (sevgili) ve muhip (seven) de hep aynı kökten türemiş kelimeler.
İslam kültüründe Hz. Peygamber için sıkça kullanılan benzetmelerden biri de “Habibullah”tır; yani, “Allah’ın sevdiği, sevgilisi”. Örneğin Süleyman Çelebi, Vesiletü’n-Necat’ta şöyle yazar: “Ya Habîbullah bize imdâd kıl / Son nefes dîdârun ile s’âd kıl”.
*
Elbette, sahabe dışındaki Müslümanlar o
Ne acıdır ki, olumsuz bir imgeden daha ağır yükler de devralabilir evlatlar... İzi hayat boyu silinmeyen kan davaları gibi. Atalarımız boşuna dememişler, “dedesi ekşi erik yemiş, yedi göbek torununun dişi kamaşmış” diye.
HESABINI SİZDEN SORARIM
Kuşaktan kuşağa aktarılan düşmanlıkların, kan davası meselesinin kökleri neredeyse medeniyet tarihi kadar eskidir. Yunan şehir devletlerinden Japonya’ya kadar tüm coğrafyalarda ve hemen her devirde çıkar karşımıza. Elbette Arap kültüründe de durum farklı değildi. Öyle ki bir kişinin işlediği suçtan bazen tüm kabile sorumlu tutulurdu. Döneme ait bir şiirde ifade edildiği gibi: Affetmem, hesabını sorarım o kabilenin oğullarından... / Alırım şerefimin öcünü ileri gelen eşrafından.
YENİ BİR DEVRİN BAŞLANGICI
İslamiyet’in doğduğu yıllarda, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki yıkıcı kan davası, Medine’nin (Yesrib’in) en önemli meselesiydi. Evs ve Hazrec, bu sonu gelmez çatışmadan çıkış yolu bulamayınca, şehrin idaresini tarafsız ve adaletli birine teslim etmeye karar verdi. İki taraf arasında köprü görevini üstlenip barışı sağlayacak o güvenilir arabulucu, “Son Peygamber” Hz. Muhammed idi. Resulullah’a gelen bu beklenmedik davet, Mekke’de ambargo altında varlık mücadelesi veren Müslümanlar için bir tür yeniden doğuş gibiydi. Tabii Medine şehri için de.
HERKESİN HATASI KENDİNE [Mİ?]
Medine’deki 120 yıllık kan davasının son bulmasını sağlayan Hz. Peygamber, Veda Hutbesi’nde tüm Müslümanlara şöyle seslenmiştir: “Cahiliyeden kalma tüm adetler kaldırılmıştır... Cahiliye döneminde var olan kan davaları, - kıyamete kadar, daimî olarak - kaldırılmıştır.” Nitekim Kuran’a göre herkes sadece kendi suçlarından sorumluydu. Yakınlık, akrabalık derecesi ne olursa olsun, kimse bir başkasının işlediği suçtan ötürü cezalandırılamazdı: “Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez.” (En’am, 164).
“İstiklal Marşı şairi” Mehmet Âkif Ersoy, bir şiirinde dünyayı, üzerinde milyarlarca oyun oynanan dev bir sahneye benzetir. “Sahne düzenlemesi”, takdir-i ilahînin eseridir. Ne var ki Âkif’e göre, bu “sahnede” yaşanan dramlara insanların gafleti yol açmaktadır... İnsan, kendi tercihlerinin sonuçları üzerinde düşünmelidir... Ayrıca dünyada olup biten her şeyi topyekûn kadercilikle açıklayan “cebrî” düşünceye saplanmamak gerekir...
KADER AĞLARINI ÖRÜNCE
Peki nedir Âkif’in andığı bu “cebriyye” düşüncesi? Bunu tarif etmeden önce Müslümanlık tarihinden çok daha geriye uzanmalıyız... Yunan mitolojisinde “Moira”lar adıyla bilinen üç tanrısal kadın vardır. Bunların işi, iplik eğirmek ve yaşayan herkes için bu iplerden bir parça kesmektir. Paylaştırılan bu ipler, her ölümlünün belirlenmiş hayat çizgisinin ve kaderinin simgesidir. Keza antik tragedyalarda insanlar, tüm açık uyarılara rağmen “acımasız kaderin ördüğü ağlar”dan kaçamaz ve “trajik” bir şekilde felakete, sonlarına sürüklenirler. En yiğit kahramanlar bile kendilerine “biçilen” rolün dışına çıkamazlar.
TRAJEDİDEN TAZİYEYE
İslam kültüründe tiyatro ve tragedyanın en yakın akrabalarından biri “taziye” adıyla bilinen gösterilerdir. Şiî toplulukların sahnelediği bu gösterilerin ana konusu, Kerbela Faciası’dır. Kerbela, aynı zamanda “kader” konusundaki tartışmalarla doğrudan ilişkilidir.
Sabah başlayan bu diriliş hali, bazı günlerde farklı bir heyecan taşır. Mesela yüzyıllar boyunca doğanın dirilişini simgeleyen “nevruz” gününde olduğu gibi. Farsça kökenli “nevruz” kelimesinin Türkçedeki tam karşılığı da “yeni gün”dür zaten.
*
Nevruz, Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan geniş bir coğrafyada baharın gelişini haber veren özel bir gündür. Kutlanmasının kökeni binlerce yıl öncesine gider. Kültürden kültüre değişen çağrışımları vardır. Özellikle de İranî ve Türkî kültürlerde...
BAHARI GETİREN HÜKÜMDAR
İran-Fars efsanelerinde ateşin yaratıldığı gün veya destansı hükümdar Cemşid’in arabasıyla gökyüzüne çıkışıdır, nevruz. “Işık saçan” Cem, Azerbaycan’a gelerek, tahtını doğuya bakan yüksek bir yere kurdurur. Sabah doğan Güneş’in ışığı, tahtındaki ve tacındaki tüm mücevherlere yansır ve etrafa rengârenk parıltılar saçar. Böylece aydınlık, baharı getirir. Ne var ki 700 yıl hüküm süren Cemşid, zalim Dahhak tarafından tahtından indirilir. Yıllar süren karanlıktan sonra demirci Gâve/Kawa önderliğindeki bir grup, kral Dahhak’ın zulmüne isyan ederek aydınlığın geri gelmesini sağlarlar. Kürt mitolojisinde bu anlatının çeşitli biçimleri vardır.
DEVAM EDEN GELENEK
İbn Sina, irfan/erdem sahibi kişilerin güler yüzlü olması gereğine vurgu yapar: “Arif, neşeli, güler yüzlü ve mütebessimdir”. Elbette büyük düşünür bu sözleriyle gülmenin İslam kültüründeki olumlu yerini yansıtıyordu. Nitekim “Güldüren O’dur” ayetinde dile getirildiği üzere gülmek, insanın doğal bir davranışı kabul edilmiştir. Kuran’da Hz. Süleyman’ın hoşuna giden bir söz duyduğunda, Hz. İbrahim’in karısı Sara’nın içini rahatlatan bir haber aldığında gülmelerinden bahsedilir. Ayrıca “birtakım yüzlerin” ölümden sonraki yolculuklarına “parlak, güleç ve sevinçli” devam edeceği anlatılır.
Herkese tebessümle yaklaşmak, Hz. Peygamber’in önemini vurguladığı davranışlardandı: “Güler yüzle insanlara selam vermen sadakadır”. “İnsanları (...) güler yüzlülüğünüz ve güzel huyunuzla memnun ediniz.” Onun güler yüzlü olması yanında insanları incitmeyen kelime oyunlarıyla şakalaştığı ve duyduğu nükteli sözlere güldüğü bilinir. “Ben de şaka yaparım, ama doğrudan başka bir şey söylemem” diyerek bu konudaki ölçüsünü ortaya koymuştur.
GÜLÜNECEK BİR ŞEY Mİ VAR?
Elbette güler yüz ve gülmek övülürken, onun yapmacık gülümseme, sırıtma gibi olumsuz şekilleri tarih boyunca yerilmiştir. Ama en vahimi, alay ve aşağılama göstergesi olan “sinir bozucu” gülmedir.
*
Gülmenin doğasını sorgulayan Platon’a göre başkalarına gülme, özünde kötüleme içerir ve zararlıdır. Aristo da başkalarına gülmenin “rafine edilmiş küstahlık” olduğunu düşünür. Keza İslam kültüründe abartılı, yerli yersiz ve tabii alay ederek gülmek yanlış bulunur. Kuran’da Firavun ve çevresindekilerin Hz. Musa ile alay etmeleri “[Musa] ayetlerimizi getirince, bunlara gülüvermişlerdi” biçiminde anlatılır. Bir hadise göre iki gülme şekli vardır. Bunlardan nazik olanı sevilir. Ama “incitici, eziyet verici, küçük düşürücü, alay edici, kaba” olan, insanı aşağı mertebeye sürükler. Yunus Emre’nin ifadesiyle: “Gülme sakın sen ona, iyi değildir sana/Kişi neye gülerse başa gelegen olur.”
GÜLE GÜLE GİTMEK
Karavan yaşamı, apartman bağımlığından, şehir temposundan kaçış gibi görünse de aslında bir arayış, bir keşif yolculuğudur. Öyle ki bir karavanda yaşadığınızda, gittiğiniz hiçbir yer size ait değildir. Ama gördüğünüz her yer, uyandığınız her manzara sizindir bir bakıma. Kendinizi “tapulu mülk sahibi” olarak değil de o diyardan gelip geçen bir yolcu, bir misafir olarak hissetmeniz kaçınılmazdır. Biraz da bu hal nedeniyle olsa gerek, seyahatle ilgili sözcükler (sefer, seyyar, kervan), inanç tarihinde manevi yolculuğu anlatmıştır aynı zamanda.
BU SEFER BAŞKA SEFER
Çağımızın gözde kavramı “mobil olmak” için eskiden “seyyar” kelimesi kullanılırdı. Hatta kervanlara “seyyare” (gezici, gezegen) dendiği olurdu. “Gezmek ve görmek” ayrılmaz bir ikilidir adeta. Nitekim seyretmek kelimesinin kökeni de “seyir” yani gezmektir. Seyahat, kök anlamıyla suyun yeryüzünde akıp gitmesidir. Yani seyyahlık, her an değişen dünyayı dolaşıp ondaki güzellikleri hayranlıkla “seyran” eylemektir. Ve tabii çıkılan her “sefer”, fiziki yolculuk yanında insanın manevi yolculuğudur.
Kuran ayetleri ve Hz. Peygamber’in kervan yolculukları Müslümanlara ilham vermiş, seyyahlık bir olgunlaşma yolculuğu olarak görülmüştür: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın” (Ankebut, 29/20). Yani doğayı gözleyip kâinatın güzelliklerini izlemek, manevi gelişimin parçasıdır. Yine Kuran’a göre sefere çıkmak, yıkılmış medeniyetlerin kalıntılarını görüp ibret alma amacı da taşımalıdır: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu, görün.” Bu doğrultuda “seferullah” veya “ilim öğrenme” gayesiyle yapılan yolculuklar, İslam medeniyetinde coğrafya ve seyahatname türünde pek çok eserin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
KERVAN KAÇMASIN
Kıskanç kardeşleri tarafından kuyuya bırakılan Hz. Yusuf’un oradan geçen kervancılar tarafından kurtarılması, İslam kültüründe en sık başvurulan benzetmelerden biridir. Bu kıssadaki karanlık kuyu, insanın içine düştüğü nefis mücadelesi olarak yorumlanmıştır. Kişiyi manevi karanlıktan kurtaracak olansa kuşaktan kuşağa aktarılan ilahi bilginin kılavuzluk ettiği kervandır. Mevlânâ
Örneğin Denisova... Altay Dağları’ndaki bu mağara, DNA zincirimizin nadide örneklerini korumuştur. Ve tam 50 bin yıl boyunca, en eski el yapımı nesnelerden birini saklamıştır bizim için: Kopuk parçaları birbirine diken bir iğneyi...
SANATIN EVİ
İnsanın sanatla ilişkisinin en eski örnekleri yine mağaralarda karşımıza çıkar: İspanya’da Altamira (MÖ 36 000), Fransa’da Chavet (MÖ 30.000) ve Lascaux, Arjantin’de Cueva de Las Manos... Doğadan ilham alarak duvarlara işlenmiş o harikulade figürler, medeniyetin ilk renkli imzaları gibidir.
*
İnsanlığın inanç yolculuğunda da mağaraların ayrı bir yeri vardır. Örneğin Tevrat’a göre, “Tanrı Dağı Horev’deki bir mağara”, putperestlerle mücadele eden İlyas Peygamber’in sığınağı olmuş, Rab ona bu mağarada seslenmiştir.
*
M.S. 3. yüzyılın sonları... Tek bir Tanrı’ya inanan Hristiyanlara, çoktanrılı-pagan Roma imparatorluğunda ağır bir baskı uygulanıyor. Hristiyanların sayısı arttıkça uğradıkları zulüm de büyüyor. İşte hal böyleyken, eziyet görenlere kol kanat geren, dini inançlarına uygun şekilde evlenemeyen askerlerin nikâhlarını kıyan bir mübarek kişi var... Adı, Valentinus. Ama gün gelir, Romalılar onu da hapseder. Hatta imparator, dinini terk etmesi için kendisiyle bizzat görüşür. Ama Valentinus, canı pahasına da olsa inancından vazgeçmez.
*
Menkıbelere göre Valentinus’u tutuklatan yargıç (veya gardiyan), “madem peygamberin [Hz.] İsa, “
‘BU NE DERTTİR, DERMAN BELİRMEZ’
Yunus Emre’yi değerlendirirken onun nasıl bir ortamda yazdığını daima hatırlamak gerekir. Neredeyse tüm koşulların “eğri büğrü” olduğu bir devirde yaşadı “biçare Yunus”. Ama buna rağmen doğruluktan ödün vermedi; “odunların bile düzgününü” toplamaya gayret etti. Hakka ve hakikate bağlı kaldı daima. Ne de olsa asıl marifet, bolluk içinde bilgelik taslamakta değil, en zor zamanda bile “insan” kalabilmekte.
Yunus, manevi rehberinin edebiyle, yani “Tapduk’un tapusunda” pişti. “Dostun cefasına sabırla” olgunlaştı. “Yiğitlerin gök ekini biçmiş gibi” can verdiği, “nazik tenlerin toprağa düştüğü”, insan hayatının hiçe sayıldığı bir dönemde, “kamu derdine derman olup” insanların hayatına anlam katmak için çabaladı. Ona yönelen sevginin tohumları, karanlık bir dönemde insanları olumlu duygulara çağırmasıyla kök saldı.
‘BİRLİKTEDİR VARLIĞIMIZ’
13. yüzyıl sonlarında Anadolu’nun siyasi ve toplumsal birliği dağılırken Yunus Emre’nin “tevhid”, yani “birlik” vurgusu özellikle anlamlıdır. O, şiddetin hüküm sürdüğü bir dönemde dahi, insan ve kâinat sevgisinden vazgeçmedi, çünkü bu dünyaya “kavga için değil sevgi için” geldiğine inandı. “Senlik-benlik” davasına, “ayrık olmaya” karşıydı. Hoyratlık çağına, güzel sözler ve incelikle mukabele etti: “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı/Söz ola ağulu (zehirli) aşı/Bal ile yağ ede bir söz.”
O, mal-mülk kavgasının ortasında
Yağmur, insanın doğayla ilişkisinde ve haliyle inanç tarihinde önemli yer tutar. Çağlar boyunca, dünyanın hemen her bölgesinde topluca gerçekleştirilen ritüellerden biri de yağmur duasıdır. Amerikan yerlilerinden Afrikalılara kadar pek çok kültürde yağmur yağması dileğiyle özel törenler düzenlenip, danslar eşliğinde şarkılar söylenmiştir.
İklim şartları nedeniyle sık sık yurt değiştirmek zorunda kalan eski Türklerde yağmur duası için bir kutsal “yâda taşı” bulunurdu. Öyle ki Oğuz Türkleri, hava olayları üzerinde etkisi olduğuna inanılan bu tılsımlı taşa sahip olmayı bir üstünlük sayar, onu diğer boylara kaptırmamak için dikkatle korurlarmış. Gerek Çin, gerekse Arap yazılı kaynaklarında söz edilen bu “yağmur yağdıran taş” geleneği, Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanmıştır.
*
Dualar, Tevrat’ta ise doğrudan “yeryüzüne yağmur yağdıran, tarlalara sular gönderen” Tanrı’ya yönelmiştir. Hz. Süleyman, kıtlık durumunda insanların duasının geri çevrilmemesini diler. Kuran’da anlatıldığı şekliyle Hz. Nuh ve Hz. Hud “bol bol yağmur” için dua ederler. Yine Kuran’da “Hani, Musa kavmi için su dilemişti” ayetinde geçen “istiska” kelimesi, İslam geleneğinde yağmur duası anlamında kullanılır. Nitekim Hz. Peygamber de kuraklık zamanında sahabenin ısrarı üzerine yağmur yağması için dua etmiştir. Anadolu kültüründe bu geleneğin devamı olarak topluca çıkılan yağmur duasına, çocuklar da oyunlar ve tekerlemelerle katılırdı: “Teknede hamur/Tarlada çamur/Ver Allah’ım ver/Gani gani yağmur.”
BARAJ SELİ, İNSAN SELİ
YAĞMUR “gökte rahmet, yerde bereket” olsa da yoğun yağışlar, özellikle kentlerde su baskınlarına, taşkınlarına yol açabiliyor. Hatta bazen barajlar taşma noktasına geliyor. Bu durumun sadece modern şehirlere özgü olduğunu sanmayalım.
NASIL YAKLAŞALIM?
Komplo teorileri ve aşırı uçlar, yani “ifrat ve tefrit”, dünyamızda giderek yükselse bile biz bu dalgaya kapılmamalı, konuları değerlendirirken “demode” bir kavrama sarılmalıyız: İtidal. Yani sağduyu, ılımlılık ve bilgelikle ulaşılan denge hali.
*
Hz. Peygamber Müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştu: “İtidalli olun, (orta yolu takip edin). Aşırılığı bırakın”. Resulullah’ın bir diğer tavsiyesi de anlaşmazlık durumunda karşıt tarafları dikkatle dinlemeden karar vermemekti.
İster pandemi, aşı, ister başka bir konu... Maruz kaldığımız mesaj bombardımanı karşısında bir yargıya varmadan veya kaygılanmadan önce, her tarafı serinkanlılıkla dinleyip, uzak olasılıklara “itidalle” yaklaşmak ruhumuz için en doğrusu.
KİME GÜVENELİM?
Bir yanda Hz. Peygamber’in
Hani herkesin “Büyük Abi” tarafından gözetlendiği dünyada... Öyle ya, cebimizdeki telefon attığımız her adımı sayıyor; nereye gittiğimizi, kimle konuşup neleri beğendiğimizi biliyor... Üstelik biz bu sürece gönüllü olarak ve hatta üstüne para vererek katılıyoruz! Hal böyleyken mesajlaşma uygulamalarındaki gizlilik konusu, bu aralar gündemin üst sıralarında. Ne var ki özel hayatın ve iletişimin gizliliği, sadece modern dünyaya ait bir mesele değil.
OKUNDU İŞARETİ
Malum... “Özel alan” ve “kişisel gizlilik” kavramı, eskiden “mahremiyet” kelimesiyle ifade edilirdi. Başkalarının görmesi, duyması, bilmesi istenmeyen anlamındaki “mahrem”, kelime kökü itibarıyla “haram” yani başkasına yasak olandır. Nitekim Hz. Peygamber, bir mektuba sahibinin izni olmadan bakmanın yasak olduğunu açık şekilde belirtmiştir.
*
Günümüzden 3 bin yıl önce bile açılıp okunmadığı belli olsun diye tablet mektuplar kil zarflara konup mühürlenirdi. Kırılan mühür, bir tür “ulaştı, okundu” işaretiydi. Hz. Süleyman’la bağlantılı “Mühür kimdeyse Süleyman odur” deyişi, mührün önemini anlatır. Bu nedenle krallar/sultanlar mühürlerini daima yüzüklerinde taşırdı. “Mühür/damga”, günümüzde dahi yazılım terminolojisinin vazgeçilmez kelimelerinden.
GİZLİ YAZIŞMALAR
Yazışmaların gizliliğini korumak amacıyla sultanların mektuplarını kaleme alan “sır kâtipleri” vardı.
“İncitmeyelim, incinmeyelim”, hepimiz bildiği “Kalp kırmayalım, birbirimize saygılı olalım, sevelim sevilelim” gibi anlamı gayet açık bir söz. Ne var ki bilmek başka, yapabilmek başka. Asıl marifet, eskilerin ifadesiyle “kâl”den “hal”e geçmekte. Yani, sözünü özüne taşımakta.
Anadolu bilgeliği “incitme, incinme” tavsiyesini, olgun insan olma yolundaki en önemli değerlerden bellemiş; kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Dostlara “elleriniz dert görmeye, gönlünüz incinmeye” diyerek hayır duası etmek âdettendi. Tasavvuf ilminin ne olduğunu soranlara en kestirmeden “incitme, incinme” cevabı verilirdi. 17. yüzyıl şairi Nailî oğluna “Hatırın incitme oğlum kimsenün/Hatırın incinmesün tâ kim senün” diyerek nasihat etmiştir. Divan şiirinin en önemli kadın şairlerinden Leyla Hanım (ö.1847) içinse incitmemek edebin aslıdır: “İncitme sen ahbabını, incinmeye senden/Bu âlem-i fânide zarafet budur işte.”
SANATKÂRA SAYGI
İnanç dünyasında “incitmemek” kavramı, sosyal saygının ötesinde bir anlam daha taşır. Buna göre nasıl bir sanatçının eserine hakaret veya kötü muamele sanatçıyı üzerse, aynısı “eşref-i mahlukat” olan insanlara muamele için de geçerlidir. Çünkü insan gönlü, Kuran’daki ifadesiyle “ona kendi ruhundan üfleyen” Yaradan’ın manevi emanetini taşıyan bir cevherdir. Yunus Emre şöyle der: “Gönül Çalabın (Allah) tahtı/Çalab gönüle baktı /İki cihan bedbahtı/Kim gönül yıkar ise.” Dolayısıyla ancak gönül kırmaktan ve insanları incitmekten kaçınan kişi, “Severiz yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sözünün hakkını vermiş olur.
*
“İncitmemek”, kendimizi ne kadar kudretli görürsek görelim, en zayıf varlığa bile merhametle yaklaşmaktır. Kuran, “Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir” der ve ekler: “Başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın.” Hz. Peygamber de özellikle yetimleri incitmemek gerektiği vurgulamıştır. Hoca Ahmet Yesevî, insanları azarlamamak, gücendirmemek, incitmemek ilkesini sünnet olarak görüp, söz konusu tavrın sadece garibana veya yakınlarımıza değil farklı inançtaki insanlara da gösterilmesi gerektiğine işaret eder: “Sünnet imiş, kâfir olsa, verme azar/Gönlü katı, gönül inciticiden Hüdâ bîzar.”
KALP SAĞLIĞI İÇİN
BİYOLOJİK TAKVİM
Oysa ortak takvimlerimiz hangi yılı gösterirse göstersin aslında her birimizin kişisel bir takvimi var: Doğduğumuz gün başlar, öldüğümüz gün sona erer. Bu takviminin özü ne aydır, ne güneş... Merkezinde insan yer alır; ölçü birimi, nefestir. Boşuna dememiş atalarımız, “Ömür dediğin bir nefesliktir: alırsın veremezsin, verirsin alamazsın” diye. Bu takvimde önemli olan kaç güneş veya ay yılı yaşadığımız değil, alıp verdiğimiz nefeslerin anlamıdır, kalitesidir. Hatta kimileri amaçsızca yaşanan hayatların “oksijen israfı” olduğunu iddia eder. Neyse ki bazılarımız diğer insanların nefes alabilmesi için çırpınır durur. Mesela ambulanslarda, hastanelerde, yoğun bakım ünitelerinde...
KUTLAMA ZAMANI
Geçtiğimiz takvim yılında, sağlıkla ve özgürce alınan her nefesin ne kadar değerli olduğunu gördük. Yaşadıklarımız bize içten içe bilip, ısrarla unuttuğumuz o gerçeği hatırlatıyor: Her bir nefes, yeni bir başlangıçtır. Bu başlangıçları ortak takvimlerden bağımsız olarak, bekletmeden kutlamalıyız. Çünkü zaman bizi beklemiyor, akıp gidiyor. Malum... Hayat takvimindeki asıl dönüm noktaları sayısal değişimler değil “nefesimizi kesen” o kıymetli anlardır.
EŞSİZ BİRER HEDİYE
Atlatılan badirelerden sonra “şöyle rahat bir nefes alabilmek”, “Oh be, dünya varmış” diyebilmek, hediyelerin en büyüğüdür bazen. Gelin nefeslerimizi pişmanlıklarla, günlük çekişmelerle tüketmeyelim. “Boşa nefes harcayıp” ömür sermayesini heba etmeyelim. Nefsimizle nefesimiz arasında kalıcı bir barış sağlamaya çalışalım... Her bir yeni nefesimiz bir öncekinden güzel olsun. Sevdiklerimizle barış dolu nice sağlıklı, mutlu, kutlu nefeslere...
ZOR ZAMANLARDA
Atalarımız boşuna dememiş “Allah bugünümüzü aratmasın” diye. Büyüklerimizden “Aman evladım, beterin beteri var. Hamdolsun diyelim, buna da şükür...” sözünü duymuşuzdur. Ne var ki bu söze herkes aynı duyguyla karşılık veremez. Hatta “Buna da şükür” ifadesi, hep daha iyisini bekleyen kuşaklara antipatik bile gelebilir. Çünkü işlerin istediğimiz gibi gitmemesi bazen bizi hiddetlendirir. Hele de konu sağlık veya parasızlık olduğunda. İşte böyle zor anlarda “Buna da şükür” demek, pek çoğumuz için kızgınlık nedeni veya “züğürt tesellisi”dir... Sıkıntıdaki iyi tarafları görmek, kendini kandırmak gibi algılanır. Bazılarımız için eldekine kanaat etmek edilgen bir tavır veya eksiği, yanlışı kabullenmek değil midir?
BAKIŞ FARKI
Oysa güzel düşünce, kanaatkârlık ve şükür, ne daha iyi bir yaşam hedefiyle çelişir, ne de enayiliktir. İbn Arabi’ye (ö.1240) göre “Kanaat, fazlasını istemeyerek elde bulunanla yetinmek demek değildir”. Sahip olduklarımıza gönül rızasıyla yaklaşmak; eldekinin azaldığı sıkıntılı zamanlara sabredip, “şer içindeki hayrı” bulmaya çalışmaktır. Ayrıca şükür ve kanaat, tasayı yok saymak, dertlinin halini görmezden gelmek de değildir... Tam tersine, değiştiremediğimiz zor koşullarda bile “ruhun bağışıklık sistemini” güçlendiren bir dayanak noktasıdır. Mesela:
“Hafta sonu dört duvar arasına tıkıldık” diye dertlenip durmak yerine “En azından hafta içi çıkabiliyoruz” diye düşünmektir.
İçimizi sıkan, “Evden çıkamıyoruz” gerçeğini “Neyse ki oturacak bir evimiz var” diye okumaktır.
HER İŞİN BAŞI SKOR
Hiç şüphesiz iş dünyasında primler, ödüller, esasen sayısal başarıya veriliyor. Örneğin milyar dolarlık futbol endüstrisi galibiyeti parayla ödüllendirirken, “centilmenlik” veya “iyi oyun” sadece sembolik takdir getiriyor. Bir düşünsenize... En az faul yapan, en az kart gören takım, şampiyon kadar prim alsaydı sahada her şey ne kadar farklı olurdu!
Günümüzde iş dünyası pek çok konuda kamuoyundan “sarı kart” görmekten çekiniyor. Bu sebeple büyük kurumlardaki “etik davranış” kodlarının asıl gayesi, şirket saygınlığını korumak. Ayrıca usulsüzlüğe engel olmak için “uygunluk (compliance)” denetimleri ve ölçümleri yapılıyor. Bunlar elbette “güzel hareketler”...
KAÇINMAK DEĞİL KATILMAK
Ne var ki “iyi davranış”, sadece kurallara uymaktan, doğruluktan ibaret değil. İyilik, aynı zamanda karşılıklı fayda sağlayan, gelişime yönelik davranışları içeriyor. İyilik, kendi başına bir ideal zaten. Bunun da ötesinde, insanı insan yapan bir duygu. Dolayısıyla iyiliğin odağı yanlıştan kaçınmak değil, güzel işlere katılmak.
‘İYİ İŞ’ YAPMAK ZAMANI
Artık biliyoruz ki, dev şirketlerin en büyük “
Peki ama nedir kalbimizin, ruhumuzun rengi? Siyah, beyaz, kırmızı, sarı, mavi? Elbette hiçbiri ve elbette hepsi. Çünkü şeffaftır ruhumuz. Engelsizdir, bozmaz hiçbir özgün rengi. Işığı aydınlatsa da yolumuzu, elle tutulmaz, gözle görülmez. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde dediği gibi: “Nur ayandır, olmaz onun gölgesi.”
Gönül gözüyle bakan, insanın kalıbını, ten rengini görmez. Irka, cinsiyete, milliyete, yaşa, malvarlığına bakmaz. Kalp gözüyle bakanın göreceği, karşındakinin kalbidir. O baktığı her yerde bir mana arar, kendi içinde de olanı görür. Kendindeki siyahı, beyazı; Asyalıyı, Afrikalıyı, Avrupalıyı; insanı, tabiatı, kâinatı... Biyolojik gözü değil, gönül gözü görmeyene denir “sevme engelli” diye. Nesimî’nin ifadesiyle: “Sûretin nakşında her kim görmedi nakkaşını/Vâhib-i sûret onun gözsüz yaratmış başını.”
AYYUBA’NIN YOLCULUĞU
1730 yılında Ayyuba Sulaiman Diallo (Eyüp bin Süleyman) isimli 29 yaşında genç bir adam, iş için Senegal-Gine arasında seyahat ettiği sırada, yardımcısıyla birlikte esir alındı. Ailesine, karısına haber gönderip köle tüccarlarının elinden kurtulmaya çalışsa da bunu başaramadı. O artık Afrika’dan gemilerle Amerika’ya götürülüp “satılan” yüz binlerce insandan biriydi. Neresi olduğunu dahi bilmediği bu yeni ülkede, tütün tarlalarında çalıştırılan isimsiz bir köleydi...
Ayyuba, bir süre sonra ibadetlerinin engellenmesine ve aşağılanmaya dayanamayarak esaretten kaçmayı denedi. Ama yakalanıp hapsedildi. Zaten kaçsa bile nereye gidebilirdi? Ne var ki hapse düştüğünde, vatanındaki en saygın ailelerden birine mensup olduğu anlaşıldı. Müslüman bir âlim olan babası, ülkesinde kralın çocuğunun öğretmeniydi. Ayyuba da iyi bir eğitim almıştı. Arapça okuyup yazabiliyordu. Kuran’ı baştan sona ezberden yazabilecek kadar iyi bir hafız olması dikkat çekmişti. Üstelik İngilizceyi hızla öğrenebiliyordu. Eğitimli ve yetenekli Ayyuba’nın kendileri için tütün tarlasında çalışmaktan çok daha faydalı olabileceğini düşünen İngilizler, onu 1733’te Londra’ya götürdüler. Oradayken British Museum’un Arapça koleksiyonunun tasnifine yardımcı oldu. Afrika’daki nüfuzunu genişletmeye çalışan İngiliz seçkinleriyle tanıştırıldı. Bu sayede ülkesine geri dönebildi. Ne var ki babası ölmüş, dul kaldığını düşünen karısı da bir başkasıyla evlenmişti. Yetmezmiş gibi bölgede egemenlik kuran Fransızlar tarafından “İngilizlerin adamı” olma suçlamasıyla tutuklandı. Yine esaret altındaydı. Londra’dan da himaye görmedi. Bir yıl sonra hapisten çıktığında, nihayet “özgür” bir insandı. Ancak ülkesi özgürlüğünü adım adım kaybediyordu.
*
MUTLULUĞUN BÜYÜĞÜ
Çağımızda, mutluluk ile haz/zevk arasındaki kavramsal fark giderek azalıyor. Eğer “zevkli, eğlenceli, heyecan verici” değilse o işten, durumdan, hatta o insandan mutlu olunmuyor. Oysa tarih boyunca, duyulara dayalı, maddi mutluluğun aslında alt düzey ve geçici bir sevinç olduğunu savunanlar pek çoktur. Örneğin:
Budizm’e göre maddi zevkler peşinde koşmak bizi tatminsizliğe ve ıstıraba götürür. Dolayısıyla mutluluk, iç denetimimize bağlıdır. Nirvana (kurtuluş ve aydınlanma) ancak böyle elde edilir.
Konfüçyüs için etik değerler ve ahlaki masumiyet, mutluluğun olmazsa olmazıdır.
Aristo’ya göre akıllı bir varlık olan insanın ruhunu en mutlu eden şey akıllı ve faziletli davranışlardır.
Tevrat’ta ve İncil’deyse mutluluğun ayrılmaz gereği, inançlı olmaktır: “Ne mutlu Tanrısı Rab olan halka.”
KİMYA-İ SAADET
Her solukta bir miraç
Malum... “Yükselmek” hayatımızın en önemli amaçlarından birisi.
İnsanın “yüksek bir mevkiye” gelmesi, kendisi ve yakınları için gurur kaynağıdır. Yüksek hedeflere varmak için engellere rağmen ilerleyenler, alkışlanıp takdir edilirler. Öte yandan yükselmek uğruna ortak değerleri hiçe sayıp her yöntemi mubah görenlerse yerilir hatta böylelerinden korkulur.
*
Destanlar, romanlar, diziler... Yüksek ideallere bağlı kahramanlarla gözü hep fazlasında olan kötülerin mücadelesini anlatır. Bu hikâyelerde yüksek makamdaki kötü karakterler, mevkilerini kötüye kullanıp insanlara eziyet ederler. Bu evrensel anlatı, inanç tarihinde de karşımıza çıkar. Örneğin sarayda yüksek bir makamdayken çöllere “düşen” Hz. Musa ile kendisini herkesten ve her şeyden üstün gören kibirli Firavun arasındaki mücadele böyledir.
AY’IN VE GÜNEŞ’İN ÖTESİ
Mekke’nin kodamanları da inancından vazgeçmesi karşılığında Resulullah’a şehrin en yüksek yöneticilik makamını teklif etmişlerdi. Tabii yanında yüklü bir servetle... Hz. Peygamber’in “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz dahi vazgeçmem” diyerek reddettiği bu “yüksek teklif”, ona yokluk ve sıkıntı olarak döndü. Mekke’de ailesine ve ona inanan herkese ağır bir ambargo uygulandı. Elde avuçta ne varsa kısa zamanda tükenirken açlık sınırına dayandılar. Bu sırada, hayattaki en güçlü desteği olan eşi Hz. Hatice ile amcası Ebu Talib vefat etti. Yetmezmiş gibi Taif şehrinde aşağılanıp şiddet gördü. Her şey dibe vurmuş gibiydi. İşte “yükseliş”, yani “Miraç”, tam da bu sıkıntıların ardından geldi.
EN YÜKSEK MAKAM
“Mirâç” kelimesinin kök anlamı, yükselmek, yukarı çıkmaktır. Miraç, Hz. Peygamber’in manevi yükselişle âlemleri ve Allah’ın güzelliğini-cemalini müşahede etme yolculuğudur. Kuran’da bir bölümü İsra, bir kısmı da Necm suresinde anlatılan bu nebevî yolculuğun, Recep ayının 27. gecesinde yaşandığı kabul edilir.
*
Hadislere göre Resulullah, o gecede uykusunda (veya ruhen) Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmiş; oradan da bir insanın Allah’ın hakikatine yaklaşabileceği en yakın makama yükselmiştir. Bu yolculuk, madde âlemine, yani dünyaya dönüşle tamamlanmıştır. Önümüzdeki çarşamba gecesi idrak edilecek olan “Miraç Kandili” ise bu manevi yolculuğu hayırlarla anma ve anlamını düşünme gayesi taşır.
‘MANEVİ’ MERDİVEN
Miraç, manevi olgunlaşmanın bir temsili olması nedeniyle İslam kültüründe, edebiyat, müzik ve minyatürde önemli bir yere sahiptir. “Miraciyye” türündeki yazılı eserler, bir yandan şiirsel bir dille Hz. Peygamber’in Miraç yolculuğunu anlatırken, bir yandan da insanı manen yükseltecek hasletlere değinirler. Elbette manevi yükseliş yolculuğu, insana zor görünebilir. Anadolu’daki ilk miraciyyelerden birini kaleme alan Ahmedî (ö.1412) bu kaygıyı şöyle dile getirmiştir: “Dedi, yolda düşmanım vardır benim/Korkar ondan gönlüm, canım, tenim”. Ancak Cebrail’in Hz. Peygamber’i rahatlattığı gibi kişi de maddi-manevi arınmayla yükselebileceğine inanmalıdır: “Ya Muhammed durgıl, abdesti algıl ve nefsini arıtgıl ki Hak Teâlâ kendi padişahlığını ve kudretini ve azametini ve didarını sana muin kılıp aşikâr etsin.”
*
İnsan bu yolda başkalarını yerip şikâyet etmeden önce kendi haline odaklanmalıdır. 17. yüzyıl şairi Sunullah Gaybî’nin ifadesiyle: “Bu sözlerin meali kişi kendin bilmektir/Kendi kendini bilene hakikat ola Miraç”. Şükretmek, değer bilmek, ilim-irfan arayışı gibi davranışlar insanı yükseltirken, dedikodu, kötü zan, dünya saltanatına aldanıp kibirlenmek vb kişiyi yolda bırakır.
*
Kişi hangi makama gelirse gelsin, ancak Resulullah gibi “halka dönüp”, insanlara candan hizmet ettiğinde yolculuğunu tamamlamış olur. Nitekim Mevlânâ “yükselmenin” yukarı çıkmaktan ibaret olmadığına dikkat çeker: “[Hakk’a] Yaklaşmak ne yukarı çıkmaktır, ne de aşağı inmek. Hakk’a yaklaşmak, varlık hapsinden kurtulmaktır”. Yani kâinattaki varlığımızın küçüklüğünün farkına varmak bizi manen olgunlaştırır; “hazreti insan” olmaya yaklaştırır.
AŞKIN GÜCÜYLE
İnsanı manen yükseltecek olan kâinattaki birliği düşünüp, yerdeki her zerrede, denizdeki her damlada ilahi aşkın tecellisini görmektir. Dünyaya böyle bakmak, kişiyi kibre kapılmaktan korur. Dolayısıyla asıl yücelik, sözde değil özde alçakgönüllü olmaktır. Mevlânâ, Mesnevi’de “Er-Rafi” olana yani insanın manevi mertebesini yükseltip onu şerefli kılan Allah’a şöyle dua eder: “[İnsanın] Her solukta kendine has bir miracı olsun; [Allah] tacının üstüne yüzlerce özel taç koysun.”