Musa Kesler

Daniel Defoe, Bağcılar, Ümraniye…

18 Nisan 2020
Londra 1665’te vebanın pençesindeydi. Şehirdeki 460 bin kişiden yüz bini ölmüştü. Yani neredeyse her dört kişiden biri ‘Kara Ölüm’ kurbanıydı.

Daniel Defoe henüz 5 yaşındaydı.  Yıllar sonra ‘Veba Yılı Günlüğü’ romanını yazdığında o acı günleri adeta resmetmişti. 1722’de basılan roman o kadar sahici ki ‘kurgu’ olduğuna bazıları hâlâ inanmaz. Hatta romanın aslında Defoe’nun amcasının günlükleri olduğunu söyleyen bile olmuş. Roman, salgın edebiyatının köşe taşlarından biri. Okudum.  Gerçekten etkileyici... Albert Camus’nün ‘Veba’ ve İtalyan Giovanni Boccaccio’nun ‘Decameron’uyla muhteşem bir üçlü oluyorlar. Ama maksadım kitapları anlatmak değil.

Romandaki bir bölümden bahsedeceğim. Türkleri eleştiren bir bölüm. 300 yıllık ağır bir eleştiri var orada. ‘Acaba gerçekten hiç değişmemiş miyiz?’ dedirtiyor insana… Şöyle ki Türklerle Avrupalıların bulaşıcı hastalıklara karşı tavrı mukayese ediliyor. Pek de üsten bakan bir tavırla… Diyor ki romanın kahramanı ‘Asya ve diğer yerlerdeki Türkler olsaydı (kader diyerek) kayıtsızca hastalık olan yerlere gider ve hastalarla görüşürlerdi. Bu da haftada 10 ya da 15 bin ölü anlamına gelirdi…’ Tam 300 yıl önce, 1722’de…

Şaşılacak şey…

Her türlü ikazlara rağmen sokaklardan çekilmeyenleri gördükçe bu satırlar geliyor aklıma. Dün Ümraniye’nin en büyük caddesi hıncahınç doluydu mesela. Yakın zamanda Bağcılar’da COVİD 19 hastası olan bir yakınlarını ziyarete giden en az 15 kişiye de virüs bulaşmıştı. Misâller çok…  Defoe Türklere eleştirisini ‘kadercilik’ üzerinden yapıyor ama Londra’nın başına gelenleri de ‘Tanrı’nın cezası’ olarak izah etmekten geri kalmıyor. Gerçi dünya çapında bir ‘veba otoritesi’ olan Prof. Dr. Nükhet Varlık, Avrupalı seyyah ve yazarlarda hâkim olan bu kanaatin doğru olmadığını ‘Osmanlılar’da Veba’ adlı mükemmel eserinde detaylıca anlatıyor.

Biz konuyu dağıtmadan esasa dönelim.

Gerçekten bulaşıcı hastalıklara karşı yüzyıllardır değişmeyen ‘genetik’ bir davranış kalıbımız mı var? Sokaklar neden boşalmıyor? İnat mı yoksa mecburiyet mi? Geçim derdini herkes biliyor ve anlıyor. Ama güneşli havalarda coşan kalabalıklara ne demeli?

Defoe’nun 300 yıl önce eleştirdiği kayıtsızlığın şimdi de geçerli olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar meselenin ciddiyetinin farkında...  Ama yine de İstanbul’da romanın o bölümlerini hatırlatan sahneler var. Her gün gözümüzün önünden akıyor bu sahneler. İnadına çekilmiş ve izlemeye mahkûm kalınan kötü bir film gibi… Bunlar kayboldukça durumu ağırlaştıran sebeplerden en zorlusu zayıflamış olacak. O zaman herkesin işi çok daha kolay olacak.

Bu arada Defoe, romanında Avrupalıları ‘kendilerini koruyan ve sakınanlar’ olarak metheder. İtalya’da belediye başkanları sokaktan neredeyse sopa zoruyla topluyordu vatandaşları… Muhtemelen Defoe onları kastetmiyordu. Zira onların derslerini Ortaçağ’ın en büyük veba salgından sadece birkaç yıl sonra, 1353’te yazılan Decameron’dan almış olmaları gerekiyordu…  

Yazının Devamını Oku

‘Siyasi ayak’ söylemi kaç kusur örter?

20 Şubat 2020
Belli ki bu tartışmalar uzun sürecek. Çok da su kaldıracak. Sürecin henüz görünmeyen boyutları olduğu da muhakkak. Kısa sürede durum ve taraflar daha da berraklaşaktır. Meselenin ana aktörü eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile başlayalım. İnternet Andıcı davasında Yüce Divan’da yargılanmasına Cumhurbaşkanı Erdoğan izin vermemiş, hakkında adli süreç böylece nihayete ermişti. 

‘Ergenekon’, Balyoz’ ve türevi soruşturma ve dava süreçlerini baştan sona takip ettim. FETÖ savcılarının ne kadar pervasızca insanların hayatlarını karartabildiklerine şahit oldum. Hukuki metin ve süreçlerdeki her çelişki ve çarpıklığı açıkça yazdım. Meseleye ‘siyah ve beyaz’ perspektifiyle de bakmadım. Mesleki konumumun elverdiği ölçüde inisiyatif almaya da çalıştım.  Şahsi gözlem ve tecrübelerime dayanan kanaatler edindim. Bazılarını paylaşmak isterim.

 

‘Komutan kim?’

İnternet Andıcı’ soruşturmasından başlayalım. Bu davada Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız ve Harekat Başkanı Korgeneral Mehmet Eröz de sanıktı. Başbuğ, dava konusu andıçtan haberi olmadığını söylüyordu. Ama Eröz ‘Bu doğru değil, defalarca bilgi verdik’ diyordu. Yargılanan diğer komutanlar da ‘komutan’ onayı olmadan andıcın yürürlüğe giremeyeceğinde ısrarlıydı.  ‘O komutan kim?’ sorusuna ise ‘Genelkurmay Başkanı(İlker Başbuğ)’ cevabını veriyorlardı. O halde iki taraftan biri yalan söylüyordu. Ama hangisi ve niye?

 

Andıç ve ‘post it’

Bu yazıya başlarken o davada yargılananlardan emekli komutanlardan biriyle konuştum. O anlattı. Andıçlar  Genelkurmay Başkanı tarafından imzalanıyormuş, Başbuğ bu usulü kaldırmış. Sadece onayı için paraf açılmış. İmza ise ‘post it’ üzerine atılıyormuş. Yani andıcın üzerine yapıştırılan küçük kağıt parçasına... Askeri veya mülki bürokraside bu usul nereye oturuyor bilinmez ama bence bu haliyle ciddi bir iddia...

 

Yazının Devamını Oku

İdlib ve sonrası…

6 Şubat 2020
Suriye rejimi ilk kez bu kadar doğrudan TSK birliklerini hedef aldı.  8 şehidimiz var. Suriye krizi başladığından beri belki de en gergin dönemlerden birine girdik. Zaten son dönemde sürecin bütün nabzı İdlib’te atıyordu. Son gelişmeler bu gerilimi hat safhaya çıkardı. İdlib’te sıkışan 3,5 milyon Suriyeli için de vaziyet daha zor hale geliyor. Eğer rejim M4 ve M5’in batısına ve kuzeyine geçmeye çalışırsa büyük kargaşa olacak. 

 Gelişmeler sadece sahadaki durumu değil, sahayı şekillendiren temel ilişki ve ittifakları da sarsacak gibi. Zira Rusya’nın tavrı çok önemli.  ‘Rejim Rusya’dan habersiz bunu yapamazdı’ görüşü hâkim herkeste. Son zamanlarda birçok gerilim Erdoğan ve Putin arasındaki yakın işbirliği ile kolayca çözülmüştü. Astana ve Soçi’deki mutabakatlar da bu iki liderin yakın mesaisinin neticesiydi. Durumun şimdi biraz farklı olduğunu gösteren emareler var. Ama o emarelerin arkasında nihali durumu belirleyebilecek bir ağırlık var mı? Erdoğan-Putin dostluğu da ağır bir sınamayla karşı karşıya…  İki lider dün geç saatlerde bir telefon görüşmesi yaptı. Görüşmeye dair açıklama sade ve netti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, mevcut duruma dair rahatsızlığını aktardı, uyarılarını yaptı. Henüz diğer detayları bilmiyoruz.   Erdoğan’ın Ukrayna ziyaretinin zamanlaması da dikkat çekici.  Ama Ukrayna-Türkiye ilişkilerinin Rusya’yı zorlayıcı ve bağlayıcı bir tesir doğurması mevcut konjonktürde pek mümkün değil.  Eldeki veriler çok keskin yorum yapmaya elverişli de değil. Zaten çok dar alanda sert manevraların yapıldığı bir süreçteyiz.  Moskova’da MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Suriye istihbaratından Memluk’ün görüşmesinin üzerinden henüz bir ay bile geçmediğini unutmayalım. Ama tabi bir de değişmeyen prensipler var. Türkiye’nin başından beri taviz vermediği üzerinde çok hassas olduğu noktalar bunlar… Belli ki Rusya bir oldu bitti ile İdlib eşiğini aşma gayretinde.  Bu arada Rusya’ya odaklanmışken İran’ın İdlib heyecanını da gözden kaçırmamak gerek. Hamaney’in bir danışmanı kısa sürede İdlib meselesinin halledileceğini açıklamıştı birkaç gün önce. İran basınına bu minvalde yorum ve açıklamalar düşmeye devam ediyor. 

 

Türkiye şu ana kadar soğukkanlı davrandı. Sessiz kalmadı ama fevri de hareket etmedi. Erdoğan’ın açıklamaları da Rusya ile çok katmanlı hale gelen ilişkilerin mevcut gerilimi kaldırabileceğini gösterdi. Tabi sonrasını bilemeyiz. Türkiye halihazırda gözlem noktalarını takviye ediyor. Bu da sahada hareketliliğin artacağını gösteriyor. Bu hareketliliğin nereye varacağını ise Rusya ile  görüşmeler ve rejimin duracağı nokta belirleyecektir. Bununla birlikte Türkiye’nin Rusya ile illa mutabık kalma arayışında olmadığını  da görüyoruz.  

Türkiye’nin M4 ve M5’in rejimin kontrolüne geçmesinden çok rahatsız olduğu  ortada.  Bu rahatsızlık rejim güçlerinin İdlib üzerinde kurması muhtemel baskıdan kaynaklı. Belki rejim ile İdlib arasında bu yollar bir sınır kabul edilebilir. Bu halde Türkiye’nin Soçi’ye dayanarak kurduğu gözlem noktaları da içerde kalacak. O zaman rejim bu gözlem noktalarının da kaldırılmasını isteyecek. Rejim açısından süreç ‘salam dilimi’ halinde kendi lehine işliyor. Ancak İdlib’in daha fazla tazyikine Türkiye’nin hiç tahammülü olmadığı da aşikâr… 

Bir de Türkiye’nin de rejimin de ‘terörist’ kabul ettiği HTŞ gerçeği var.  Rejim ve Rusların Astana ve Soçi ’den sonraki saldırılarının sebebi olarak gösterilen örgüt bu. Ayrıca İdlip’te ‘ılımlı muhalefet’ olarak tarif edilen yapılan üzerinde de baskı kurduğu iddiası var. ‘Ayrık otu’ konumundaki HTŞ’nin oradaki varlığı, İdlib’e yönelik muhtemel bir rejim operasyonunun potansiyel mazereti olarak orta yerde duruyor. 

Ayrıca İdlib kaynaklı göçmen sorunu sadece Türkiye’nin derdi değil. AB ülkelerinin de gözü kulağı orada. Şimdiye kadar onlardan da bir ses çıkmadı. 

Türkiye sahada veya masada kendi göbeğini kendi kesmeye hazırlanıyor… 

Yazının Devamını Oku

Altaylı’nın gizlediği ağabeyi: Ruzi Nazar!

1 Şubat 2020
Enver Altay iddianamesi son birkaç gündür Türkiye’nin gündeminde.

Her gün yeni ve dikkat çekici bilgiler yansıyor iddianameye. Satır aralarında bile bugüne kadar bilinmeyen birçok detay var. Altaylı çok şey anlatıyor. Mutlaka gizlediği çok şeyler var. Ancak gizlemeye gerek duymadığı birçok bilgi ise onun ‘derinliği’ ve etkinliği hakkında yeterli. Ben, Ruzi Nazar’a dair ne anlattığını merak ediyordum. Ancak bu merakımı gideremedim. Zira Altaylı neredeyse hiçbirşey anlatmamış. Ruzi Nazar, Altaylı’nın kariyerini inşa eden kişi. Neredeyse bütün hayatı boyunca ona akıl veren, yol gösteren kişi pozisyonunda. 2015’te Antalya’da hayatını kaybettiğinde de en yakınında Altaylı vardı... Altaylı’nın Ruzi Nazar ilişkisi çok önemli. Çünkü Ruzi Nazar, Nazi döneminden itibaren CIA’nın dünya çapında faaliyet yürütmüş çok önemli isimlerinden biri. Altaylı’nın Nazar ile yakın ilişkisi; Altaylı’nın Nazar’dan sonra ilişki kurduğu herkesi ve her faaliyetini bir şekilde zan altında bırakmaya yetiyor.

Ruzi Nazar, bir Özbek Türkü... Gençlik yıllarında Komünist Parti’ye üyesiydi. 1941’de Nazi saldırılarının başlaması üzerine Kızılordu’ya alındı. Kısa bir eğitimin ardından asteğmen olarak Almanlara karşı savaşmaya başladı. Almanlara esir düştü. Nazilerin Stalin’in öldürttüğü akrabaları üzerinden yaptığı propaganda kısa sürede etkisini gösterdi. Nazi saflarına geçti ve Kızılordu’ya karşı savaşmaya başladı. Hitler’in Türkistan Lejyonları’nın en parlak isimlerinden biri olmuştu. Savaştan sonra da gazete ve dergi faaliyetleriyle Sovyet karşıtlığına devam etti.

OSS’den ( Office of Strategic Services) dönüşen ‘çiceği burnunda’ CIA’nın önceliği de Sovyetlerdi. Nazar onlar için biçilmiş kaftandı. CIA için çalışma teklifini ilk Amerikan başkanlarından Theodore Roosevelt’in CIA’da çalışan oğlu Archibald Roosevelt yaptı. 1951 yılında Bonn’da görüştüler. Roosevelt, Ankara’ya ‘Büyükelçi Yardımcısı’ olarak atandığını söylemişti ama aslında CIA’nın Türkiye İstasyon Şefi olarak görevlendirilmişti. Nazar bu teklifi kabul ederek Amerika’ya yerleşti. Burada eğitim alarak İngilizcesini ilerletti. Columbia Üniversitesi’ndeki Ortadoğu Enstitüsü’nde çalışmaya başlayan Nazar, burada birçok Türk diplomat ve devlet adamı ile de tanışma imkanı da buldu. 1959’da Türkiye’ye atanan Nazar 11 yıl Ankara’da çalıştı. Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye üzerinden yürütülen ‘Soğuk Savaş’ faaliyetlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı oldu.

Nazar, Enver Altaylı ile de bu dönemde tanıştı. Altaylı, Harp Okulu öğrencisiyken okul komutanı Albay Talat Aydemir’in darbe girişiminden dolayı 1963’te okuldan atılan subay adaylarından biriydi. Eğitimine İstanbul Hukuk Fakültesi’nde devam etti. Bir taraftan da Yeni İstanbul gazetesinde çalışıyordu. ‘Baba dostu’ dediği Ruzi Nazar ile de burada tanıştı. Ondan sonra da hiç ayrılmadılar. Öyle ki 1968 yılında onu MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya tavsiye edenlerden biri de Ruzi Nazar’dı. Altaylı, Nazar ile yakınlığını ve ilişkisini hiç inkar etmedi. Hatta 2013’te ‘Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu’ adıyla 544 sayfalık bir de kitap yazdı. Ruzi Nazar’a dair birçok bilinmeyeni anlattı o kitapta. Kitap daha sonra Amerika ve İngiltere’de de yayımlandı.

Altaylı ifadesinde Nazar ile ilişkisini sadece yazdığı kitap ile sınırlıyor. ‘ Nazar’ın hayatı etrafında soğuk savaş döneminin perde arkasını yazdım.’ diyor... Kitabında ise Ruzi Nazar ile yakınlığını şöyle anlatıyor: “Ruzi ile tanışmamızın üzerinden aşağı yukarı yarım asır geçti. Benim MİT mensubu olduğum birkaç yıl hariç Ruzi ile yakınlığım ve abi-kardeş ilişkim hep devam etti. Rahmetli MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya beni tavsiye edenlerden birisi de Ruzi Nazar’dı.’

Ruzi Nazar, istihbarat dünyasından elini ayağını çektikten sonra Antalya, Side’ye yerleşmişti. 2015’in mayın ayında 97 yaşında hayatını kaybetti. Eski öğrencisi Altaylı ile arasında sadece 10 dakikalık bir mesafe vardı...

Yazının Devamını Oku