Murat Bardakçı

Bizans İmparatoru’na İslámiyet dersi veren álim, Koçlar’ın büyük ceddiydi

24 Eylül 2006
Papa’nın málum konuşmasından sonra başlayan tartışmada çok şey yazılıp söylendi. Ortalığı karıştıran sözlerin asıl sahibi, bundan 615 sene önce kendisine İslamiyet’i anlatan bir Müslüman álimle giriştiği tartışmada sarfettiği ileri sürülen Bizans İmparatoru Manuel Paleolog’du. İmparator ile muhatabının günümüzle bağlantısı üzerinde ise hiç durulmadı. İmparatorun asırlar sonra Papa’yı bile yoldan çıkartan sözleri söylediği iddia edilen tartışmadaki muhatabı, Anadolu tasavvufunun çok önemli bir ismi olan Hacı Bayram-ı Veli’dir. Konunun çok daha enteresan olan tarafı da, bu evliyanın soyundan gelenlerdir: Çoğumuz bilmeyiz ama, Hacı Bayram-ı Veli’nin 18 /images/100/0x0/55ea9e05f018fbb8f88bb6e2göbek sonraki torunları, günümüzün meşhur Koç ailesidir.

TÜRKİYE ve İslám dünyası, günlerden buyana Papa’nın Müslümanlık aleyhindeki saçmalamalarının sebep olduğu hiddeti teneffüs ediyor. Vatikan’ın ortalığı yatıştırma gayretiyle yaptığı açıklamalar Papa’nın resmen özür dilememesi yüzünden dikkate alınmıyor ve tepkiler de bitmek bilmiyor. Gözler şimdi, Papa’nın Müslüman büyükelçilerle Roma yakınlarında, Castel Gandolfo’daki yazlık sarayında yarın yapacağı toplantının neticesinde...

Papa’nın sözlerinin yarattığı tartışmalar sırasında konuyla ilgili olsun veya olmasın, akla gelen ne varsa yazılıp söylendi ama bir konunun, üstelik bizi yakından ilgilendiren bir ayrıntının üzerinde hiç durulmadı: 16. Benedikt’in iddialarının, yani İslám dünyasını ayağa kaldıran sözlerin asıl sahibi olan ve bu ifadeleri bundan 615 sene önce bir Müslüman álimle yaptığı tartışmada sarfettiği söylenen Bizans İmparatoru Manuel Paleolog’un sözkonusu tartışmadaki muhatabının günümüzle olan bağlantısı üzerinde...

EVLİYANIN TORUNLARI

İşin aslını sözü uzatmadan kısaca söyleyeyim ve meselenin ayrıntısına daha sonra gireyim: Bizans İmparatoru Manuel Paleolog’un asırlar sonra Papa’yı bile yoldan çıkartan sözleri söylediği iddia edilen tartışmadaki muhatabı, Anadolu tasavvufunun çok önemli bir ismi olan Hacı Bayram-ı Veli’dir ve konunun daha da enteresan olan tarafı, bu evliyanın soyundan gelenlerdir: Çoğumuz bilmeyiz ama, Hacı Bayram-ı Veli’nin 18 küsur göbek sonraki torunları günümüz Türkiyesi’nin önemli bir ailesi olan Koçlar’dır.

Şimdi, Papa ile İslám dünyası arasında yaşanan tatsızlığın ayrıntılarını nakledeyim:

Papa’nın ortalığı karıştıran önceki haftaki konuşmasının temeli bundan 615 sene yazılmış bir mektuba, bu mektup da Osmanlı ordusunun mağlup olduğu bir savaşa dayanıyordu.

O devirde gittikçe zayıflamış olan ve ayakta güç-belá durabilen Bizans, henüz kurulmuş bulunan Osmanlı Devleti’ne bağlı bir beylik gibiydi. Osmanlılar’a vergi vermenin yanısıra, Sultan’ın çıkacağı seferlere askeri destek sağlamayı da kabul etmişti ve her talebi yerine getiriyordu.

ÇORUM’DAYENİLDİK

1391’de, Osmanlı tahtında oturan Yıldırım Bayezid’in oğullarından biri, Anadolu’da devlet kurup Sivas’ı başkent yapmış olan Kadı Burhaneddin’in üzerine sefere çıkacaktı ve hükümdar, Bizans İmparatoru Manuel Paleolog’dan askerleriyle beraber gelip sefere iştirak etmesini istedi. Manuel Paleolog, Yıldırım’ın talimatına uymak zorundaydı ve birliklerinin başına geçip Türklerle beraber Anadolu’nun doğusuna doğru ilerledi. Ama, Çorum taraflarında karşılaşıp muharebeye tutuştukları Kadı Burhaneddin’in karşısında büyük bir mağlubiyete uğradılar; hem Osmanlı, hem de Bizans birlikleri darmadağın ve perişan bir halde Batı’ya çekildiler.

Dağınık ordu ve Manuel Paleolog, havaların soğuması üzerine bir ay boyunca Ankara’da kaldı. İmparator, bu bir ayın 26 gecesini bir İslám álimi ile dini tartışmalar yaparak, özellikle de Müslümanlık ile Hristiyanlığı mukayese ederek geçirdi. Sonra askerleriyle beraber İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı ve 26 gece boyunca devam eden tartışmanın ayrıntılarını, dönüş sırasında kardeşi Teodor’a hitaben yazdığı mektuplara kaydetti.

İRANLI DEĞİL, TÜRK

Derken, aradan altı asır geçti. Aslen Lübnanlı koyu bir Katolik ve zamanımızın meşhur bir teoloğu olan ve şu anda Almanya’nın Münster Üniversitesi’nde profesörlük yapan Adil Teodor Huri, imparatorun ağdalı bir Grekçe ile kaleme aldığı mektupları 1966’da Fransızca olarak yayınladı.

İmparator, mektuplarında tartıştığı İslám áliminden ismini vermek yerine "İranlı bir medrese hocası" diye bahsediyordu. Aradan yine seneler geçti ve Fransız tarihçi Michel Balivet, 2004 ve 2005 yıllarında yaptığı iki ayrı yayında, Manuel Paleolog’un sözünü ettiği müderrisin Hacı Bayram-ı Veli olduğunu belgeleriyle açıkladı.

Papa 16. Benedikt’in İslám dünyasını ayağa kaldıran sözleriyle Türkiye’nin en önemli sanayici ailelerinden biri arasındaki bağlantı, işte böyle... Koçlar’ın Hacı Bayram-ı Veli ile dede-torun ilişkilerinin ayrıntıları da aşağıdaki kutuda...

İşte, Koç ailesini HacI Bayram’a baĞlayan Şecere

HACI Bayram-ı Veli’
nin neslinden gelenleri gösteren ilk "şecere" yani "soyağacı" 17. yüzyılın sonlarında hazırlandı ve kendisi de Hacı Bayram’ın torunlarından olan ve 1996’da vefat eden Büyükelçi ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fuad Bayramoğlu’nun günümüze kadar uzanan nesilleri de iláve ettiği şekliyle 1983’te Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlandı.

Vehbi Koç, Fuad Bayramoğlu’nun yayınladığı bu şecerede Hacı Bayram-ı Veli’nin 18. göbekten torunu olarak yeralırken eşi Sadberk Koç’un da aynı aileye mensup olduğu görülüyor.

Büyükelçi Fuad Bayramoğlu’nun hazırladığı şecereye göre Vehbi Koç ile eşi Sadberk Hanım, 1352 ile 1429 yılları arasında yaşamış olan Hacı Bayram-ı Veli’ye şu şekilde bağlanıyorlar:

VEHBİ KOÇ’UN SOYAĞACI: Hacı Bayram-ı Veli - Şeyh Ahmed Baba - Şeyh Edhem Baba - Şeyh Tayyib Baba - Şeyh Salih Baba - Şeyh Mehmed Baba - Şeyh Ahmed Baba - Şeyh Kasım Baba - Şeyh Tayyib Baba - Şeyh Ahmed Muhlis Baba - Şeyh Mehmed Tayyib Baba - Şeyh Şemseddin Bayramoğlu - Şeyh Mustafa Baba - Şeyh Salih Baba - Haydar Baba - Mustafa Bey - Ahmed Bey - Necibe Hanım - Vehbi Koç.

SADBERK KOÇ’UN SOYAĞACI: Hacı Bayram-ı Veli - Şeyh Ahmed Baba - Şeyh Edhem Baba - Şeyh Tayyib Baba - Şeyh Salih Baba - Táci Hacı - Fatma Hatun - Saime Hatun - Müderriszáde Şeyh Mustafa - Abdülkerim Efendi - Sadullah İzzet - Necib Bey - Sadullah Aktaş - Sadberk Koç.

Hacı Bayram, Anadolu tasavvufunun öncüsüydü

ANADOLU’
da doğmuş bir tasavvufçunun oluşturduğu ilk Türk tarikati kabul edilen "Bayramiye"nin kurucusu Hacı Bayram-ı Veli, 1352’de Ankara’da eski ismi "Zülfazl", şimdiki adı "Solfasol" olan köyde dünyaya geldi ve o devrin önemli tasavvufçularından Somuncu Baba’ya bağlandı.

Yıldırım Bayezid’in, Çelebi Mehmed’in ve İkinci Murad’ın iktidar dönemlerinde devletle yakın ilişki içerisinde bulunan Hacı Bayram-ı Veli, "fazla güçlendiği" iddiasıyla İkinci Murad döneminde bir ara saray tarafından soruşturmaya uğradı ama hakkındaki söylentilerin asılsızlığının ortaya çıkması ve padişahın bizzat özür dilemesi üzerine eski gücüne tekrar sahip oldu.

Hacı Bayram-ı Veli, Anadolu’nun mistik yapılanmasını ve tasavvufi hayatını etkileyen en önemli mutasavvıflardan biriydi ve hayata 1429’da Ankara’da veda etti. Kendisine bağlananlar arasında "Bayramiye Melámileri" akımını kuran Emir Sikkini ile Fatih Sultan Mehmed’in hocası olan ve öğrencisi Fatih’i İstanbul’u fethetmesi için teşvik eden Akşemseddin gibi önemli isimlerin de bulunduğu Hacı Bayram Veli’nin Ankara’da kendi ismini taşıyan camiin hemen yanıbaşındaki türbesi, bugün Türkiye’nin en sık ziyaret edilen mekánlarının başında gelir.
Yazının Devamını Oku

RAMAZAN KADINLAR İÇİN HIZIR GİBİYDİ

21 Eylül 2006
Ramazan, eski devirlerde sokağa çıkmaları çeşitli şekillerde kısıtlanan kadınlar için kurtarıcı gibiydi ve kadınlar Ramazan’ın gelmesiyle beraber kendilerini sokaklara atarlardı.

Padişahın iftara gidişi, Kadir Gecesi ve teravih namazları, kadınların katılmayı en çok arzu ettikleri faaliyetlerdi.

Ramazanda gezme hürriyetleri artınca cami cami dolaşırlar, kadınlara vaaz ve hatim dinlemeleri için birkaç cami tahsis edilir ve erkekler buralara giremezdi.

OSMANLI döneminde kadınların ortalıkta dolaşması fazla istenmemiş ve sokağa çıkmalarına çeşitli kısıtlamalar getirilmişti.

Yaşlı kadınların sokakta dolaşmalarına pek bir şey denilmezdi ama genç yaştakilerin hareketleri dikkatle izlenirdi.

Fakat, yöneticilerin koydukları bütün yasaklara rağmen kadınlar ev dışına çıkabilmelerini sağlayacak her türlü fırsatı değerlendirdiler.

İmdadlarına, 19. yüzyılda tıp ilmi yetişti ve kansızlık çeken kadınlar, doktor tavsiyesiyle rahat rahat gezdiler. Gezintilerin artması, İstanbul’da dedikoduları da artırdı. Kadınlar sokağa akraba ziyareti, hamam, düğün ve alışveriş için çıkarlardı ve en sık gittikleri yer, Kapalıçarşı’daki kumaşçılardı.

Şehirde, sadece kadınlara mahsus bir başka pazar da vardı. 1610’da İstanbul’a gelen İngiliz seyyah George Sandys, Silivrikapı civarındaki ‘Avratpazarı’ isimli meydanda kadınların elişlerini sadece birbirlerine sattıklarını yazar.

Bayramlar, kadınlar için tam mánásı ile bayram olur ve hemen dışarı fırlarlardı.

Yazının Devamını Oku

Halikarnas Balıkçısı’nın yeğeni BM’ye genel sekreter oluyor

17 Eylül 2006
Hafta içerisinde Papa’nın málum hezeyanlarıyla meşgul olduğumuz sırada New York’ta sessiz sadasız bir yarış başladı ve Birleşmiş Milletler’in görev süresi önümüzdeki aylarda sona erecek olan genel sekreteri Kofi Annan’ın yerini almak isteyen adayların isimleri açıklandı. Bu isimlerden biri, Ürdün tarafından genel sekreterliğe aday gösterilen Prens Zeyd bin Raad bizim için önem taşıyordu, Türkiye’nin isim yapmış eski bir ailesine, Şakir Paşalılar’a mensuptu. Babaannesi, Türk resminin önde gelen ismi Fahrünisa Zeyd idi."Halikarnas Balıkçısı" Cevat Şakir Kabaağaçlı, ilk kadın seramikçimiz Füreya, gravürcü Aliye Berger, ressam Nejat Devrim, tiyatrocu Şirin Devrim akrabalarıydı. İşte böyle bir ailenin mensubu olan Prens Zeyd hakkında basınımızda hiçbirşey yazılmadığını görünce, onun kim olduğunu anlatayım dedim.

TÜRKİYE ve İslam dünyası hafta içerisinde Papa’nın málum hezeyanlarıyla meşgulken, New York’ta sessiz sadasız bir yarış başladı ve Birleşmiş Milletler’in görev süresi önümüzdeki aylarda sona erecek olan Ganalı genel sekreteri Kofi Annan’ın yerini almak isteyen adaylar şimdiden çalışmaya başladılar.

Dünyanın dört bir tarafından gidip Birleşmiş Milletler’de görev yapan ve ülkeleri tarafından genel sekreterliğe aday gösterilen bu diplomatlardan biri, Ürdün Krallığı’nın adayı Prens Zeyd bin Raad, bizim için ayrı bir önem taşıyor.

Zira, Prens’in bir tarafı bizden, yani Türk. Zeyd bin Raad annesi tarafından Türkiye’nin siyasette ve sanatta isim yapmış eski bir ailesine, Şakir Paşalılar’a mensup: Babaannesi, Türk resminin önde gelen ismi Fahrünisa Zeyd. Büyük dayısı edebiyat tarihimize "Halikarnas Balıkçısı" diye geçen Cevat Şakir Kabaağaçlı, teyzesinin kızı hayatı romanlara konu olan ilk kadın seramikçimiz Füreya, bir diğer büyük teyzesi gravürcü Aliye Berger, amcası ressam Nejat Devrim, halası da tiyatrocu Şirin Devrim.

İşte, edebiyat ve sanat tarihimizde bu derece önemli kişilerle akrabalığı bulunan Ürdünlü prensin Birleşmiş Milletler’e genel sekreter adayı olup da bu adaylığın basınımızda pek farkedilmediğini görünce, Prens Zeyd bin Raad’ın aile ilişkilerini ayrıntısıyla yazmak istedim.

1914’teki CİNAYET

Önce, 1914’te Afyon’da işlenen bir cinayete uzanalım: Şakir Paşa’nın öldürülmesine...

Şakir Paşa, Afyon’un eski bir ailesine mensuptu. Dedeleri arasında din bilginleri ve meşhur hattatlar vardı. Ağabeyi Ahmed Cevat Paşa, İkinci Abdülhamid’in sadrazamlığını yani başbakanlığını yapmıştı.

İki kardeş, askeri okuldan mezun olduktan sonra Erkánıharp Mektebi’ni yani o zamanın Harp Akademisi’ni bitirerek kurmay subay oldular ve vazife icabı imparatorluğun dört bir yanını dolaştılar. Bir yandan askerlik yapıyor, bir yandan da ardarda kitap çıkartıyorlardı. Zamanla her ikisi de Paşalığa yükseldi, ağabey 1891’de sadrazamlık koltuğuna oturdu ve kardeşini Atina’ya büyükelçi olarak gönderdi.

BODRUM SÜRGÜNÜ

Şakir Paşa,
Girit’te bulunduğu sırada Sare İsmet adında bir hanımla evlendi ve ikisi erkek dördü kız, altı çocuğu oldu. Ağabeyi Sadrazam Cevat Paşa bu arada Abdülhamid’in gözünden düşmüş, sadrazamlıktan alınmış, askeri vazifelerle İstanbul’dan uzaklaştırılmış, derken Şam’a yollanmış, İstanbul’a dönebilmesine Şam’da verem olması üzerine izin verilmiş ve hayata 1900 senesinde henüz 49 yaşındayken veda etmişti.

Ağabeyinin bu acı kaderi Şakir Paşa’yı derinden etkiledi. Sarayla bütün alákasını kesti, görevlerinden ayrıldı ve ailesiyle beraber Büyükada’daki köşküne çekildi. Vaktini artık sadece kitap yazmakla geçiriyordu.

Paşa, 1914 Haziran’ında bir gün yanına iki oğlunu, Cevat ile Suat’ı alarak Afyon’a gitti. Afyon’da vaktiyle bir çiftlik satın almış ama senelerdir gitmemişti. Hem çiftliğin ne vaziyette olduğunu görecek, hem káhyalarla oturup hesap-kitap yapacaktı. Alacağı parayı dönüşte kızlarından birinin düğün masrafına harcamayı planlıyordu.

Şakir Paşa, İstanbul’a bir daha dönemedi. 28 yaşındaki oğlu Cevat’la bir gece kimselerin bilmediği bir sebep yüzünden tartışmaya başlamış, tartışma kavgaya dönmüş ve Cevat siláhını çekip kurşunları babasının üzerine boşaltmıştı.

Afyon’dan Büyükada’ya, Paşa’nın cenazesini getirdiler.

Paşa’nın oğlu Cevat Şakir, 14 sene hapse mahkûm oldu. Cezasının yarıdan fazlasını çektikten sonra afla çıktı ama 1925’te yeniden hapse düştü. Bir gazetede çıkan yazısı yüzünden İstiklál Mahkemesi’ne verilmiş, bu defa üç sene kalebentliğe mahkûm edilmiş ve Bodrum’a sürülmüştü. Tahliyesinden sonra Bodrum’dan bir daha ayrılmadı ve hayatının sonuna kadar orada kaldı. Soyadı kanununun çıkmasından sonra "Kabaağaçlı" olmuştu. Tam adı Cevat Şakir Kabaağaçlı idi ama talih garip bir cilve yapmış, mahkûmiyetinden sonraki hayatını Bodrum’a sürdürmesi hem bugünün Bodrum’unu, hem de Türk Edebiyatı’nın büyük isimlerinden birini, "Halikarnas Balıkçısı"nı yaratmıştı.

TAHTIN VÁRİSİ

Oğlunun kurşunlarına kurban giden Şakir Paşa’nın ortanca kızı Fahrünisa ise, ilk evliliğini 1930’ların tanınmış gazetecisi İzzet Melih Devrim ile yaptı. Bu evlilikten Şirin adında bir kızı ile Nejat isminde bir oğlu oldu, sonra kocasından ayrıldı ve hayatını bir Arap prensi ile birleştirdi: Birinci Dünya Savaşı yıllarında bize karşı Arap isyanını başlatan ve daha sonra Hicaz Kralı olan Şerif Hüseyin’in oğullarından Prens Zeyd ile.

Resim yapan ve sonraki senelerde modern Türk resminin en büyük isimlerinden biri kabul edilen Fahrünisa, yahut bu evliliğinden sonraki tam ismiyle Prenses Fahrünisa Zeyd’in 1936’da bir başka oğlu daha oldu: Prens Raad. Irak tahtının várisi olan Prens, Ürdün’de senelerce saray nazırlığı yaptı.

Şimdi, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne aday olan 1964 doğumlu Prens Zeyd, işte, bizim Halikarnas Balıkçısı’nın kızkardeşi Fahrünisa Zeyd’in torunu, yani oğlu Prens Raad’ın çocuğu. Modern Türk sanatına çok önemli katkılarda bulunmuş böyle bir ailenin mensubu olan Prens Zeyd hakkında basınımızda hiçbirşey yazılmadığını görünce, BM’nin genel sekreterliği için yarışan bu Ürdünlü prensin kim olduğunu anlatayım dedim.

Genel sekreter adayının bütün akrabaları birinci sınıf sanatçıydı

HALİKARNAS BALIKÇISI (CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI)

Şakir Paşa’nın 1890’da doğan oğlu ve katiliydi. Sürgüne gittiği senelerde küçük bir balıkçı köyü olan Bodrum, onun sayesinde bugünkü konumuna geldi. "Halikarnas Balıkçısı" adıyla çok sayıda eser verdi. İlk karısı Aniesi’den sonra iki evlilik daha yapan Cevat Şakir 1973’te öldü ve Bodrum’a hákim bir tepeye defnedildi. Sağlığında Bodrum’un bir caddesine isminin verilmesine "Caddeden geçen hayvanlar üzerime pislerler" diyerek karşı çıkmıştı.

FAHRÜNİSA ZEYD: Şakir Paşa’nın ortanca kızı ve Halikarnas Balıkçısı’nın kızkardeşiydi. 1901’de Büyükada’daki köşkte doğdu, 1991’de Amman’da öldü. İlk evliliğini gazeteci İzzet Melih Devrim ile yaptı, bu evlilikten doğan iki çocuğu, Nejad ile Şirin de anneleri gibi sanatçı oldular. Daha sonra Irak Kralı Birinci Faysal’ın küçük kardeşi Prens Zeyd ile evlendi. Birçok memlekette sergiler açan Fahrünisa Zeyd, modern Türk resminin en büyük ustalarından sayılır.

ALİYE BERGER: Paşa’nın en küçük kızıydı. 1903’te o da Büyükada’da doğdu ve 1974’te aynı yerde öldü. Sevgilisi Karl Berger’le 23 yıllık beraberlikten sonra evlendi ama kocası altı ay sonra bir kalp kriziyle hayata veda etti. Düştüğü bunalımdan kurtulmak için resme başlayan Aliye Berger yağlıboya, desen ve gravürün en önemli isimlerinden oldu. Verdiği bir mülákatta sanatını anlatırken "Aşkla yaşadım, ne yarattımsa aşkla ve sevgiyle yarattım" diyordu.

FÜREYA: Türk sanatının ilk ve en önemli kadın seramikçisi kabul edilen Füreya, Şakir Paşa’nın büyük kızı Hakiye Hanım’ın çocuğuydu. 1910’da Büyükada’da doğdu, Fransız okulunda okudu, İstiklal Mahkemeleri’nin ünlü ismi Kılıç Ali ile evlenip Ankara’ya yerleşti ve Mustafa Kemal’in yakın çevresine girdi. Seramikle, tedavi için gittiği İsviçre’de ve oldukça geç bir yaşta tanışmıştı. Ayşe Kulin’in bundan birkaç sene önce yayınladığı ve Füreya’nın öyküsünü konu alan romanı, 50 küsur baskı yaptı.

NEJAT DEVRİM: Şakir Paşa’nın torunu ve Fahrünisa Zeyd ile Zeyd’in ilk eşi İzzet Melih Devrim’in oğluydu. 1923’te doğdu, Paris’te resim öğrendi ve Türkiye’nin ilk soyut ressamı kabul edildi. Son senelerinde Polonya’da yaşayan Nejat Devrim, 1995’te orada, Noy Sacz’da öldü.

ŞİRİN DEVRİM: Fahrünisa Zeyd’in kızı, Nejat Devrim’in kızkardeşi. 1926’da İstanbul’da doğdu. Çocukluk seneleri Berlin ve Bağdad’da geçti. İstanbul ve New York’ta okudu, Yale Üniversitesi’nin tiyatro bölümünü bitirdi. Türk tiyatrosunun önemli bir ismi oldu ve Amerika’da senelerce sahneye çıktı. Stanford, Carnegie-Mellon ve Wisconsin Üniversiteleri’nde profesörlük yapan Şirin Devrim, ailesinin öyküsünü "A Turkish Tapestry" adıyla kitaplaştırdı ve kitap daha sonra "Şakir Paşa Ailesi-Harika Çılgınlar" ismiyle Türkçe olarak da çıktı.
Yazının Devamını Oku

Geçmişin iktidar cemaati olan Kadızádeliler’in yerini şimdi İsmailağa Cemaati aldı

10 Eylül 2006
"Kadızádeliler" denilen dini hareket 17. yüzyılda ortaya çıkmış ve Türk tarihine "devleti bile hákimiyeti altına alan radikal grup" olarak geçmiştir. O devrin Kadızádeliler’i ile günümüzün İsmailağa Cemaati söyledikleri, hayat biçimleri ve uygulamaları bakımından birbirinin aynı gibidir. Kadızádeliler sarayda ve yönetimde nasıl etkili oldularsa, İsmailağa Cemaati de bugünün siyasetinde öyle etkilidir. Bu iş böyle olmasaydı, şimdilerin çok önemli bir politikacısı bir seçim günü oy verme işleminin başlamasından saatler önce İsmailağa Camii’ne gidip sabah namazını kıldıktan sonra Mahmut Hoca’nın elini öperek "Gazán mübárek olsun" duasını almaya gerek duyar mıydı?

İSMAİLAĞA Camii’ndeki cinayetten ve linç hadisesinden sonra, Mahmut Hoca’nın cemaati Türkiye’nin gündemine yerleşti.

Cemaat mensuplarının giyim-kuşamları, siyasilerle ilişkileri, haklarında açılan soruşturmaların sümenaltı edilmesini sağlayacak derecedeki güçleri ve sahip oldukları mali kaynaklar, bana Türkiye’de bundan 300 küsur sene öncesinin bir başka cemaatini hatırlattı: Bir ara devlete bile hákim olacak derecede güçlenen ve tarihlere "Kadızádeliler" yahut "Fakılar" diye geçen hareketi...

17. yüzyılda ortaya çıkan ve Türk tarihinin devleti en uzun süre hákimiyeti altında tutan dini hareketi olan Kadızádeliler, isimlerini Balıkesirli kadı Doğanizáde Mustafa’nın oğlu olan, 1600’lerin başında doğan ve "Kadızáde" diye tanınan Mehmed Efendi’den almışlardı.

Kadızáde Mehmed Efendi, zamanın en büyük álimlerinden olan Birgili Mehmed Efendi’nin derslerine devam etti, sonra camilerde vaazlar vermeye başladı ve zamanla İstanbul’un en meşhur vaizi oldu. Kürsüye önce Sultanselim Camii’nde çıktı, şöhreti artınca da Ayasofya’yı mekán tuttu.

Vaazlarında, İslamiyet’in ilk zamanlarındaki hayata dönülmesi gerektiğini söylüyordu. Kadızáde’ye göre ölülerin /images/100/0x0/55ea0e98f018fbb8f8683695ardından kırkıncı gün duaları yapmak, mevlid okutmak, ölenin ruhu için helva kavurup yemek, hattá Kur’an’ı musikili okumak bile haramdı ve dinden çıkmak demekti. Zenginlerin zevke ve safaya daldığını, rüşvetin heryeri sardığını, Anadolu’nun yanıp yıkıldığını, halkın zulüm yüzünden dağlara çıktığını, şarap içilmedik ve afyon çekilmedik yer kalmadığını söylüyor, "Şeriat!" diyordu.

MEVLEVİLER’E YASAK

Kadızáde
her taraftan yandaş toplamaya başladı ve vaazlarını verdiği Ayasofya Camii bir anda İstanbul’un bu en geniş dini akımının mekánı oldu. Ama, Kadızáde Mehmed’in ömrü fikirlerinin sarayı da etkilediğini görmeye yetmedi. 1635’te öldü, yerini "Üstüváni" unvanını kullanan bir Arap ile "Váni" diye bilinen Vanlı Mehmed Efendi ismindeki talebeleri aldı. Üstüváni’nin Arabistan’da adam öldürüp İstanbul’a kaçtığı ve adını değiştirip vaizliğe başladığı, çok sonraları öğrenilecekti.

Halk arasında itibarları gittikçe artan Kadızádeliler, zamanla devleti ele geçirme çabasına girdiler. Oruç ve farz namazları dışındaki ibadetlerin hepsini haram sayıyorlardı, hattá tekkelere bile karşıydılar ve tekkelerin din ve dünya hayatını birbirinden ayırdığına inanıyorlardı. "Devlete İslámi kimlik verip şeriatı hákim kılmak" uğruna bir hayli tekke şeyhini idam ettirdiler ve Mevleviler’in sema etmesini bile yasaklattılar.

Bizde, çok eski devirlerden itibaren varolan bir ádet, işte o zaman kendiliğinden uygulandı: Devletin dini grupları işine geldiği zaman istediği şekilde kullanıp ihtiyacı sona erdiğinde de bir tarafa atması, hattá temizlemesi ádeti...

HEPSİNİ SÜRDÜLER

Meselá, Dördüncü Murad, baskı rejimini Kadızádeliler’in dini yorumlarına dayandırdı. Kahvehaneleri kapatıp tütünü yasaklarken, Mehmed Efendi’nin sözünü dinler gibi göründü ve tütünle kahvenin "haram" olduğunu Mehmed Efendi’den aldığı fetvalara dayandırdı. Hükümdarın kahvehaneleri kapatmaktaki asıl maksadı, tütünün yahut kahvenin içilmesine máni olmak değil, halkın bu mekánlarda toplanıp kendisini çekiştirmesinin önüne geçmekti ve Kadızádeliler’in fetvaları, bu yasağın dini bahanesi oldu.

Kadızádeliler, özellikle Avcı Mehmed zamanında artık tayinleri bile yapar hále geldiler. Devlet, bu aşırı grubu halkın bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan ve çekilen ekonomik sıkıntılardan kaynaklanan ıstırabını unutturacak geçici bir vasıta gibi gördü. Hemen her konuda onlardan fetva alındı ve fetvaların karşılığında da istedikleri herşey yerine getirildi.

Ama, sahip oldukları bu güç Kadızádeliler’in başını döndürecek ve günlerden bir gün Fatih Camii’inde toplanıp "Şeriat isterüz" diyerek tekbirlerle sokağa dökülüp iktidarı ele geçirmek isteyeceklerdi. Devlet, Kadızádeliler’e fazla yüz verdiğini ancak o zaman farketti ve Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa sokağa dökülenlerin bir kısmını boğdurdu, hareketin liderlerinden Üstüváni’yi, Divane Mustafa’yı ve Türk Ahmed’i de Kıbrıs’a sürdü.

SEÇİM SABAHI NAMAZ

Kadızádeliler’i hedef alan son temizlik, ayaklanma girişimlerinden birkaç sene sonra, 1683’te yaşanan Viyana bozgununun hemen akabinde ve bizzat zamanın hükümdarı Avcı Mehmed’den geldi. Kadızádeliler’in bozgun sonrasındaki çöküşte artık hiçbir işe yaramayacaklarını farkeden hükümdar, sarayda hálá sözü geçmekte olan Váni Mehmed’i Bursa’nın bir köyüne sürgüne yolladı ve adamlarını da imparatorluğun dört bir yanına dağıttı.

Türk tarihinde devleti en fazla etkisi altına almış olan Kadızádeliler’in öyküsü, kısaca işte böyle... "Kadızádeliler’in İsmailağa Cemaati ile ne alákası var?" diye soracak olanlara da küçük bir hatırlatma yapayım: Cemaatin Kadızádeliler ile dini konulardaki görüşlerinin benzerliği bir yana, özellikle seçim dönemlerinde oldukça etkilidirler ve Fatih’ten alınacak seçim sonuçlarını değiştirecek güçleri vardır. Partileri değil, kendilerine yakın olduğunu bildikleri adayları desteklemişler ve Fatih’te 1990’lardan itibaren özellikle yerel seçimlerde sürprizler yaratmışlardır.

Bu iş böyle olmasaydı, şimdilerin çok önemli bir politikacısı bir seçim günü oy verme işleminin başlamasından saatler önce İsmailağa Camii’ne gidip sabah namazını kıldıktan sonra Mahmut Hoca’nın elini öperek "Gazán mübárek olsun" duasını almaya gerek duyar mıydı?

Hayatı kurşunla noktalanan maceracı Şehzadenin bilinmeyen öyküsü İlk defa ortaya çıktı

PU-Yi, Çin’in son imparatoruydu. Bilmeyenler, Pu-Yi’nin hazin hikáyesini Bertolucci’nin dokuz Oskarlı "Son İmparator" filminden öğrendiler.

Tahta iki yaşındayken çıkmış ama ihtilálciler tarafından sarayına hapsedilmişti. Japonlar, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, 1934’te Pu-Yi’yi Mançurya’ya götürmüş, orada kurdukları kukla yönetimin başına geçirmiş, imparator ilán edip Mançurya tahtına geçirmişlerdi.

Pu-Yi savaş sonrasında Ruslar’a esir düştü, Çin’e iade edildi, senelerini bir hapishanede geçirip serbest bırakıldı ve 1967’de dünyadan ayrılana kadar, Pekin’de bahçıvanlık yaptı.

Ama, bu Japonya macerasının pek kimselerin bilmediği bir tarafı daha vardı:

Dünya savaşı öncesinde, Rus hákimiyetindeki Doğu Asya’ya hákim olmak isteyen Japonya, buralarda kurmayı tasarladığı uydu devletlerin başına geçirmeyi tasarladığı adayları soylular arasından seçmişti: Mançurya tahtına Çin’in eski imparatoru Pu-Yi’yi ve Doğu Türkistan tahtına da bir Osmanlı şehzadesini, İkinci Abdülhamid’in büyük oğlu Selim Efendi’nin çocuğu Şehzade Abdülkerim Efendi’yi... Pu-Yi Pekin’den sürgün edilmesinden sonra Japonlar’ın yanına gitmişti, 1924’te ailesiyle beraber Türkiye’den sınırdışı edilen Şehzade Abdülkerim Efendi de, Suriye’de idi.

Japonlar tarafından davet edilen şehzáde, Beyrut’tan yola çıktı, haftalar süren bir yolculuktan sonra Kobe’ye ulaştı, burada törenlerle karşılandı ve Tokyo’ya geçti. Ama kısa bir müddet sonra Japonlar ile arası açıldı, taht beklentisinin yerini can korkusu aldı ve Japonya’yı terkedip önce Doğu Türkistan’a, oradan da dünyanın öbür ucuna, New York’a gitti.

1935 Ağustos’unun ilk haftasında, 43. caddedeki küçük bir otelin odasında, bahtsız şehzadeyi elinde bir tabanca olduğu halde şakağından vurulmuş vaziyette buldular. Abdülkerim Efendi’nin ölümü, polis raporlarına "intihar" diye geçecek ama ailesi cinayete kurban gittiğine inanacak, şehzadenin iflás etmiş olan Türkistan politikasının intikamını almak isteyen Japonlar tarafından öldürüldüğünü söyleyeceklerdi.

Osmanoğlu ailesinin birçok mensubundan bundan senelerce önce dinlediğim bu hüzünlü hadiseyi yeniden hatırlamamın sebebi, hafta içerisinde okuduğum bir kitap: Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Japon Dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi Dr. Merthan Dündar’ın yeni çıkan "Panislámizm’den Büyük Asyacılığa" isimli eseri... Doktora tezi olan bu çalışmasını Japonya’da hazırlayan Dr. Dündar, eserinde Türkiye’de bugüne kadar üzerinde pek durulmamış olan konularda, meselá Japonlar’ın Türkistan politikaları, Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Panislámizm hareketinin Panasyacılığa dönüşmesi ve Osmanlı İmparatorluğu ile Orta Asya hanlıkları arasındaki münasebetler gibi konularda önemli bilgiler veriyor.

"Panislámizm’den Büyük Asyacılığa" isimli eserinde, uzak diyarlardaki ülkelerle geçmişteki maceralarımızı ortaya koyan Dr. Merthan Dündar’ı böylesine şık bir ilmi çalışma yaptığı için tebrik ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Beşiktaş-CSKA Sofya maçı bilet fiyatları

7 Eylül 2006
Beşiktaş'ın, UEFA Kupası 1. Tur ilk maçında Perşembe günü BJK İnönü Stadı'nda Bulgaristan'ın CSKA Sofya takımıyla yapacağı karşılaşmanın bilet fiyatları belli oldu. Siyah-beyazlı kulüpten yapılan açıklamaya göre, VIP B ve E üst tribün biletleri 250, VIP A ve F üst tribün biletleri 175, VIP A ve F alt tribün 150, VIP B ve E alt 165, VIP C ve D alt 175, numaralı orta 150, numaralı kenar 125, kapalı üst 100, kapalı alt 75, yeni açık ile eski açık tribün biletleri de 30'ar YTL'den satılacak.

Biletlerin Pazartesi günü saat 11.00'den itibaren tüm Biletix gişelerinden satışa çıkarılacağı bildirildi.
Yazının Devamını Oku

Lübnan’a barış gelsin diye 1860’ta kendi valimizi bile idam etmiştik

3 Eylül 2006
Türkiye günlerden buyana Lübnan’a asker gönderilmesi meselesini tartışıyor, hemen her ihtimalin üzerinde duruluyor ama Lübnan yüzünden geçmişte başımıza neler geldiği ve "Türk" kavramının Lübnanlılar için ne ifade ettiği konularında hiçkimse birşey söylemiyor ve yazmıyor. Biz, "Lübnan’a barış gelsin de ne olursa olsun" diyerek 1860’ta kendi valimizi bile idam etmiştik ama Avrupa ülkeleri "insani yardım" bahanesiyle o zaman da Beyrut’a donanmalarını gönderip asker çıkartmışlardı.

TÜRKİYE, günlerden buyana cumhurbaşkanından sıradan vatandaşına kadar Lübnan’a asker gönderilip gönderilmemesi meselesini tartışıyor. Meclis önümüzdeki Salı günü olağanüstü toplanacak ve Lübnan’a asker yollanması konusu o gün karara bağlanacak.

Bütün bu tartışmalar sırasında Hizbullah ile siláhlı çatışmaya girme ihtimalinden süngü savaşına, insani yardım kavramından çevremizdeki olaylara seyirci kalıp kalmamaya ve hattá Lübnanlı Ermeniler’in tavrına kadar hemen her türlü alanda fikir yürütüldü. Ama çok önemli başka konularda, meselá Lübnan’ın imparatorluğumuzun parçası olduğu dönemlerde başımıza neler geldiği ve "Türk" kavramının Lübnanlılar için neler ifade ettiği hususlarında hiçkimse birşey söylemedi ve yazmadı.

İşte, asker göndermeye son derece hevesli olduğumuz halde bu konularda sessiz kaldığımızı görünce, son 150 senelik Lübnan maceramızı özetleyeyim dedim.

Lübnan, Osmanlı topraklarına 1516 Ekim’inde katıldı. Bugün várolan Şii nüfus eski devirlerde hemen hemen yok gibiydi ve halkın çoğunluğunu 19. yüzyıla kadar Dürziler ile "Maruni" denilen Hristiyanlar teşkil ediyordu. İmparatorluk, Lübnan’a asırlar boyunca valiler ve kaymakamlar göndermiş ama bölgeyi geçmişi tááá Haçlı Seferleri’nin yaşandığı döneme uzanan bir sistemle, "Lübnan emiri" ünvanı verilen Dürzi derebeyler vasıtasıyla idare etmişti.

Dürzi ve Maruni toplumlar arasında çatışmalar bitmek bilmiyordu. Bu çatışmaların yanısıra beylerin de zaman zaman ayaklanması devletin başına büyük meseleler açtı ama Lübnan’da 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uluslararası boyutta çok önemli bir olay yaşanmadı.

185 İDAM KARARI

Asıl önemli hadiseler 1840’lardan itibaren vergi tahsili yüzünden çıktı ve 1858 ile 1860 yılları arasında meydana gelen Dürzi-Maruni mücadelesi sırasında binlerce kişi hayatını kaybetti. Derken olaylar Şam’a da sıçradı ve oralarda da çok sayıda kişi hayatından oldu.

Lübnan’da toplumlar arasında kalıcı bir barış tesis etmenin sadece güç kullanarak mümkün olabileceğine inanan İstanbul, Tanzimat döneminin meşhur devlet adamlarından olan zamanın Hariciye Nazırı yani Dışişleri Bakanı Keçecizáde Fuad Paşa’yı tam yetkiyle bölgeye gönderdi. Paşa, Avrupa’nın Lübnan’da olup bitenlere karışmak üzere olduğunun farkındaydı ve müdahaleyi önleyebilmek için gayet sert tedbirlere başvurdu. Müslümanlar’ın zarar gören Hristiyanlar’a toplam 75 milyon kuruş tazminat ödemesini sağladı ve olaylara katılanları iki ayrı askeri mahkemeye sevketti. Mahkemeler, sadece birkaç gün devam eden yargılamadan sonra 185 kişinin idamına karar verdiler.

Ama kararda bir tuhaflık vardı, zira idama mahkûm olanların başında Şam Valisi Maraşal Ahmed Paşa geliyordu. Ahmed Paşa, kararın açıklanmasından sonra "Devletin dertleri benimle sona erecekse, kanım helál olsun" diyecek, kendisini kurşuna dizecek olan idam mangasına da ateş emrini bizzat verecekti.

İşte biz, Lübnan’da huzuru sağlayabilmek maksadıyla kendi maraşalimizi bile idam etmekten çekinmemiştik.

Avrupa’nın zengin bir memleket olan Lübnan’da hákimiyet kurabilmek maksadıyla günümüze kadar devam eden müdahaleleri de tam o dönemde başladı. İngiltere Dürziler’i, Fransa ise başta Maruniler olmak üzere diğer Hristiyan grupları "himaye" bahanesiyle seneler öncesinden zaten siláhlandırmıştı ve Bábıáli’ye "Lübnan’a ortak müdahale" teklif ettiler.

Türkiye, o yılların "hasta adamı" idi, talepleri kabulden başka zaten çaresi yoktu ve 5 Eylül 1860’ta Paris’te imzaladığımız bir protokolle Lübnan’a "Avrupa askeri gücü" gönderilmesini kabul ettik! Birkaç hafta sonra, beş İngiliz, beş Fransız, iki Rus ve bir de Avusturya savaş gemisi Lübnan sahillerindeydi. İşin tuhaf tarafı, Paris Protokolü’ne taraf olmayan İspanya ile Yunanistan’ın da yağmadan pay kapmaya çalışmaları ve "insani yardım" bahanesiyle Lübnan’a savaş gemilerini göndermeleriydi.

Babıáli ise, Fuad Paşa’nın olayları yatıştırmış olmasına rağmen Paris’in bitmeyen baskılara dayanamadı ve Fransa "barışı sağlama" bahanesiyle 1860 Eylül’ünde Beyrut’a 6 bin asker çıkarttı. Bu, batılı devletlerin Lübnan’a yaptıkları askeri müdahaleler tarihinin başlangıcıydı.

Avrupa bu kadarla da yetinmedi ve Lübnan’a bir de "siyasi komisyon" gönderdi ve komisyon, Bábıáli’ye birkaç ay sonra raporla ültimatom arasında bir belge verip Lübnan’ın yönetim, hukuk ve ekonomik bakımlardan özerk olmasını istedi. Biz yine çaresizdik ve 1861’in 9 Haziran’ında imzaladığımız ve tarihlere "Beyoğlu Protokolü" adıyla geçen belge ile, Lübnan’da káğıt üzerinde bize bağlı ama içişlerinde tamamen serbest bir yönetim kurulmasını kabul ettik. Lübnan’ı artık Hristiyan bir "mutasarrıf" yani valiyle kaymakam arasındaki bir yönetici idare edecek, bu mutasarrıf Lübnanlı olmayacak, tayini Avrupa’nın kabulünden sonra geçerli sayılacak ve Avrupa’nın himayesi altında bulunacak ve bölge herşeyiyle özerk olacaktı.

ÇOK ACI HATIRALAR

Suriye ile Lübnan’ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız hákimiyetine girmesinin temeli, işte bu Beyoğlu Protokolü’dür.

Lübnan, Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu şekilde idare edildi ve Avrupa en ufak bir bahaneyi bile bölgeye müdahale vasıtası olarak kullandı. Biz, Beyoğlu Protokolü’nü ancak Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden bir yıl sonra, 11 Temmuz 1915’te iptal ettik ve Lübnan’a 1861 öncesinde olduğu gibi yine Müslüman idareciler gönderdik. Ama, İttihad ve Terakki Partisi’nin liderlerinden Cemal Paşa’nın Lübnan’daki bir uygulaması, Arap dünyasının hafızasında bugüne kadar silinmeyen son derece acı izler bıraktı. Paşa, Beyrut’a yarım saat mesafedeki Áliye kasabasında kurduğu askeri mahkemenin kararıyla, 1915 Ağustos’u ile 1916 Mayıs’ında Arap dünyasının önde gelen siyasetçileriyle entellektüellerinden 21 kişiyi Şam’da idam ettirdi. Cemal Paşa bu idamlardan sonra Arap dünyasında "seffáh" yani "kan dökücü" diye anılmaya başlayacak, idamların acı hatırasını her zaman canlı tutmak maksadıyla Şam’da ve Beyrut’ta anıtlar dikilecek, Lübnan ve Suriye, 1918 sonbaharında da elimizden çıkacaktı.

Lübnanlılar, bugün "Osmanlı" yahut "Türk yönetimi" dendiği anda herşeyden önce, Áliye Divanıharbi’nin kararlarını, yani bu idamları hatırlarlar.

Biz, şimdi asker göndermeye pek hevesli olduğumuz Lübnan’dan işte bu hatıralarla ayrıldık.

Böylesine zarİf bİr müziği ancak Münir Nureddin’in oğlu yapabilirdi

BEN, Münir Nureddin Selçuk’u bizzat dinleme şansına mazhar olmuş son nesle mensubum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın müzik hatıraları Münir Bey ile ve onun şefliğinde her onbeş günde bir Şan Sineması’nda verilen "İcra Heyeti Konserleri"yle doludur.

İşte bu yüzden, "Türk Müziği" dendiğinde aklıma gelen tek erkek sesi, Münir Nureddin’dir. Dolayısıyla, Klasik Türk Müziği’ne 1980 sonrasında árız olan ve müziğin dinamizmini ortadan kaldırmasına rağmen "klasik icra" diye lanse edilen mistik özentisi mıymıntı okuyuşu ve senelerdir yerlerde sürünen günlük icrayı musikiden saymadığım için, Türk Müziği’nin Münir Bey’in 1981’deki vefatıyla noktalandığına inanırım.

Müzik konusunda senelerden buyana artık varolmayan ümitlerim, geçen hafta aldığım bir CD sayesinde yeniden canlandı: CD’de, Münir Bey’in, oğlu Timur Selçuk tarafından armonize edilen bazı eserleri vardı ve eserler Timur Selçuk’un idare ettiği orkestranın refakatinde Emel Sayın tarafından okunmuşlardı.

HATAETMİŞİZ

Emel Hanım’
ın affını rica ederek, samimi bir itirafta bulunacağım: Ben ve aynı musiki anlayışını paylaştığım yaşıtlarım, gençlik yıllarımız olan 1970’lerde zirvede bulunan Emel Sayın’ın okuyuşunu hiçbir zaman ciddi bir icra olarak görmemiş, onu "güzel sesli ama gazino tavrına sahip güzel bir hanım" diye değerlendirmiştik. "Hanım okuyucu", bizler için ulaşılması zaten mümkün olmayan Safiye Ayla ile Nesrin Sipahi ve Sabite Tur gibi seslerdi.

Ama, bu CD’yi dinlerken, ne yalan söyleyeyim, bir zamanlar burun kıvırdığım Emel Sayın’ın bana şimdi gayet zarif bir klasik okuyucu hissi verdiğini farkettim. Günümüzde "Türk Müziği" adı altında icra edilen musiki artık öylesine bir seviyeye inmişti ki, bundan 30 küsur sene önce önemsemediğimiz icraya bile hasret kalmıştık.

Bilenler bilir, orkestra refakatince icranın ilk denemelerini bizzat zaten Münir Bey yapmış, önce Refik Fersan’ın "Hazin teraneler"i ile "Hem aldattım hem aldandım"ını 1930’ların Mısır’ında Gobon Orkestrası’nın refakatinde plağa okumuş, sonraki senelerde Türkiye’de de orkestra ile bazı eserler icra etmişti.

"Emel Sayın, Münir Nurettin Selçuk Söylüyor" isimli CD’yi dinlediğinizde, Timur Selçuk’un gayet kararında, rahatsız etmeyen, daha da önemlisi son derece zevkli armonisi ile karşılaşacaksınız. Türk Hafif Müziği’nin hálá aşılmamış şáheseri olan "İspanyol Meyhanesi"nin bestekárına yakışan asil bir armoni ile... "Kandilli" şarkısında İstanbul’un artık várolmayan kendine mahsus havasını teneffüs edecek, "Nihavend Longa"da nağmelerimizin erbábının elinde nasıl senfonik bir kimliğe büründüğünü görecek, "Otomobil Şarkısı"nda da sanki Máhur’dan bir eser değil, başrollerini Doris Day ile Rock Hudson’un oynadığı bir Hollywood filminin müziğini dinlediğinizi hissedeceksiniz.

Timur Selçuk’un önceki sene çıkarttığı aynı çizgideki "Babamın Şarkıları" isimli diğer nefis CD’sini maalesef fırsatını bulup yazamamıştım. Şimdi iki işi birden yapıyor ve Timur Selçuk’u babasının şarkılarını son derece zevkli bir evrensel boyuta taşıdığı, Emel Sayın’ı da dinleyeni şaşırtan billur gibi bir icra ortaya koyduğu için tebrik ediyorum.

Ama, bir hayalimi söylemeden edemeyeceğim: Eserlerini böylesine zarif bir orkestral düzenlemeye bürünmüş haliyle icra etmek keşke rahmetli Münir Bey’e de nasip olabilseydi...
Yazının Devamını Oku

’Gay’ler eskiden esnaftan sayılır ve padişahın huzurunda yapılan resmigeçitlere bile katılırlardı

27 Ağustos 2006
Bursa’da geçtiğimiz günlerde yürüyüş yapmak isteyen eşcinseller engellemeler yüzünden değil yürümek, birkaç metre bile ilerleyemediler ve sadece bildiri okumakla yetinmek zorunda kaldılar. Ama bu eşcinsellerin büyük büyük dedeleri, bundan asırlarca önce "meslek grubu" kabul edilip esnaftan sayılmış, hattá hükümdarların sefere çıkmalarından önce düzenlenen büyük resmigeçitlere bile katılmışlardı. İşte, Evliya Çelebi’nin meşhur "Seyahatnáme"sinde, 17. asır gay’lerinin Dördüncü Murad’ın huzurunda yapılan bir geçit resmine yanlarında kendilerini pazarlayanlar olduğu halde katılmalarının anlatıldığı bahis...

GAZETELERDE okumuşsunuzdur: Eşcinseller, geçtiğimiz günlerde Bursa’da valilikten izin alarak "Buluşma" adı altında yürüyüş yapmak istediler ama engellendiler; değil yürümek, birkaç metre bile ilerleyemediler ve sadece bildiri okumakla yetinmek zorunda kaldılar.

Hadisenin kahramanlarının bu sayfada da gördüğünüz fotoğraflarından, yürüyüşe hazırlananların çoğunluğunu travestilerin ve transseksüellerin teşkil ettiği anlaşılıyordu. Yorumunu sizlere bıraktığım böyle bir görüntüye bugün Anadolu’nun herhangi bir viláyetinin sokaklarında rastlanmasının imkánsızlığı bir yana, bu yürüyüşün Bursa gibi bir sanayi şehrinde bile yapılabilmesi zaten çok zordu.

Bursasporlu Esnaf Derneği Başkanı Fevzinur Dündar, yürüyüşten önce bir demeç vermiş, "Osmanlı’nın payitahtı olan Bursa’da böyle bir yürüyüşü kabullenemiyoruz" demiş ve "Bursa’nın erenlerin, evliyaların şehri" olduğunu söylemişti. Neticede, Bursa’da planlanan "Buluşma" mümkün olamadı.

RESMİ KAYITLARDA VAR

Buraya kadar herşey tamamdı, zaman ve şartlar işin gereğini yerine getirmişti ama doğru olmayan tek husus, Osmanlı’nın "payitahtında" yani "başkentinde" böyle bir yürüyüşün yapılamayacağı meselesi idi. Zira, Osmanlı Devleti’ne daha sonraları asırlarca başkentlik yapmış olan ve "erenlerle evliyalar" bakımından Bursa’dan hiç de geri kalmayan, hattá hemen her köşesinde bir veya birkaç yatır bulunan İstanbul’da, geçmiş asırlarda böyle yürüyüşler yapılmıştı. Eski zamanların eşcinselleri, İstanbul’da padişahın huzurunda düzenlenen resmigeçitlere bile iştirak etmiş, hattá yanlarında kendilerini pazarlayanlar olduğu halde yürümüşler ve bu yürüyüşler o devrin kayıtlarına ayrıntılarıyla geçmişti.

Osmanlı zamanında müşteriye çıkan delikanlılara "hîz oğlanı" denirdi ve mesleklerini icra eden "hîz"lerin devlet tarafından kayıt altına alınmaları şarttı. Hayatını bu işten kazanan erkekler "defter-i hîzán" yani "hizler defteri" denilen kütüğe yazılırlardı ve bugünden çok daha önemli bir farklılık sözkonusuydu: Profesyonel eşcinseller, "esnaftan" kabul edilirlerdi. Esnaf, o devirde ordunun bir bölümü sayılır, padişahın sefere çıkışından önce İstanbul’da yapılan büyük geçit resmine bütün meslek grupları katılır ve "hîzán", yani eşcinseller de bu geçit resminde yeralırlardı.

Bu törenlerden birini, 17. asrın çok önemli bir ismi, Evliya Çelebi, meşhur "Seyahatnáme"sinde ayrıntılarıyla yazıyor. Zamanın hükümdarı Dördüncü Murad’ın bir sefere çıkışından önce yapılan büyük resmigeçide askerlerin yanısıra bütün İstanbul esnafının da katıldığını, meselá börekçilerin sanatçılarla, peksimetçilerin imamlarla, yelkencilerin de dalgıçlarla, imamlarla ve müezzinlerle birarada yürüdüğünü ve binlerce kişilik kortejde "eşcinsellerin, deyyusların ve pezevenklerin" de yeraldığını söylüyor.

İNANMAYAN OKUSUN

Evliya Çelebi,
Seyahatnáme’sinin birinci cildinde her meslek grubunu ayrı ayrı anlattığı ve İstanbul’un esnaf tarihi bakımından bugün en önemli kaynak kabul edilen bu geçit resmi bahsinde, eşcinsellerin yürüyüşünü bugünün Türkçesi ile şöyle yazıyor:

"Pasif dilber eşcinsel esnafı: Bunlar, evsiz-barksız 500 kişidir. Kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Bábulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavlo’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda ve Tatavla’da málum işin yapıldığı yerlerde boğaz tokluğuna çalıştıkları sırada avlanıp Subaşı’nın (yani, o zamanın polis müdürünün) tuzağına düşer ve deftere kaydedilirler. İşte, sözü edilen bu kişiler geçit resminde Subaşı ile şakalar ederek yürürler. Bunlar gibi daha nice esnaf mevcuttur ama anlatmakta hiç fayda yoktur ve sadece Subaşı tarafından bilinirler. Resmigeçide katılan deyyusların sayısı 212, pezevenklerin adedi de 300’dür."

17. asır Osmanlı İstanbul’undaki eşcinsel resmigeçidinin ayrıntıları Evliya Çelebi’de kısaca işte böyle geçiyor ama bu yazdıklarımdan dolayı hiddetlenecek ve her zamanki ádetleri veçhiyle "Bunların hepsi uydurma" diyecek olan zamanımızın gönüllü Osmanlı polislerinden de önceden küçük bir ricam var: Geçmiş dönemi duygu ile değil, bilgi ile yorumlayın, dolayısıyla oturup okuyun, en azından verdiğim kaynakları gözden geçirin, hattá bu kaynakların nakletmediğim bahislerini de bir zahmet tedkik buyurun ve diyeceğinizi ondan sonra söyleyin! Zira bu tarih beğenelim veya beğenmeyelim bizim tarihimizdir ve olayların meydana geldikleri zamanın şartlarına göre değerlendirilmeleri halinde utanılacak hiçbir şeyimiz yoktur.

Gay ilişkilerden Avrupalı olmaya karar verince utanır olduk

İSTANBUL caddelerinde geceleri mesleklerini icra etmeye çalışan travestileri görüp de "Ahlák namus kalmadı, ne günlere geldik" diye yakınanlar, eski devirlerin daha başka ve daha temiz olduğunu zannetmekle hata ediyorlar!

Hata ediyorlar, zira málum işin geçmişiyle bugünü arasında hiçbir fark yoktur, insanoğlu aynı insanoğlu, merak da aynı meraktır. Değişiklik, sadece málum işin gizli yahut açık yapılmasında ve tıp teknolojisinin gelişmesi neticesinde transseksüellerin ortaya çıkmasındadır. Ama, geçmiş asırlarda gizlenmesinde gerek görülmeyen bazı eğilimler bugün "ayıp" kabul edilmekte ve örtülü bir şekilde sürdürülmektedir.

Uygunsuz kadınlarla erkekler, Osmanlı zamanında da faaliyetteydiler. Devlet bu faaliyetlere bazen göz yummuş, bazen de sıkı yasaklar getirmişti ama yaygın düşünce, "İsteyen, canının çektiğini yapsın" şeklindeydi. Üstelik bu iş eski devirlerde sadece bize mahsus değildi, bütün dünyada várolan birşeydi. Aynı cinse duyulan ilgi Osmanlı toplumunda da hafiften yadırganırdı fakat yadırgama kendi cinsine düşkün olanın bu merakını gizlemesini gerektirecek bir hále gelmez, herşey ortada, apaçık cereyan ederdi. Şairlerin delikanlı sevgilileri için kaleme aldıkları gazeller elden ele dolaşır, bestecilerin yine genç erkekler için döktürdükleri nağmeler de her yerde terennüm edilirdi.

Meselá, Fuzuli’nin "Subh çekmiş çerha tıygın táşa çalmış áfitáb / Záhir etmiş ol meh-i delláke aynı intisáb" mısraıyla, yáni "Sabah usturasını bilemiş, güneş kılıcını taşa çalıp o ay gibi telláka bağlılığını göstermiş" sözleriyle başlayan gazelinin bir delikanlıya yazıldığı daha ilk okuyuşta anlaşılırdı. Gazel, daha sonra "Başlar, onun anber kokulu usturasının hareketinden, suyun dalgalanıp kabarcıklar meydana getirmesi gibi neşelenip tertemiz oluyor. Her kılımın ucunda bir baş olsaydı ve sevgilim onları saç gibi doğrasaydı, kanlar döken usturasından yine de kaçmazdım..." sözleriyle devam etmekteydi.

Bir başka örnek: Küçük Mehmed Ağa’nın eseri olan ve müziğimizin en san’atlı parçalarından sayılan Evcárá makamındaki bestede, yáni "Gelince hatt-ı muanber o meh cemálimize / Yazıldı mebhas-i sevdá kitáb-ı hálimize" güfteli eserde "O ay yüzlü sevgilimizin sakalları çıkmaya başlayınca, hálimizi anlatan kitaba sevda bahsi yazıldı" deniyordu.

Eşcinsel ilişkiler, Avrupalı olmaya karar verip Tanzimat’ı ilán etmemizden sonra, 1840’lardan itibaren "ayıp" sayılır oldu ve bir zamanlar sıradan hadise gibi görünen münasebetler artık sessizliğe büründü.

19. asrın büyük álimi ve devletin resmi tarihçisi Cevdet Paşa, "Máruzát" isimli eserinde bu anlayış değişikliğini apaçık, şöyle anlatır:

"...Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri devam eden Káğıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında kulamparalığıyla meşhur Kámil ve Áli Paşalar (o devrin sadrazamları, yani başbakanları) ile onlara mensup olanlar kalmadı. Áli Paşa, yabancıların eleştirisinden çekinerek kulamparalığını gizlemeye çalışırdı." ("Máruzát", Türk Tarih Kurumu Yayını, sah: 9)
Yazının Devamını Oku

Esir askerlerimizin kamplarda çıkarttıkları elyazısı gazeteler

20 Ağustos 2006
İslam Konferansı Teşkilátı’nın Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yeni yayınlanan "Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları" isimli eserinde bahsedilen bir konu, bana Birinci Dünya Savaşı yıllarının son derece hüzünlü bir ayrıntısını hatırlattı:  Ortadoğu’daki İngiliz birliklerine esir düşen askerlerimizin, kapatıldıkları esir kamplarında elyazısıyla çıkarttıkları "esaret gazeteleri"ni... İmparatorluk mirasımızın meçhul kalmış bir gerçeği olan ve hem askerlik, hem de basın tarihimiz bakımından büyük önem taşıyan bu konu, şimdiye kadar maalesef hiç incelenmedi.

SAYILARINI tam olarak bilmiyorum ama, Türkiye’de bugün bir hayli gazetecilik okulu bulunuyor. Resmi isimlerinin başında "Basın-Yayın" yahut "Radyo-Televizyon" gibisinden ibáreler taşıyan bu okullarda teorik temele dayalı bir gazetecilik öğretiliyor, mezunları arasında daha sonra master ve doktora yapanlar da çıkıyor ve bu tezlerde Türk basınının bugününü, bazan da geçmişini inceliyorlar.

Gönlüm, basın tarihi ile ilgili tezlerde hep merak ettiğim iki konu ile ilgili araştırmalara rastlamak istemiştir: 19. yüzyılın ortalarından, özellikle Sultan Abdüláziz döneminden 1900’lerin ilk çeyreğinin sonuna kadar Türkiye dışında Türkçe yapılmış muhalif yayınların ve esir kamplarında çıkartılmış gazetelerin incelenmesini...

ZÜN DOLU YAZILAR

Muhalif gazeteler, Jöntürkler’in ilk döneminden başlayıp Cumhuriyet’in ilánının hemen sonrasına kadar devam etmişti ve başta Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkeleri ile Mısır’da çıkmış çok sayıda örnekleri vardı. Bu yayınlar zamanın hükümdarına yahut idaresine karşı çıkıp mücadelelerini memleket dışında devam ettirenlerin fikirlerini yazdıkları tamamen siyasi üslupta olan ve karşı tarafı karalama belgeleriydi. Kamp gazeteleri ise çok daha maceralı ve hüzünlüydüler: Birinci Dünya Savaşı sırasında düşmana esir düşen askerlerimizin Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan geniş bir hatta yeralan esir kamplarındaki çileli günlerde morallerini yüksek tutabilmek maksadıyla yaptıkları kapalı devre yayınlardı ve bugüne kadar etraflı bir şekilde incelenmemişlerdi.

Bu konuyu durup dururken neden gündeme getirmiş olduğumu merak edebilirsiniz, söyleyeyim: Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yeni yayınladığı "Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları" isimli önemli bir kitapta bahisleri geçtiği için...

Prof. İhsanoğlu’nun ismini bugünlerde haber bültenlerinde sık sık işitmiş olabilirsiniz ama gene de hatırlatayım: İslam Konferansı Teşkilátı’nın Genel Sekreteri’dir. Mısır’da yaşayan Türk bir ailenin çocuğu olarak Kahire’de doğmuş, üniversite tahsilini de orada tamamladıktan sonra Türkiye’ye yerleşmiş, "Bilimler Tarihi Profesörü" olmuş, İslam Konferansı Teşkilatı’nın İstanbul’da bulunan Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nin uzun seneler direktörlüğünü yapmış ve geçtiğimiz yıl teşkilátın genel sekreterliğine seçilmiştir.

YARIM ASIRLIK EMEK

Ekmeleddin Bey, yeni çıkan kitabında Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve soyundan gelenlerin hákim oldukları Mısır’da 19. asrın ilk yıllarından itibaren yapılan Türk Kültürü ile ilgili faaliyetlerin ve yayınların bir bibliyografyasını veriyor. Eserin başında da, konusunda "ilk" olma özelliği taşıyan yayının "Kırk yıldan fazla süren bir çalışmanın mahsulü" olduğunu söylüyor.

Akademik araştırmalarda kaynak olabilecek bol miktarda bilgiler veren eserin özellikle bir bölümü beni ziyadesiyle etkiledi: Birinci Dünya Savaşı yıllarında esir düşen askerlerimizin, kapatıldıkları kamplarda çıkarttıkları esaret gazetelerinin anlatıldığı bahis...

Ortadoğu’daki değişik cephelerde savaşan askerlerimizden onbinlercesi ardarda gelen bozgunlardan sonra İngiliz birliklerine esir düşmüşlerdi. Bu askerlerin bir kısmı Irak’ta, bir kısmı Mısır’da, bir kısmı Kudüs’te, bir kısmı da bugün asker gönderip göndermemeyi tartıştığımız Lübnan’da esir edilmişler ve bu esirlerin bazıları Mısır’ın Seydibeşir, Kuveysna, Turah ve Zekazik bölgelerindeki kamplara kapatılmışlardı.

İşte, Mısır’daki Türk esirler, esaretleri sırasında tam 21 adet gazete çıkartmışlardı. Subayların hazırladığı bu gazeteler esirlerin birbirleriyle irtibatını ve dünyada olup bitenlerden haberdar olmalarını sağlarken morallerin yüksek tutulmasına da yaramıştı ve işin çok daha önemli tarafı, gazetelerin bir kısmının tamamen elyazısıyla olmalarıydı. Esaret günlerini boş geçirmek istemeyen birçok kahraman subayımız, gazetelerin bütün sayılarını tek tek hazırlamış, yazılarını yazmış, resimlerini çizmiş ve her nüshayı defalarca çoğaltıp dağıtmışlardı ve bu yayınların hepsinde saygıdan öte hayranlık uyandıran bir göznuru vardı.

Gazetelerin anafikri, esirlerin Türkiye ile olan bağlarının canlı tutulma çabasıydı ve hemen her makalede millet sevgisi işleniyordu. Daha sonra kamplardaki günlük faaliyetlerden bahsediliyor ve önemli ayrıntılar anlatılıyordu: Meselá, esir subaylarımız kendileriyle beraber esir olan askerlerin öncelikle eğitimlerine önem vermişler, okuma-yazma bilmeyen erler için kamplarda okullar açılmış, bu okulların mezunlarına takdirnámeler dağıtılmıştı. Meslek sahibi olmayan askerler için kurslar düzenlenmiş ve her askerin en az bir elsanatında maharet sahibi olmasına çalışılmıştı. Gazetelerin yazdıklarından anlaşıldığına göre, esir kamplarındaki Mehmetçik memlekete kavuşacağı günü rehavet içerisinde değil, hareketli bir şekilde hayál etmiş ve sivil hayatta belki de asla öğrenemeyeceği birçok alanda bu kavurucu esaret günleri sırasında bilgi sahibi olmuştu.

HEPSİ İLHAM KAYNAĞI

İşte, hem askerlik, hem de basın tarihimizle ilgili çok önemli ama üzerinde pek durulmamış yayınların kısa öyküsü... Bu yayınlar çöken bir imparatorluğun az bilinen bir başka hüznünü aksettirmede ve araştırmacıların üzerine eğilecekleri günü beklemedeler.

Ben, çoğu hiç bilinmeyen ve son derece enteresan bilgilerle dolu olan "Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları" isimli eserin sahibi Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu kutlarken, kitabın kısa bir bölümünü oluşturan "Esaret Gazeteleri" bahsinin de araştırmacılara ilham vermesini temenni ediyorum. Zira, imparatorluk mirasımızın meçhul kalmış bir gerçeği olan bu konu, Lübnan’a asker gönderme tartışmalarının yaşandığı günümüzde, vereceğimiz kararla ilgili son derece önemli bir tarihi hatıra olma özelliği taşımaktadır.

İttihadçılar’ın efsane válisi Rahmi Bey’in esaret mektupları

BİRİNCİ Dünya Savaşı sırasında esir düşen askerlerimizin kapatıldıkları kamplar ve esaret hayatları konusunda Türkiye’de bugüne kadar yapılan ilk ve tek ciddi çalışma, Cemalettin Taşkıran’ın 2001’de yayınladığı "Ana Ben Ölmedim" isimli kitabıdır.

O yıllarda esir olan Türkler sadece cephedeki askerlerden ibaret değildi. Savaş sonrasında İstanbul’u işgal eden müttefik birlikler, İttihad ve Terakki Partisi’nin lider kadrosuna mensup çok sayıda politikacıyı tutuklamış ve bu politikacılarla bazı subaylar, İngilizler tarafından "savaş esiri" olarak Malta Adası’ndaki esir kamplarına kapatılmışlardı.

Arşivimde, Malta sakinlerine ait olan ve kelime adedini sınırlayan özel káğıtlara yazılmış çok sayıda mektubun yanısıra sadece birkaç kelimeden ibaret bir hayli de kartpostal bulunuyor. İngilizler’in kamplarda uyguladıkları haberleşme kuralları, esirin detaylı şekilde mektuplaşmasını engelliyor ve yazışmaları sadece sağlık haberleriyle sınırlı tutuyor.

İşte bu esir mektuplarından birkaçı: İttihad ve Terakki döneminde İzmir Valiliği yapan ve İngilizler tarafından Malta’ya sürülen Rahmi Bey’in İstanbul’da bulunan eşi Nimet Hanım’a gönderdiği ve adres kısmında önce Fransızca, daha sonra da Türkçe olarak "Dersaadet’de Kuzguncuk’ta Áyándan Hüsnü Paşa’nın kerimesi haremim hanımefendiye" yani "İstanbul’da Kuzguncuk’ta, Senatör Hüsnü Paşa’nın kızı eşim hanımefendiye" sözlerinin yeraldığı birkaç satırlık iki kartpostalı:

"İki gözüm,

Hayli zamandır mektup gelmedi, merak ediyorum. Rahatsız mısınız? Alp’i (oğlu) teşvik edip her hafta bana bir kart yazdırsan hem áfiyet haberlerinizi almış olurum, hem de yazı yazdırmaya vesile teşkil eder. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. 22 Temmuz 920. Rahmi"

"Sevgili Nimet’im,

Yazacak hiçbir şeyim yok. Ne haldesiniz, Paşa nasıldır? Geçen mektupta İtalya’ya gitmek hakkında size bir fikir vermiştim. Maamafih orası da karıştı gibi görünüyor. Bilmem, gitseniz rahat eder misiniz? Büyüklere ihtiramlar (saygılar). ...Gözlerinizden öperim. Rahmi"
Yazının Devamını Oku