Mehmet Özdoğan

Bence neyi savunduğuna dikkat et!

23 Haziran 2017
Sana dayatılan bütün ‘şehirli’ trendlerin başka bir ‘şehirli’de panzehri var artık. Kendini birilerinin icat ettiği politikacılar, kahve çekirdekleri, tropik meyveler, spor ayakkabıları ve beyaz mobilyalar üzerinden gerçekleştiremeyeceğini unutma…

Tam minimalizme sarıyorsun, “Tüketim çılgınlığıma bu beyaz kanepeyle son vereceğim” derdindesin, gururla Facebook’tan eşyalarını dağıtacağını duyuruyorsun; sonra biri kalkıp, “Canım bunların hepsi İsveç’in oyunu. Sana o dümdüz çantayı, bembeyaz sehpayı, o düz tişörtü satmak için…” diyor. 

Tam avokadoya sarılıyorsun. “Oh, hem hayvana kıymıyorum, hem de şahane protein alıyorum” diyorsun; tahini de üstüne sürüp Instagram’a koydun; “Hayatım, sen biliyor musun Meksika’da kaç bin ağaç kesilmiş bu avokado çılgınlığı için. Üstelik avokado ağaçları normalden 3 kat daha fazla su harcıyormuş!” diyerek proteinini kursağında bırakıyor.

“Koşayım ben en iyisi, herkes koşuyor” diyorsun, İsviçreli bilim adamlarından yürüyorlar: “Bir araştırma okudum; insan doğası koşmak için yaratılmamış. Hem kas kaybediyormuşsun hem de çok koşanlar hızlı ölüyormuş”

“Artık büyük kahvecilere para yedirmiyorum, mahalledeki kahveciden her hafta Guatemala kahvesi alıyorum” diye lafa giriyorsun, “Bu sefer kesin iyi bir şey yaptım galiba” heyecanı içindesin; Guatemala’da kahve işçilerinin günde 1 dolara 16 saat çalıştıkları hatırlatılıyor.

Kalpli emojilerle iştahlı iştahlı Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun bir aksiyonunu paylaşıyorsun Facebook’ta, altına birisi “Bu adam bu yıl Suudi Arabistan’a 15 milyar Kanada doları değerinde silah sattı, haberin var mı?” diye yorum yazıyor.

Çok kısaca şunları söylüyor sana bu yeni evrenin:

Avokadoyu sev, ye, sür ama Instagram’ında evreni kurtarmış gibi davranma.

Yine koş hobi olarak ama mutluluğun, sağlığın için yap bunu. Aslına bakarsan kimseye göstermeden de gerçekleştirebileceğin bir eylem bu.

Yazının Devamını Oku

Tarkan olmanın dayanılmaz hafifliği

20 Haziran 2017
Eğer ortalama kalitede işler üreten, vazgeçilmez olamamış bir pop yıldızıysanız ve son albümünüzde ‘hit’ yoksa, “Çok bozdu” derler.

Eğer piyasanın gülü popçulardansanız ve yeni albümünüzle paçozluğun sınırlarını yeniden zorladıysanız, “Bunlar sanatçı değil tüccar tüccar, kaale almayınız!” derler.

Ama eğer Tarkan’sanız ve müzik hayatınızın en ‘silik’ albümünü çıkardıysanız, “Tarkan şarkıları zamanla sevilir, sabret inci tanem; SEVECEKSİN!” derler.

Oysa pop şarkıları zamanla sevilmez… Sevdirilir.

Arabada radyoyu açtığında illa ki onu duyarsın, televizyonu açtığında klibi döner, magazin programlarının VTR’lerinin fon müziği olur, Spotify’ın ilk 50 listesine girer; haftalık keşif listene sızar, Youtube “Öneriyoruz, mutlaka dinlemelisin bebeğim” diye gözüne gözüne sokar.

Olmadı mı? Senden daha zevkli olduğuna inandığın biri “Saçmalama be! Mis gibi şarkı işte” der. Bir bakmışın, sevmişin…

İyi de neden bu albümü bize sevdirmek için bu kadar uğraşsınlar ki?

Y kuşağının Tarkan’ın yeni albümünü haddinden fazla olumlama sebepleri gayet anlaşılabilir aslında... Mirgün Cabas’ın son kitabında verdiği “Eski Türkiye’nin son yılı: 2001” tarihi, tam da Tarkan’ın ellerinde ziller; tozu dumana kattığı tarihti mesela. Ve evet, hala ‘Kuzu Kuzu’nun olmadığı bir düğün, bir Türkçe pop gecesi yapayalnızdır.

Tarkan, sekstir; seksten ‘legal’ olarak bahsedebilme özgürlüğüdür. Bu albümde kesinlikle olmayan –belki biraz ‘Kedi Gibi’de - ama aslında sadece onun bir şarkıya yerleştirebileceği ‘sözleri’ vardır Tarkan’ın… Kimse bu ülkede kolay kolay “Gel gel gel güzelim, gel hiç acımayacak!” diyemez. Başkası olsa feministi ayrı, muhafazakârı ayrı döver. Ama söz Tarkan’ın ağzından çıkıyorsa, pekâlâ “Yatakta ayıp olmaz”a varabilir genel kanı.

Yazının Devamını Oku

Dünyanın en garip aşk hikayesi

16 Haziran 2017
Elindeki rapor buruş buruş olmuştu. Avucunun teri bembeyaz sayfayı kirletmişti. Kocasının ‘hasta’ olduğunu yazan bu rapor, zaten o kadar beyaz olmayı hak etmiyordu.

Ne olursa olsun, gözüne o kalemi çekmeyi ihmal etmemişti. Boyası gelmiş ama bir güzel taranmış saçları, kaşından dudağına kadar inen upuzun çiziği olabildiğince kapatıyordu.

Kocasıyla göz göze değilken bakışları bomboştu. Göz göze kaldıklarında da hayatımda kimsenin gözünün içinde görmediğim bir şefkat… Kimse kimseye o kadar kocaman “Canım” diyemezdi.

Her şeyini biliyordu. Belli aralıklarla bağırıp yerinde zıplıyordu eşi. O ataklar gelmeden, sinyalleri sadece o alabiliyor ve hemen dirseklerinden sıkıca tutup “Tamam, tamam… Canım benim, tamam” diyordu. Yüzündeki koca çiziğe rağmen ona tüm gücüyle gülümseyerek yaklaşmaktan hiç çekinmiyordu.

Acaba başlarına bu hastalık gelmeden de bu kadar cesur bir kadın mıydı?

Kocasını hastanenin güler yüzlü personeli kontrol için içeri aldığında acilin kapısında çömelip küçük küçük hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağlarken yok olmak istiyordu büyük ihtimalle. Ve çok büyük ihtimalle yıllar içinde edindiği bir yetenekti bu. O sırada olabildiğince az yer kaplamak için çömeliyordu, olabildiğince az ses çıkarmak için içine içine hıçkırıyordu.

Dün, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesinde karşılaştığım ve hiç konuşmadığım bu kadınla ilgili dünya kadar merak ettiğim şey vardı.

Bir insan, onca yıl aynı şeyi yaşadıktan sonra hala nasıl ağlamaya devam edebilirdi? Hem de bu kadar içten. Hem de bu kadar “Bakın çığlık çığlığa ağlıyorum” demeden. Öylece, orada alabileceği en küçük halini alıp… Titreyen elleriyle güneş gözlüklerini takıp…

Günde kaç kere ağlıyordu böyle?

Yazının Devamını Oku

‘Adamlık’ müessesesi

9 Haziran 2017
İlkokuldayken birbirinin üstüne çıkan, altta kalanın canını çıkaran, tasosunu çaldığı için arkadaşına kalem saplayan akranlarım, benim için birer uzaylıydı. Ne empati kurabiliyordum, ne de maksadı kavrayabiliyordum, belgesel izler gibi paralize olup anlamaya çalışıyordum.

Hayatımda kimseye vurmadım. Kimse de bana vurmadı. Cüssem her zaman iddialıydı; sanıyorum biraz da o yüzden. Annemle babam, hayatları boyunca “Bu çocuğa sizinkilerden farklı bir şey yedirmiyoruz, sormayın artık!” temalı basın toplantıları düzenlemek zorunda kaldı eşe dosta.

Ancak bu avantajımın beni nereye kadar idare edebileceğini bilmiyordum. Uyuzdum çünkü. Derslerim de baya iyiydi. Çok arkadaşım vardı. Çok gülüyordum, aşırı eğleniyordum. Kesin bir noktada birisi sebep göstermeye ihtiyaç duymadan ağzımı burnumu kıracaktı.

Olmadı ama.

Mesela lisede biri ebeme küfretti, “Ya baya da iştahlı söyledin ama ben tanımıyorum açıkçası ebemi…” diye karşılık verdim. Çocuk dayanamayıp güldü, konu oracıkta kapandı.

Telefonum denize düştüğünde, sigorta yaptırdığımız şirket “Bunu karşılamıyoruz!” dedi. Kendileriyle tek kelime konuşmayıp babamla dava ettik, üç kuruşluk telefon için iki yıl boyunca hak hukuk peşinde koştuk, bir de üstüne emsal karar çıkarttık.

Alkollüyken beni başka yollardan giderek dolandıran taksiciye, “Abijjim şimdi şöyle yapıyoruz. Ya sen bu 13 lirayı alıyorsun, ya da ben polisi arayıp ‘Dolandırıldım’ diyorum. Gece uzuyor da uzuyor. Benden 20 lira fazla alacağım derken, 200 liradan oluyorsun sonra…” demeyi de bildim anında ayılıp…

Sürekli kavga edip asla uyutmayan üst komşularımın kapısına “Bu bir boşanma avukatının numarası. Ya siz bu numarayı arayın, ya da ben bir sonraki kavganızda polisi arayacağım” diye not bıraktım. Oklavayla tavana vurmadım ya da tam kavga anında kapıyı filan yumruklamadım.

Bu meseleleri bu şekilde çözerken, doğru bir şey yapıyormuşum gibi de hissetmedim. Olması gereken oluyordu.

Yazının Devamını Oku

Arkadaşlar, çok acil bu yazıyı okur musunuz?

2 Haziran 2017
Önce İsveç fazla mesaiyi yasakladı, sonra Almanya’da mesai saatleri dışında telefonla aranmak ‘mobbing’ sayılmaya başlandı. Şimdi de Fransa, çalışanlara ‘mesai dışında ulaşılamama hakkı’ tanıyor. Bu zavallı kardeşiniz soruyor… “Anne bizde niye yok?” diyor!

Hafta sonu sırf direktör cc’lemek için mail atanlar…

Gece saat 12’ye “Bir iki cevap yaz toplu mail gruplarına” diye kendine alarm kuranlar…

Mükemmel bir fikri olduğunu düşünen ve saat kaç olursa olsun acilen övülmeyi bekleyen şımarık junior’lar…

Pazar sabahı 9’da kan arayışındaymış gibi ‘ÇOK ACİLLLL!’ çığlıkları atanlar…

Ama en kötüsü de hayatında artık yapacak daha iyi bir şey kalmadığından, sosyalleşme niyetiyle mesaiye kalanlar...

Hayatımız fazla mesai yüzünden eriyip gidiyorsa, sizin de emeğiniz büyük.

Eğer hayatlarımız elimizden çalınıyorsa, Türkiye 48 saatle fazla mesaide bir dünya markasıysa, bir yılda toplam yıllık iznimizin iki katı kadar fazla mesai yapıyorsak, biraz da sizin eseriniz.

Nasıl kanıksadıysak reklamlarda fazla mesaiye methiyeler düzülüyor artık. Çok çalışkan olduğu için evine gidemeyen ve hayatını şirketine adayan anne babaya güzellemeler, “Gece gündüz sizin için çalıştık ve bu şahane ürünü yarattık” diyenler… İşte bizi her geçen gün ‘esnek saatlere zaten uyumlu olmamız gerektiğine’ ikna edenler onlar aslında.

Yazının Devamını Oku

Şezlong

30 Mayıs 2017
Birtakım beklentilerim vardı kendimden. Tam olarak ne olduğunu o zaman da kestiremiyordum ama benden ‘farklı’ bir şey olacaktı.

Annem, olayları yorumlama şeklime anlam veremezdi hiç, biraz da tırsardı bu ‘farklılığın’ neyle sonuçlanacağını kestiremediği için. Babam öyle değil. O katıksız bir huzur duyuyordu bu durumumla ilgili. Onun da beklentileri vardı, o da bilmiyordu ama.

Kariyer filan değil; onlar baya ara başlık. Ben baştan sona orijinal bir hayatım olacağını düşünüyordum bas baya.

Arkadaşlarım, öğretmenlerim, ailem; herkes böyle düşünüyordu aslında. Onlar düşündükçe ve dile getirmekten korkmadıkça ben de galiba “Dimi yaa! Bence de öyle” diye gazladım kendimi.

Onlar vizyonsuzmuş, bende de biraz fazla kaynaksız özgüven varmış. Geldiğim nokta bu.

Terasa aldığım iki şezlong için “Bugüne kadar aldığım en iyi şeyler bunlar” dediğimde anladım. O kadar inanarak söylemiştim ki bunu. 29 yıl boyunca aldığım onca şey içinde en kalıcı heyecanı yaşatan onlar olmuş gibiydi.

Bendim çünkü o şezlong.

Yine yatıyordum ama güneşe karşı ve açık havada. Televizyonun karşısında değil yani. O sıradan yazlıkçı tentesinden ve çizgiliydi kumaşı ama bir yandan da cart sarı. Olması gerektiği kadar orijinal ve iddialı ama daha çok hak ettiği kadar sıradan…

Çok daraldığımda sıradanlığımdan, çeşitli formüllerim de vardı delirmemek için. “Kim orijinal ki yahu?” gibi çıkışlarla kendimi öne atıp, “Bırak Allasen” diye sırtımı yaslıyordum sarı çizgili şezlonguma. Bazen de yalan söylemekten çok yorulup “Helal olsun ona!” diyordum.

Yazının Devamını Oku

Google’da hiç bunu aradınız mı?

26 Mayıs 2017
Bir yazı okudum geçen hafta New York Times’da. Kısaca şöyle diyordu: “Instagram’daki mutluluk yalanından çok daraldıysan Google arama ekranına git ve insanların nasıl mutsuzluktan kıvrandıklarını izle...”

Yaptım… İşlem basit; ‘Ben neden’le başlayan sorular yazıyorsun sonra da yanına a’dan z’ye harfleri koyup deniyorsun.

Google’ın bana önerdiği ve insanların Google’a sorduğu en popüler ‘Ben neden’ soruları şöyle:

Ben neden aptalım… Ben neden bu kadar şansızım… Ben neden çirkinim… Ben neden doğdum… neden fakirim… Ben neden gerizekalıyım… Ben neden hep kaybediyorum… Ben neden iş bulamıyorum… Ben neden kötüyüm… Ben neden malım… Ben neden normal değilim… Ben neden sevgili bulamıyorum… Ben neden şişkoyum… Ben neden tembelim… Ben neden utangacım… Ben neden üzgünüm… Ben neden varım… Ben neden yaşıyorum…

Hayatımda daha depresif bir şey görmedim ben.

Komik değil. 

Salt hüzün.

Aranızda kimsenin de bunlardan zevk alacak kadar sadist olduğunu düşünmüyorum. Size de iyi gelmemiştir büyük ihtimalle.

Şimdi Instagram’da sürekli de değil, arada sırada bu soruları soran, böyle paylaşımlar yapan bir arkadaşınız olduğunu düşünün.

Yazının Devamını Oku

Toplam 30 saniye sürdü, sonrası mutluluk

23 Mayıs 2017
Çok basitti sevgili okur. Sadece 30 saniye sürdü; bilemedin 1 dakika… Etkisi çok uzun ama.

Geçen sene bir yapı markette adımsayar bilekliğimi kaybetmiştim. Güvenliği aradım, baya umutsuzca "Ben mavi bir bileklik kaybettim. Elinize gelmiş olabilir mi?" diye... Adam çılgınca ilgilendi mevzuyla. Baya baya bütün marketi arattı, iki gün sonra beni aradı. Bir halının altından çıkmış. "Mehmet Bey, saatiniz bende. Çalışma saatlerim de böyle böyle. Sadece ben teslim edeceğim size." dedi. Ben de gerçek bir pislik olduğum için "Kesin bahşiş istiyor, ondan illa benden teslim alacaksınız diyor" diye düşündüm.

Gittim, verdi bilekliğimi… Cebimden 20 lira çıkardım. "Asla!" dedi ve hızla yanımdan uzaklaştı. Utançtan yerin dibine girmek istedim, yanına gidip özür diledim; karşılıklı rahata erdik.

‘TELEFONUNUZ ETKİLİ OLMUŞ’

Sonra hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. O yapı marketin müşteri hizmetlerini arayıp, "Herhalde böyle telefonlar pek almıyorsunuz ama şu şubenizin şu elemanını övmek için aradım burayı." diye başlayıp bütün süreci anlattım. Telefondaki görevli de şaşırdı böyle bir telefon aldığına, "Çok teşekkürler, emin olun bu güzel sözleriniz ulaşması gereken yere ulaşacaktır" dedi. Bir de mağaza müdürüne ayaküstü not bıraktım yetinmeyip…

Güvenlik görevlisi iki hafta sonra bana mesaj attı: "Siz benim hakkımda çok güzel şeyler söylemişsiniz. Zaten terfi de ettirmeyi düşünüyorlarmış. Çok etkili olmuş söylediğiniz şeyler. Bugün güvenlik şefi oldum. Size de teşekkür etmek istedim." diye...

Oturdum, hüngür hüngür ağladım sonra. Ama ne ağlama… Nasıl iyi geldi o ağlama bana; size anlatamam. Hiç bilmiyorum neye zırladım o kadar; deşmiyorum da fazla. Biliyorum ki içinden çıkamayacağım.  

SEVİYORSAN GİT MÜDÜRÜNE ÖV BENCE

Diyeceğim o ki, bir telefon açıp hiç tanımadığınız biri hakkında bir dakikalık 'güzel' bir konuşma yapmak insana kendini mükemmel hissettiriyor… O kadar alışmışız ki tanımadığımız insanları tanımadığımız insanlara şikâyet etmeye… Bunun bize ‘iyi’ geldiğini ve rahatladığımızı sanarken aslında o kadar zehirlenmişiz ki… 

Yazının Devamını Oku