Çocuğa cinsel istismarda bile, istismarcının ‘saygın tutum’u ödüllendiriliyor ve bu pisliklere bile iyi hal indirimi uygulanabiliyor.
Bir kadın katilinin haksız tahrik indiriminden yararlanabilmesi için “Kadın bana küfretti, erkekliğime dokundu” demesi ya da namus konulu bir bahane bulması yeterli oluyor.
Bin tane örnek verilebilir. Buyurun bir tanesi: Geçtiğimiz yaz Diyarbakır’da karısını tabancayla öldüren adama, karısının kendisini aldattığını iddia ettiği için haksız tahrik indirimi uygulanmıştı. Adamın yargılama sürecindeki olumlu hal ve davranışları da dikkate alınmış, ömür boyu hapis cezası 15 yıla inmişti.
Savcı iddianameyi adamın eşinin kendisini aldattığı iddiasını doğru kabul ederek hazırlamıştı.
Velev ki aldatmış olsun, ne fark eder?
Ama bu indirimden anladığımız erkek yargımıza göre, aldatan kadın kocasına kendini öldürmesi için bir miktar ‘haklı’ neden verir.
Adaletin tesisini beklediğimiz mahkemeler ne yazık ki, konu kadına karşı işlenen suçlar olduğunda çok büyük ölçüde erkeğin yanında. Yargıda kafalar erkek, zihniyet erkek, her şeye hakkı olduğu düşünülen kişi erkek. O kadar erkek ki, önündeki kanunu bile uygulamaya eli gitmiyor hâkimin. Savcılar deseniz, kaçı CEDAW’ı, İstanbul Sözleşmesi’ni hatmetmiş bilinmez.
CİNSEL SALDIRIYA
Endüstriyle
çalışması pek mümkün değil, çünkü tasarımları makinelerde üretilmeye çok uygun değil.
Ama o yine de, desenlerini ve numunelerini hazırlayıp adetleri belirledi ve bir üreticinin kapısını çaldı.
Anlattı etti, sergiye yetişeceğini söyledi.
Ama desenler zordu, miktar azdı, üretici Cana ile uğraşmak istemedi ve onu yolladı.
O noktada Cana ya vazgeçecekti ya da başka bir yol bulacaktı.
Arabasına atladı, şehir şehir, köy köy gezerek önüne çıkan herkesle sohbet etti. En sonunda bir köyde dokuyucu kadınlardan bir ağ oluşturmayı başardı.
Çalıştığı kadınlar arasında okuma yazma bilmeyen de vardı, evinin içinde tuvaleti olmayan yoksul bir aileye gelin gitmiş, oraya uyum sağlamaya çalışan, kimsenin elinden tutmadığı, dört duvar içine hapsedilmiş kadınlar da.
Onların varlığı önemli, zira kadınlar her alanda kendilerini ispatlamış olsalar ve varlık gösterseler de, hâlâ yok sayılıyor, görmezden geliniyor ve hafife alınıyorlar.
Geçtiğimiz hafta İstanbul’da düzenlenen 16. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nin koordinatörü Melek Özman, 2017’de Türkiye’de vizyona giren 151 yerli filmden sadece 12’sinin yönetmeninin kadın olduğuna dikkat çekiyor ve diyor ki:
“Sinemadaki, film endüstrisindeki cinsiyetçiliği dert eden, kadınların sinemaya da eşit-özgür katılımını düşleyen, kadınların üretimlerini gönençle paylaşan, buluşturan, çoğaltan alanlara, kadın filmleri festivallerine ihtiyaç var.”
Filmmor Kadın Filmleri Festivali sadece günümüz film endüstrisindeki kadınların değil, geçmişin sinemacı kadınlarının da sesini duyuruyor.
Bu festival yoluyla Maya Deren’den Füruğ Ferruhzad’a yüzlerce kadının eserleri ile kadınların sinema tarihinin kayıp parçaları tamamlandı. Bu sayede bugüne, yeni filmlere, festivallere ilham veren bir sinema tarihimiz oldu.
“Biz uzunca bir zaman Alice Guy-Blache izleyemedik. Eril sinema tarihi Alice’i dipnotlarla geçiştirdi; kadınlar ikinci dalga feminist hareketle onu keşfetti de izleyebildik” diyor Özman:
“Cahide Sonku’nun yönetmenliğini eril jüriye tescil ettirmek için de feminist harekete, kadın film festivallerine bir hayli iş düştü. Sinemayla sinemada geçmişimize bakmak, bugünün kaydını tutmak ve geleceğe bir yol açmak bu yüzden önemli.”
Bir akşam A., siteden kız arkadaşları ve onlardan birinin 34 yaşındaki erkek kuzeni S.Y. ile yemeğe gitti. Arkadaşı A.’ya S.’yi tanıştırırken, “Sana göz kulak olur” demişti.
A. hayatında ilk kez o gece içki içti. Eve dönüşte A. içki yüzünden baygındı. Adam arabasını sahilde tenha bir yere çekti ve A.’ya tecavüz etti. Ertesi sabah A. uyandığında bacaklarında kan izleri vardı.
Adam bu arada kuzenini çağırıp, “A. ile birlikte oldum. Bilinci yerinde değildi. Söylemezseniz anlamaz” dedi.
A. aptal değildi, her şeyin farkındaydı.
A. adamın evli, karısının da hamile olduğunu öğrendi. Adamın A.’nın yaşadığı sitede bir ‘bekâr evi’ vardı ve siteden pek çok kadınla birlikte olmuştu.
A. olacakları babası duyacak diye çok korktu. “Tutucu, namusu her şeyin üstünde tutan insanlar” diye tanımladığı ailesi onu öldürür diye düşündü.
Ertesi gün adam, A.’ya “Bakire olduğunu bilmiyordum. Dışarıdan rahat bir kız gibi görünüyorsun. Benim hayatımda bir sürü kadın olur. Karım da senin gibi bakireydi, üstüme kaldı. Sen de benimle devam edeceksin, yoksa baban öğrenir” dedi.
Adamın kirli işlerle uğraştığı, kaçakçılık yaptığı, bıçaklandığı, kurşunlandığı, hapse girip çıktığı rivayet ediliyordu. Korkusundan adamın isteklerine boyun eğdi. Adam A.’yı sürekli yanında dolaştırıyor,
Açıkçası o güne kadar Kıbrıs denince aklıma kumarhane turizmi ile deniz kum güneş turizminden başka bir şey gelmiyordu. Gidip gezince gördüm ki, burayı ziyaret etmek için hepsinden öte bir neden var: Adanın tarihi mirası.
Vakıflar Genel Müdürlüğü tam da Kıbrıs’ın bu zenginliğinden hareketle, adada bir alternatif rota tasarlamış. “Vakıf Şehir Lefkoşa” isimli rota, bir hareket çağrısı aslında.
Vakıflar 2014’ten beri, vakıf eserlerin gizli kalmış öykülerinin anlatılması için Türkiye Rehberler Birliği ile çalışmalar yapıyor. İstanbul, Ankara, Trabzon, Antalya, Bursa Rehberler Odaları ile arşivlerindeki bilgileri paylaşıyor, bunları anlatarak kitlelere ulaşmaya çalışıyor.
Kıbrıs Vakıflar İdaresi Genel Müdürlüğü ile benzer bir eğitim sırasında fark edildi ki, Kıbrıs bir “Vakıf Ada”.
Kıbrıs Türk Seyahat Acentaları Birliği, Kıbrıs Türk Rehberler Birliği ve Türkiye Seyahat Acentaları Birliği ile görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerden, Kuzey Kıbrıs’ta nitelikli bir kültür turu ihtiyacını karşılayabilecek alternatif bir rota oluşturulabileceği anlaşıldı.
“Vakıf Şehir: Lefkoşa” adlı bu rota, Kıbrıs adasının altyapısını oluşturan tüm medeniyetlere ait lokasyonları kapsıyor. Rotada sadece Osmanlı yok, Venedik, Lüzinyan, Bizans da var. Katedralden camiye çevrilen Kıbrıs’ın Ayasofyası Selimiye Camii de var, hanlar hamamlar, tarihi Vakıflar İdaresi binası da, Venedik sütunu da var, Lüzinyan yapısı evler de.
26 lokasyondan oluşan rota, vakıfların kendine özgü zenginliğini ve tarihini tüm örnekleriyle anlatabilmeyi amaçlıyor.
Bu olaydan sonra adam E.’yi zorla çektiği fotoğraflarla tehdit etti, “Elimde artık bunlar var. Beni bırakırsan fotoğrafları ailene, akrabalarına gönderir, seni rezil ederim” dedi.
E. kimse duymasın diye, bir süre adamın istediği her şeye, “Tamam” demek zorunda kaldı. Adam, elindekilerle yetinmiyor, E.’den çıplak fotoğraflarını çekip yollamasını istiyordu. Yollamazsa tehdit ediyordu.
E., adamın 4-5 Facebook hesabından birisinin şifresini tahmin edip hesaba girdi. Gördü ki, adam sadece E.’ninkileri değil, daha pek çok kadının çıplak fotoğraflarını hesapları arasındaki mesajlarda saklıyor.
ARABAYI YAKTI, MOLOTOF ATTI
E., “Ne olacaksa olsun” diyerek adamla görüşmeyi kesti.
Bunun üzerine adam, E. adına Facebook’ta hesap açarak, yakınlarına kadının çıplak fotoğraflarını yolladı.
1 Mart 2016’da E. adamı şikâyet etti. Özel hayatın gizliliğini ihlal, tehdit, hakaret suçlarından adama dava açıldı. Adam ilk duruşmaya gelip avukat talep etti, sonraki duruşmalara katılmadı.
5-6 ay ses çıkmadı. Sonra adam E.’nin işyerine geldi. Uzaklaştırma kararı olmasına rağmen buraya geldiği için yeni bir dava açıldı. Adam,
Nazlı Malatyalı - Özgür Bolat
Bu baskı hep vardı. Ama medya araçlarının yaygınlaşmasıyla geçmişe oranla bugün çok daha fazla insan buna maruz kalıyor.
Popüler kültürün bize her taraftan pompaladığı ulaşılamaz güzellik ideali yetişkinleri bile hırpalarken, çocukları da esir almış durumda.
O yüzden, bu güzellik baskısıyla mücadeleye çocuklardan başlamak en doğrusu.
Dove bunu yapıyor.
Kadının Gücü Konferansı’nda yönettiğim panelde, Dove Ürün Müdürü Nazlı Malatyalı, dayatılan ‘tek tip’ ve ‘kusursuz’ güzellik anlayı-şının zamana, coğrafyaya ve kültüre göre değişen bir algı olduğunu şu örnekle anlattı:
“1960 ve 70’lerde balık etli kadınlar makbuldü. Yeşilçam’da başroldeki kadın figürlerde bugünün güzellik ölçülerinde bir kadın göremezsiniz. Bu örnekler çok daha eskiye gidebilir. Eskiden tarlada, bahçede çalışmayan, güneşe maruz kalmayan beyaz tenli kadınlar makbuldü. Şimdi ise solaryum çağındayız.”
Bunların neredeyse yarısı mağdur. 100 binden fazla çocuk ise suça sürüklenmiş. 65 bini güvenlik birimlerince adli birimlere sevk edilmiş. Suçları genelde, yaralama, hırsızlık, uyuşturucu kullanmak, satmak, satın almak vb... Bu çocukların en az 10 bini madde bağımlısı.
Peki biz bu çocukları suçtan uzaklaştırmaya mı çalışıyoruz, yoksa durmadan hapse atmakla mı yetiniyoruz?
Örneğin, önümde iki çocuğun dosyaları var.
16 yaşındaki P.G. yağma, 15 yaşındaki S.Ç. ise hırsızlık suçuna karışmış.
S.Ç. son 5 yıl içinde 100 kez hırsızlık olayına karışmış ve hakkında işlem yapılmış. İkisi de cezaevinde. Hapiste olmalarına rağmen geçtiğimiz aylarda başka suçlardan ötürü sulh ceza hâkimliği haklarında tutuklama kararı verdi.
Türkiye’de adalet sistemine bir kere giren çocuk çıkamıyor. Pek çok çocuk hakkında yüzlerce dosya ve bu dosyalardan ayrı ayrı verilmiş cezalar var. Bunlar birleşiyor, dağ oluyor ve çocukların onlarca yıl hapis yatması bekleniyor.
Diyelim bir çocuk 1 yılda 20 suça karıştı... Çocuk her bir suçtan ayrı ayrı yargılanıp ayrı ceza alıyor. Her birinden 5 yıl hapis cezası alsa, bu cezalar toplanıp 100 yılı buluyor, çocuğun hayatına mal oluyor.
Bu çocuklar durmadan hapse girip çıkıyor, kimisi firar ediyor. Mutlaka suç işlemeye devam ediyor, yine hapse giriyor, topluma geri kazandırılmıyorlar.
Her yıl 81 ilde binlerce gönüllü öğretmenin desteğiyle 100 binden fazla çocuk doğa eğitimlerinden faydalanıyor. Bugüne kadar ulaşılan çocuk sayısı 3 milyon.
Minik TEMA, Yavru TEMA, Ortaokul TEMA, Lise TEMA diye adlandırılan doğa eğitim programları, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile işbirliği yapılarak hayata geçiriliyor.
Eğitim programları MEB’in ders programlarına ve kazanımlarına destek olacak şekilde hazırlanıyor ve yıl boyunca sınıf içi ve dışı etkinliklerde uygulanıyor.
Etkinliklerde, toprak, hava, su, biyolojik çeşitlilik ve çevre etiği gibi konular her yaşa özel şekilde anlatılıyor.
Her programa özel etkinlik rehberleri öğretmenlere, eğitim materyalleri ise öğrencilere TEMA Vakfı tarafından ücretsiz veriliyor.
Doğa eğitim programlarının amacı, çocukların doğayla bağını erkenden güçlendirmek, doğada keşfederek vakit geçirmelerini sağlamak, doğaya duyarlı davranan bireyler olmalarına katkı sağlamak, fiziksel, bilişsel ve sosyal gelişimlerini desteklemek.
Zira günümüzde artık çocuklar doğaya yabancı kalarak büyüyor. Oysa doğa insan için bir lüks olamaz, doğa bir ihtiyaç.
Hatay’da yaşayan 29 yaşındaki kadın iki yıldır bir adamın tehdit, şantaj, taciz, psikolojik ve dijital şiddetine, yani ısrarlı takibine maruz kalıyor.
İnternette tanışıp iki ay görüştüğü E.K., Gülay ilişkiyi sonlandırma kararı alınca peşini bırakmadı. İki yıldır nefes aldırmıyor. Gülay’ın ailesine ve çevresindekilere küfür ve tehdit dolu mesajlar attı. Gülay’ın çalıştığı işyerini arayıp defalarca patronuyla kavga etti. Onun yüzünden Gülay işinden oldu.
KPSS’ye hazırlandığı süreçte Gülay’a zarar vermek için her gece yüzlerce kez aradı, farklı numaralardan 1500’den fazla mesaj attı.
Gülay’ın ablasının eski eşine mesajlar atıp kadını karaladı. Çocukları ablasından koparıp ailede huzur bırakmayarak Gülay’a zarar vermek istiyordu.
Adam Facebook’ta Gülay’ın adıyla onlarca sayfa, sayısı 250’yi geçen sahte hesap açtı. Facebook’ta çok takipçisi olan sayfalarda, Gülay’ın yaşadığı ilçenin yerel sayfalarında Gülay’ın fotoğraflarını iftira, küfür ve hakaretlerle paylaştı.
Gülay numarasını değiştirdi, sosyal medya hesaplarını kapadı, “Evleniyorum, hayatımda başkası var” dedi ama işe yaramadı. Adamın Gülay ile çevresindekilere hakaret dolu mesajları bitmedi.
Bir yıl böyle geçti.
2016’nın aralık ayında Gülay, Hatay Emniyet Müdürlüğü’ne gidip siber suçlar birimine adamı şikâyet etti.
Üniversitedeki “Humanities” (Beşeri Bilimler) dersleri de, 1957’de bu misyon doğrusunda verilmeye başlandı.
Batı ve Türk-İslam uygarlıklarının temel eserlerinin okutulduğu derste amaç, çok kültürlü bir eğitim programı sunmaktı.
1970’lerin sonunda kaynaklar kısıtlanıp öğrenci sayısı artınca, ders devam ettirilemedi. 40 yıl sonra 2007’de, Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan bağışlar sayesinde, “HUM 101 ve 102 Kültürel Etkileşimler” adıyla bir kitle dersi olarak yeniden açıldı.
İnsanlık, düşünce ve kültür tarihi alanındaki bu temel ders, matematik, fizik gibi temel bilim öğrencilerinden tutun da mühendislik,
iktisadi ve idari bilimler, sosyal bilim öğrencilerine kadar geniş bir kitleyi kapsayacak şekilde sunuluyor.
Kadro kısıtları ve artan öğrenci sayısı göz önünde tutularak dersin sürekliliğini sağlamak için, dünyanın en önde gelen üniversitelerinden seçilmiş
uluslararası öğretim üyeleri istihdam ediliyor.
“Artık bu dünyada yaşamak istemiyorum. Hakkımda bir sürü şey söylendi, çok canım yanıyor. Bazen intihar etmeyi düşünüyorum, sonra bunun sevdiklerimi üzmekten başka bir işe yaramayacağını görüyorum.”
Siber zorbalık ülkemizde o kadar yaygın ki, özellikle sosyal medyada herkes herkesi nefret objesi haline getirmeye, etiketlemeye, alay konusu yapmaya o kadar hevesli ki, biz yetişkinlerin artık siber zorbalığa bağışıklık kazandığı söylenebilir. Sosyal medyada defalarca lince maruz kalmış bir yetişkin olarak artık siber zorbalığın bana değmeden geçtiğini söyleyebilirim. Evet, berbat bir şey... Ama bir yetişkin sakince oturup düşündüğünde sorunun kendisinde değil, zorbalık edenlerde olduğunu çabucak fark edebilir.
Peki ya çocuklar?
Onlar için öyle mi?
Daha geçtiğimiz ay ABD’nin Florida eyaletinde 12 yaşındaki bir kız çocuğu siber zorbalık yüzünden intihar etti.
Sanal dünyada uğradıkları zorbalık yüzünden hayatına son veren çocuklar var. Fakat bunların çoğu, çocukların akranlarından gördükleri siber zorbalığın sonucu.
RETWEET PEŞİNDEYDİ
Bizim ülkemizde ise geçtiğimiz hafta akla zarar bir siber zorbalık örneği yaşandı.
◊ Küçükken babanız kız kardeşinizi okutma konusunda kararı size ve abinize bırakmış; siz de onay vermemişsiniz ve kız kardeşiniz okuyamamış. Bugün ise doğup büyüdüğünüz köydeki kız çocuklarının okuması, kadınların güçlendirilmesi için uğraşan birisiniz. Sizi o çocuktan bu yetişkine çeviren ne oldu?
- Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu ve belki de kız kardeşimin önünü kestiğim için duyduğum vicdan azabı. Kız-erkek ilişkisi yakın bir okul ortamı ve yabancı hocaların ufuk açıcı tavırları bakışımı değiştirdi. Ben kadını daha güvenilir de bulurum. Çalıştığım kurumlarda etrafımdakilerin yüzde 80’i kadındır. Dekanlık yaptığım yıllarda yardımcılarımın ve asistanların çoğu kadındı. Plastik Sanatlar Derneği Başkanlığı yaptığımda yönetim kurulunun büyük kısmı kadındı. Baksı Kültür Sanat Vakfı’nın yönetim kurulunun -ben hariç- hepsi kadın. Kadının projelerimiz içinde ayrıcalıklı bir yeri de var. Kadın istihdamı için de çalışıyoruz.
◊ Baksı Kültür Sanat Vakfı’nın ilk yönetim kurulu başkanı eşiniz Oya Hanım’dı, öyle değil mi?
- Başta köylüler biraz şaşırdılar. “Şimdi biz yengeyle mi çalışacağız?” dediler, yadırgadılar. Şimdi ise pek benimle konuşmak istemiyorlar, devamlı Oya’yı arıyorlar.
◊ Çocukluğunuzda babanız çalışmak için hep gurbetteymiş. Köyün erkeklerinin çoğu aynı durumdaymış. Hâlâ öyle mi?
- Erkek hâlâ gurbette. Dışarı gitmeyi durdurduğunuz andan itibaren aslında orası daha sevinçli bir yer haline gelecek. Çünkü adam gittiği yerde kültürel yabancılaşma yaşıyor. Kendi toprağı içerisinde üreten bir hayat kurabilse çok daha iyi olur. Bizim modernizm köylülere çok şey vaat etti ama hiçbirini vermedi. “Şehre gidin, ne istiyorsanız orada” dendi. Pek öyle olmadı.
◊ Bir Pembe Nine’niz varmış, size hep masal anlatırmış. Onun dışında âşık atışmaları, kurmaca oyunlar...
- Masalın bir ideolojisi var; hep haklının, kafa tutanın, direnenin kazandığı omurgadan gider. Hep bir yüreklendirme vardır. Bizim oradaki hayatımızı başka dünyaya taşıyan şey masallar, âşık atışmaları, kurmaca oyunlardı. Bugünkü hayattan televizyonu çıkarın, insanımızın ürettiği bu tarz hiçbir şey kalmadı.
Sokaktaki simitçi ölmüş ve bir taksi şoförü ağır yaralanmıştı. Beyin kanaması geçiren ve omur kemiği kırılan taksi şoförü komaya girmişti. O gün bugündür komada, şuuru kapalı, karnından besleniyor. Üç çocuğu ve ailesiyle yaşadığı ev küçük bir hastaneye dönmüş durumda. Çok zor şartlarda, geçim sıkıntısı içinde, çocuklarının babalarını sürekli o halde görerek bozulan psikolojileriyle evde bakım yapılıyor.
Adli süreçte bir buçuk yılda kat edilen yol da sıfırlanmış durumda.
Patlama sonrasında, patlamanın meydana geldiği evin sahibi ile iki İGDAŞ görevlisi ve bir teknik servis elemanı hakkında ‘Taksirle bir kişinin ölümü, bir kişinin de yaralanmasına neden olmak’ suçundan 15 yıl hapis istemiyle dava açılmıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianameye temel teşkil eden bilirkişi raporu, olayda İGDAŞ personelinin ve daire sahibinin asli kusurlu olduğuna karar vermişti.
İLK BİLİRKİŞİ RAPORU: İGDAŞ İŞİNİ LAYIKIYLA YAPSAYDI PATLAMA GERÇEKLEŞMEZDİ
Patlamadan birkaç ay evvel, patlamanın olduğu dairenin alt katında oturan ev sahibi birkaç kez İGDAŞ’ı arayarak kombisinden sesler geldiğini, doğalgazda bir sorun olduğunu söylemişti. Ardından İGDAŞ personeli gelip “Elektrik topraklamadan olabilir. Elektrikçi gelsin baksın” diyerek sadece o dairenin doğalgaz vanasını kapatıp gitmişti. Oysa tüm daire sahiplerine haber vermesi ve binadaki boş dairelerin de gaz vanasını kapatması gerekirdi.
Nitekim, İGDAŞ yetkililerini kusurlu bulan bilirkişi raporunda da “Sorunun çözümü için elektrikçiye yönlendirme yapması kabul edilebilir bir durum değildir” denilerek gerekli ihtimamın, hassasiyetin gösterilmediği, tüm daireleri durumdan haberdar etmeden sadece ihbarda bulunan dairenin gazını kesen personelin davranışının ‘kabul edilemez mertebede’ olduğu belirtildi ve eklendi: “Eğer İGDAŞ personeli layıkıyla tüm daireleri kontrol etmiş olsa, kimsenin bulunmadığı daireler için de doğalgaz vanalarını kapatsa soruşturma konusu vahim olay hiç meydana gelmeyecekti.”
Patlamanın gerçekleştiği daire sahibinin kusurlu bulunmasının nedeni ise mutlaka proje değişikliği onayı alması gerekirken, İGDAŞ’a haber vermeden kombisinde değişiklikler yapması. Denen o ki, bu değişiklikler nedeniyle biriken doğalgaz patladı ve evin duvarı aşağı indi.
Sadece bu rapor değil, 7. Sulh Mahkemesi’nden çıkan kusur tespiti raporunda da İGDAŞ’ın asli kusurlu olduğu tespit edildi.
İnsanların vücudunda artık plastik var, çünkü denizlere atılan plastikleri dönüp yine biz yiyoruz.
İşte bu yüzden okyanuslara ve denizlere dair daha detaylı araştırma yapmanın vakti geldi de geçiyor.
1973’ten beri düzenlenen, dünyayı uçtan uca dolaşan yarış serisi Volvo Ocean Race’in bu sezon yarışı 22 Ekim’de Alicante’de başladı; tekneler şimdi Auckland yolunda.
Etkinliğin tarihinin bu en uzun yarışında yarış ekipleri 45 bin mil kat edecek, dört okyanus geçecekler.
Bu yılki yarış, okyanuslardaki kirliliğe de dikkat çekiyor.
Tekneler, dünyadaki okyanusların farklı bölgelerinden çeşitli veriler toplayacak sensörlerle donatıldı.
Geçilen yerlerdeki sıcaklıklar, barometrik basınç, akıntılar ve rüzgar hızıyla ilgili elde edilen veriler, tutarlı hava tahminleri ve iklim modellemeleri yapmaları için bilim insanlarına küresel boyutta yardım edecek.
Hizmetli, çocuğun annesi ile babasının boşandığını, anneanne ve dedesiyle yaşadığını, annesinin çalışmak için İstanbul’a gittiğini öğrenmişti. Babacan tavırlarla yaklaşıp sonrasında çocuğu istismar etti.
Çocuk evde hep canı acıyor gibi yan oturuyordu; sürekli dalgındı; geceleri kâbus görüyor, uykusunda dişlerini gıcırdatıyordu.
Annesi çocuğu yıkarken vücudunda morluklar gördü. “Kızım seni kim dövdü?” diye sordu ama çocuk cevaplamadı.
Bu arada teyzesi, çocuğun tabletinde bir adam ile yanak yanağa fotoğrafına rastlamış, kim olduğunu öğrenmek için okula gitmiş ve okulun hizmetlisi olduğunu öğrenmişti. Müdür, “Babacan adamdır, çocuğa zarar vereceğine ihtimal vermem” demişti.
Çocuğun hali tavrı, vücudundaki izler ve okulun hizmetlisiyle ‘selfie’...
İSTİSMARI GÖRÜP SUSAN VELİ: BİR ŞEY YAPAMAZSIN, KENDİNİ YIRTTIĞINLA KALIRSIN
11 Temmuz 2016’da anne çocuğunu alıp okul müdürüne gitti. Çocuk ilk kez o gün, cinsel istismarı anlattı.
Hemen karakola gidip şikâyetçi oldular. Yer gösterimi için gittikleri okulda çocuk zemin kattaki sığınaktan kazan dairesine, olay yerlerini tek tek gösterdi.
Burada hayatın devamlılığını sağlayan kriller, endüstriyel balıkçılık yüzünden azalıyor.
Balık yağı kapsülü üretiminde ve balık çiftliklerinde yem olarak kullanılan kriller hunharca avlanıyor.
Buzulların erimesiyle 1970’ten bu yana yüzde
80 azalan kril nüfusu
şimdi bir de endüstriyel balıkçılık tehdidiyle karşı karşıya.
Aslında, bütün bir ekosistem tehlikede.
Geçmişi zordu ama sonrasında da hayat kolay olmadı. 2013’te engelli kontenjanından çalıştığı hastanede başhemşire ona yapmakta zorlanacağı işler veriyor, yapamayınca hakkında rapor tutuyor, onu bezdirmeye çalışıyordu. Onu işten attırıp yerine bir yakınını işe aldırmak gibi bir gizli gündemi vardı.
Daha fenası, K.H. defalarca taşeron temizlik işçilerinin cinsel tacizine uğramıştı. Ablası, K.H.’nin vücudundaki (cinsel bölgelerinde) morlukları görünce savcılığa şikâyette bulundu. Savcılık etkili, nitelikli bir soruşturma yürütmeden, basmakalıp cümlelerle takipsizlik kararı verdi.
K.H.’nin avukatı Şahin Antakyalıoğlu’nun karara itirazı kabul edildi ve 5 kişiye yaralama ve cinsel tacizden, bir kişiye cinsel saldırıdan dava açıldı.
Bu süreçte aşırı strese giren K.H. kansere yakalandı ve öldü.
Savcılık K.H.’ye cinsel saldırı yüzünden beden ve ruh sağlığının bozulduğuna dair numune hastanesinden rapor aldırmıştı. Ama buna rağmen, mahkeme illa Adli Tıp’tan da rapor alınmasını istedi. Alınamadı çünkü K.H. ölmüştü. Mahkeme eldeki raporu dikkate almayınca, cinsel saldırıdan en az 10 yıl hapis cezası alması gereken adama 2 yıl cezayı yeterli gördü.
Cinsel taciz ve yaralamadan yargılanan diğer sanıklar ise beraat etti.
Özetle, tanıklar, deliller yok sayıldı, gelişigüzel bir yargılama yapıldı.
HÂKİM DEĞİŞTİ, MAHKEME
Bu üçünü birleştirerek harika bir iş yapıyor. Motoruna atlıyor, Anadolu’da köy okullarını gezip oralarda maddi zorluklar çekerek okumaya çalışan çocuklara yardım götürüyor.
Fotoğraf çekerek de bu yardımlar için fon yaratıyor.
Uzun yıllar otomotiv sektöründe çalıştı Kül... İşinin yanında fotoğrafçılığı hobi olarak sürdürdü.
Çalışma hayatından arta kalan zamanlarda ise çocuklar için eğitici kamplar düzenledi.
Ve sonunda hepsini bir projede birleştirdi.
Bu proje, çocukların eğitim ihtiyaçlarına cevap verme ve zorlu yaşam koşullarını biraz olsun iyileştirebilme hayalinden yola çıktı ve zaman içinde binlerce çocuğa dokunmayı başardı. Projenin adı 1000 Motorcu 1000 Çocuk.
Petekkaya’nın sözleri, tavırları Yeşilçay’ın sabrını taşırmıştı: “‘Öpüşmeye amma da meraklısın!’ laflarını yemiyorum. Kimsenin kimseye böyle şeyler söylemeye hakkı yok. Bu ne cüret!”
Sahiden, bu ne cüretti?
Röportajın ardından olaylar, tam da ataerkil düzenden bekleneceği üzere gelişti.
Dizinin yapımcısı Yeşilçay’la sözleşmelerini yenilemeyeceklerini açıkladı; sözlerini ‘gerçekdışı cümleler’ diye niteledi.
Set arkadaşı Yeşilçay’ın diziden ayrılmasının ardından “Kimse karalar bağlamadı” diyerek safını belli etti.
Petekkaya ise gazeteci Rahşan Gülşan’a açıklamasında erkek dilinin en ‘güzide’ kalıplarını kullandı.
“Benim de annem, kız kardeşim var” diye söze girdi; “Kadınlar sorunlu” diye devam etti ve “Issız adada kalsam Nurgül’e bakmam. Neyini taciz edeceğim? Beyonce mi o?” diyerek küçümseyici bir tonda sözlerini tamamladı.
Ama esas dedi ki:
Sanayi bölgesi, ölüm bölgesi demek olmamalı
1970’li yıllarda Kyme Antik Kenti öncelikten sayılsaydı, belki bugün size İzmir Aliağa’da gün yüzüne çıkarılan devasa antik kentten bahsedecektim.
Ama ne yazık ki, o günlerin yanlış politikaları sonucunda kültür cennetine değil, sanayi cehennemine dönen Aliağa’dan bahsetmek zorundayım.
1970’lerde burada sadece bir demir çelik tesisi varken sonra ikincisi, derken üçüncüsü kuruldu. Ağır Sanayi Bölgesi ilan edilmesiyle de Aliağa’daki tükenmişlik başladı.
Bir rafineri zaten vardı; şimdi ikincisi kuruluyor. Bu rafinerinin içine petrokoklu termik santral yapılması planlanıyor. Pek çok ülkenin tehlikeli atık olarak niteleyip sınırlarına dahi yaklaştırmadığı petrokoku biz İzmir’in damında yakmaya çalışacağız!
Aliağa’da sadece rafineriler ve 20-25 fabrikadan müteşekkil devasa bir kirletici petrokimya tesisi yok. Burada aynı zamanda, gemi söküm tesisleri, limanlar, gübre fabrikaları, ithal hurda depoları, demir eritilen haddehaneler ve ark ocaklı demir çelik tesisleri var. Hem de tam 6 tane. Herhalde dünyanın başka hiçbir yerinde bir ilçe sınırları içinde 6 tane ark ocaklı demir çelik tesisi yoktur.
Aliağa’da faaliyet gösteren fabrikalardan çıkan cüruf, tufal ve baca tozları ise Foça’daki Ilıpınar ormanlarının içine dökülüyor. Burada 40-50 milyon tonu bulan devasa atık dağları oluştu. O atık dağlarını görseniz ağlarsınız.
*
27 yıl evvel Yeşiller Partisi ve yerel belediyeler el ele verip Türkiye’nin en büyük çevre eylemini İzmir’de gerçekleştirmişti. Aliağa’da yapılmak istenen kömürlü termik santrala karşı Cem Karaca, İlhan İrem, Ayşegül Aldinç, Nejat Yavaşoğulları gibi sanatçılar ilçeye gelip yerel halka destek vermişlerdi. O dönem ANAP hükümeti geri adım atmış, termik santral engellenmişti.
Bugün, davası sürmesine rağmen, burada iki yıldır umursamazca çalışan bir kömürlü termik santral var.
*
Aliağa halkı yıllar öncesinden ekonomik çaresizliğe itilip buradaki fabrikalarda çalışmaya mecbur bırakıldı. Yaşadıkları cehennemin farkındalar ama ‘ekmek parası’ derdinde, pek ses etmiyorlar.
Bölgeye yakın Horozgediği köyünde her evde mutlaka bir kanser hastası ve kanserden ölüm var.
Bilimsel raporlar, İzmir’in genelinin de ciddi tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor. Biliniyor ki, yaz aylarında bile İzmir’in tepesine çöken hava kirliliği Aliağa kaynaklı.
*
FOÇEP’ten Bahadır Doğutürk zaman içinde buradaki fütursuz ‘gelişmeye’ tanık olmuş:
“Sanayi bölgesi ölüm bölgesi demek olmamalı. Gelişim sürecinde elbette sanayi de olacak. Ama gelişmiş ülkeler bunu nasıl yapıyorsa biz de öyle yapmalıyız. Burada birkaç demir çelik fabrikası var ki, bırakın bacayı, her yerinden duman çıkıyor. Böyle fütursuz bir çalışma olamaz. Belli ki bu bölge gözden çıkarılmış.”
*
4 Mayıs’tan beri 5 kıtada, 13 ülkede fosil yakıtlara karşı eylemler düzenleniyor.
Yarın bu eylemlerin Türkiye ayağı gerçekleştirilecek. 70’ten fazla sivil toplum kuruluşu ve Bergama, Dikili, Foça belediyeleri Aliağa’dan harekete ses verecekler.
‘Fosil yakıtlardan kurtulmuş başka bir Türkiye, başka bir dünya mümkün’ demek için Aliağa’yı seçmeleri tesadüf değil.
Amaç, yarın bir gün Aliağa toplu ölümlerle gündeme gelmeden, iş işten geçmeden, testi kırılmadan dikkatleri buraya çekmek.
Yarınki eylemin ardından hiç vakit kaybetmeden TBMM’de bir araştırma komisyonu kurulmalı, Aliağa’ya artık kirletici tesis yapılmasına izin verilmemeli ve mevcut tesisler rehabilite edilmeli.
*
Türkiye bir işi yapıyorsa tam yapmalı.
Bir yandan fosil yakıtlardan uzaklaşmayı öngören Paris İklim Anlaşması’na 175 ülkeyle birlikte imza atmak, bir yandan da kömürlü termik santrallara teşvikleri artırmak olmaz.
Bu, en nazik tabirle, samimi değil.![Sanayi bölgesi, ölüm bölgesi demek olmamalı]()
![Sanayi bölgesi, ölüm bölgesi demek olmamalı]()