Mehmet Özdoğan

Cem Yılmaz’ın 13 günlük şok diyeti

2 Ağustos 2017
Eğer Cem Yılmaz’ın iyi takipçilerindenseniz Teoman’ın müziği bırakma/müziğe dönme kararlarını usta komedyenin sık sık diline doladığını duymuşsunuzdur.

Kristal Elma’da, ayaküstü röportajlarında ve hatta son filmlerinden ‘Pek Yakında’da…

Çok da ahım şahım espriler değildi ama esprinin doğası kendiliğinden bir ‘konu’ydu zaten. Sahnede ‘Teoman…’ deyip üstüne o meşhur kahkahasını atması bile seyirciye yetebilirdi.

Çünkü Teoman gerçekten o çığır açan parçalarından ve hatta Bülent Ortaçgil’in deyimiyle o iyi şairliğinden daha fazla hatırlanacak iki karar almıştı.

Biri müziği bırakmak, diğeri müziğe dönmekti.

***

Cem Yılmaz’ın bohçasında zaten dünya kadar ‘gidiyorum, gittim, kalıyorum, yok yok döndüm’ döngüsünde yuvalarlanan şehirli bohem şakası vardı; Teoman da ‘cuk’tu.

Enteresan olan, seneler sonra aynı tuzağa kendisinin düşecek olmasıydı.

18 Temmuz’da şu notu paylaştı önce:

Yazının Devamını Oku

Alışmak sevmekten daha zor gelmiyor

29 Temmuz 2017
Bütün günler böyle geçiyor bu ülkede.

Ahmet Şık, ‘tarihi’ bir konuşma yapıyor mahkeme salonunda.

Hepimiz bundan bahsediyoruz.

Hepimiz, arkadaşlarımızın bu savunmayı -veya ithamı- çok uzun bulacağını bildiğimiz için “Mutlaka tamamını okuyun!” diye paylaşıyoruz.

İsteniyor ki, herkes okusun; herkes duysun ve gerçekten ‘tarihi’ olsun; ‘tarih’ olmasın.

Fakat alışma gücü neyi, nasıl ve ne zaman ‘tarihi’ yapabilir; hiç kestirilemiyor.

O güç, hepsinin üstüne bir güzel oturuyor…

O güç, kaygıdan o ya da bu şekilde üstün geliyor…

Kaygının iç sıkıcılığı ve yetersizlikle açıklanan atalet, çözüm yollarını tıkıyor…

Yazının Devamını Oku

Dünyanın en çekilmez insanı kimdir?

27 Temmuz 2017
Benim yıllardır kendi kendime oynadığım bir oyun var… Size de tavsiye ederim.

Eğer sohbet böyle 10-15 dakikayı doldurmuşa, ilk kez tanıştığım birine kendiyle dalga geçebilmesi için paslar atmaya başlıyorum. Biraz cüretkâr ama yeni tanışmışlık çerçevesinde hoş görülebilecek şakalar bunlar... Eğer karşıdan göz devirmeler, “Anlamadım ne demek istiyorsun sen?” göz belertmeleri gelmiyorsa, kahkahayı basıp o da kendiyle alay etmeyi başarıyorsa “Ok” diyorum; “Senle olur”…

O kadar çok şeyi gösteriyor ve o kadar ümit vadediyor ki bu karakteristik özellik…

Bu insan genelde, dünyadaki her talihsiz olayın onu bulduğunu ve bunları hiç hak etmediğini söyleyip durmaz mesela. Mağdur edebiyatı yapmaz, mağduriyetiyle güzel güzel dalga geçer.  

Kendini o kadar da çılgınca önemsemediği ve bulunduğu her ortamın en değerli varlığı olarak görmediği için, o değerli zihninin çalışmadığı konuları “O değil de…” diyerek kapatmaz.

İki dakika telefonuna bakınca “Arkadaşlar hepiniz telefonunuzla oynayacaksanız ben gideyim” gibisinden gereksiz tansiyonlara yol açmaz. Alır o da telefonu eline; gruptan yazar en fazla: “Buradan konuşalım isterseniz tatlı çocuklar. Bana olur yani…”

Bir insan, kendini ne kadar ciddiye almazsa o kadar ciddiye alınmalıdır.

Ama gelin görün ki, bu kadarcık basit bir ‘kıstas’, bu ülkede gerçek bir sosyalleşme kabusudur. Bu ülkenin insanının en kronik problemlerinden biridir çünkü kendiyle dalga geçememek… Çünkü onla dalga geçmenize de izin vermez. Her şakanın dokunduğu saçma sapan bir damar icat edilmiştir ve “Ne dedik ya?” diye kalakalırsınız şakanızla oracıkta…

Sebebini anlamak o kadar zor değil.

Yazının Devamını Oku

Sil-otur, metrobüse beş dakika üniversite

21 Temmuz 2017
Üniversitemiz her şeyden önce metrobüse 5 dakika, 2019 yılında tamamlanması planlanan metroya 10 dakikadır…

Şehrin merkezinde de çok şirin, çok zevkli, sil-otur, 2+1 bir daire tuttuk; içine de böyle armutlar, 55 ekran LCD ekran televizyonlar filan koyduk.

Çocuğunuz gönül rahatlığıyla burada check-in yapabilir ve lise arkadaşlarına bu muhitte okuduğunu söyleyebilir; kesinlikle bozmayız.

Biz de eşe dosta bu adresi veriyoruz.

*

Öyle kararnameymiş, anarşik hareketlermiş; bizde olmaz öyle şeyler…

Zira o tip olaylara bulaşacak deneyimde bir kadromuz yok.

O açıdan gönlünüz rahat olsun. Evladım olaylara karışır; hocası aklını çeler gibi dertleriniz olmasın.  Hocalarımızın hepsi pırıl pırıl…

*

Yazının Devamını Oku

Pazarlamanın 5 P’si ve bir Victoria’s Secret meleği

15 Temmuz 2017
Ne diyor pazarlama guruları?

Pazarlamanın 5 P’si var:Doğru tanıtım, doğru ürün, doğru kitle, doğru yer ve doğru fiyat… Aslında formül basit yani. Bütün mevzu doğru uygulamak…

PROMOTION (Tutundurma)

Eğer bu kadar konuşuluyorsanız, sizin bir süre biraz susmanızda fayda var. İlgi büyüsün, komplolar alsın yürüsün. Bu işin raconu, mekân çıkışı soruları “İyi akşamlar arkadaşlaaar, iyi akşamlaaar” diyerek kibarca yanıtsız bırakıp, arabaya apar topar binmek ve bir süre hiçbir şekilde beyanat vermemek. Arada sırada Instagram’dan “Allah sizi bildiği gibi yapsın” mesajı veren tasavvuf tabanlı sözler paylaşabilirsiniz; onda sakınca yok. Hemen internet haberi oluverir; “İŞTE O FOTOĞRAF! BU MESAJ KİME!?” manşetleri atılır ve konu yine sıcak kalır. Aynı gün içinde aynı gazeteye üç röportaj vermeyin, konunun demlenmesine izin verin, çay tam soğuyacakken çaat! Çok okunan bir mecraya bir çift röportajı... Eşit olmalı, bazen geri çekilmeli ve onun sizi taşımasına izin vermelisiniz. O, bugüne kadar ne mücevherleri ne kıyafetleri taşıdı. Sizin için de çok iyi bir planı vardır.

PRODUCT (Ürün)

Sükûnetinizi korumalısınız. Öyle röportajlarımıza ‘bok’ filan demek yok… Yakışıyor mu hiç o yüreğinizden taşan insan sevgisine; o “Kötü söz sahibine yakışır; sütümü içtim, yogaya bekliyorum” bakışlarınıza? Ürününüzü bu kadar cazibeli hale getiren değerleri unutmayınız. Neydi dersimiz; neydi toplumumuza vermek istediğimiz mesaj: Eğer yeterince uslu bir çocuk olursanız Victoria’s Secret mankenlerini bile görebilirsiniz. Şimdi derin derin nefes alın, tekrar Instagram’a dönün ve “Allah’a havale ediyorum” mesajı veren başka bir tasavvuf tabanlı söz paylaşın lütfen.

PEOPLE (İnsan)

Hedef kitlenizi, kime seslendiğinizi netleştirmeniz gerekiyor. Beyan ettiğiniz gibi erkeklerden “Helal olsun” mu istiyorsunuz, kadınların ilgisini diri tutmak mı? Zira ikisi birlikte yürümeyebilir. “Eski sevgililerimi Google’ladınız mı? Hepisi de taş!” minvalindeki açıklamalar kadın kitlenizi sizden uzaklaştırabilir, daha da kötüsü daha önce o kadar da ‘sorulmamış soruları’ akıllara getirebilir. Fakat, “Benim kadın kitlem doygunluğa ulaştı, pazarımı genişletmek istiyorum” diyor ve bundan sonraki eserinizde erkeklere ‘umut aşılamayı’ planlıyorsanız; bu riske girmeye değebilir.

PLACE (Yer)

Yazının Devamını Oku

Demet Akalın’a açık mektup

8 Temmuz 2017
Çok değil birkaç sene içinde eş dostla Suriye yemeklerinin yapıldığı bir restoranının çıkışında basın mensupları sizi bekliyor olacak. Büyük ihtimalle ne kadar çok yediğinizden ve yemeklerin ne kadar şahane olduğundan bahsedeceksiniz.

Billur sesli Suriyeli vokalistleriniz olacak; siz izin verirseniz… Etrafınızdaki insanların mail kutuları onlardan gelen şarkı sözleriyle dolu olacak, “Demet Hanım’a ulaştırabilir misiniz?” notlarıyla gönderilmiş…

Çocukluğundan beri sizi izlemiş makyaj sanatçıları size makyaj yapmak için can atacaklar, iş isteyecekler… Belki de bir tanesinin işlerine, Youtube kanalına hayran kalacaksınız ve işe alacaksınız.

Belki bundan sonraki albümlerinizden birinde Arapça bir şarkı söyleyeceksiniz. O kadar çok hayranınız olacak ki bu ülkede; onlara kendi dillerinden ulaşmak isteyeceksiniz.

Bu, hep böyledir Demet Hanım…

Dünyanın her yerinde tarihler boyunca böyle olmuştur.

Azınlık hissettirilenlerin sahneyle, sanatla kurduğu bağ ve bu ‘var olduğunu göstermeye’ duyduğu ihtiyaç her zaman ‘çoğunluk’tan daha güçlüdür.

Ve onlar da var olduklarını göstermenin en orijinal, en takdire şayan yollarını bulacaklardır; tıpkı onlardan önce tarihin önümüze koyduğu binlerce ‘azınlık’ hikayesi gibi…

Siz talep ediyorsunuz, #Dönsünler diyerek bizzat onları muhatap alıyorsunuz konunun başka hiçbir muhatabı yokmuş gibi…

Yazının Devamını Oku

Şeyma Subaşı nefretinin dört gizli sebebi

30 Haziran 2017
Arada İngilizce kelimeler kullanıyormuş, mesleksizmiş, her cümleye ‘Ya..’ diye başlıyormuş, namazdan bahsedip prim kovalıyormuş, yuva yıkmış… Çok rica ediyorum, geçelim bunları. Konunun Şeyma Subaşı özelinde bunlardan ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. 

 

Çünkü biz ‘mesleksiz’ de zengin olan birçok kadını bağrımıza bastık, basıyoruz. O yüzden konuyu ‘emek’ten, ‘hak etmek’ten, ‘işe yaramak’tan tutmamakta fayda var.

Mesela Bihter… Kendisi başka bir yalıdan Ziyagil yalısına gelin gelmeseydi, bu ‘mesleksizliğiyle’ bu kadar idolleşebilir miydi? Diyelim, alt, orta veya üst-orta bir ailenin kızı olsaydı, öyle Amerikalarda filan okumasaydı ve gelin geldiği yalıda kocasının yeğeniyle aşk yaşasaydı şu anda bir ‘aşk mağduru’ olarak anılabilir miydi? Bihter’in gizli gücü ve ‘ayıp örter’i batık da olsa doğuştan gelen Yöreoğlu servetiydi.

O yüzden sebep, salt mesleksizlikten ziyade, babası o kadar da zengin olmayan mesleksizlerin zenginliği…   

Üç ay önce The Guardian’da Ben Tarnoff imzalı şahane bir yazı çıktı. Yazı özetle şundan bahsediyordu: “Yeni statü sembolü, ne kadar harcadığın değil, ne kadar çılgınca çalıştığın ve bunu gösterebilme kabiliyetin!” Yalan mı? Kendine yarattığın o suni ‘yoğunluklar’, “Öff yine mesai!” notuyla Instastory’e fırlattığın ördek dudaklar, “Benim bunlara ayıracak vaktim yok!” diye haykırırken yaşadığın tarifsiz ve bir o kadar manasız tatmin… Şeyma Subaşı, “Mesleğimin ne olacağına henüz karar vermedik, sosyallikten de namaz kılamıyorum” diyerek büyük oyunu bozuyor, hem ‘özünde kira yiyici, görünüşte butik sahibi’ o kitlenin, hem de bütün ‘sahte’ yoğunlukların meşruiyetini sarsıyor.

Çok mücevher… En güzel araba… Yatlar… Katlar… 100 bin dolarlık çantalar…

‘Koca parası yeme’ dinamikleri bunlar değil artık. Öyle olsa bile herkesi tavlamıyor, herkesi yeterince ‘uyuz’ edemiyor. Fazla demode bu devir için… Etse etse, içten içe eder; günümüz ‘cool’u kimseye açıktan açıktan “Allahım benim niye yok bu pırlantalardan?” diye dert yanamaz. Sıkıntı, bu devrin ortak, havalı ve en açıktan dile getirilebilen hayali olan “Dünyayı geziyorum, festivalden festivale hopluyorum”un el değiştirmesi… Şeyma Subaşı, onu nefretiyle var eden kitleyi mücevherleriyle o kadar da kaşıyamayacağının farkında; onları palmiyeleriyle, hindistan cevizleriyle dövüyor.

Çünkü insan, ona atfedilen değerler üzerinden tatminini bulur. Söylüyor işte; “Kötü yorum okuyunca mutlu oluyorum” diyor. Döngü böyle… Birilerinden nefret ediliyor. Nefret eden kitlenin hemen bir nefret edeni çıkıyor. Yeni nefret etme sebebi kah elitizm oluyor, kah kıskançlık… Sonra düşmanın düşmanı dost oluveriyor. Dostluk sıkı takipçiliğe, “Helal olsun”lara evriliyor. Yarısı nefret, yarısı karşı nefretten 1,5 milyon takipçi çıkıyor ortaya.

Yazının Devamını Oku

Üç sene önceydi… Aylardan hazirandı

27 Haziran 2017
Facebook’un ‘Tarihte Bugün’ özelliği bir sağdan bir soldan vurdu bu ay beni. Her gün acımasızca yağan “Bugün hatırlamak isteyebileceğin anılar olabilir” bildirimlerinde tek eksik, gülümseyen mor şeytan emojisiydi. Haziran fena aymış. Hele Haziran 2014! Of Haziran 2014!

2 Haziran’da şöyle bir not düşmüşüm: “Çok şahane bir şey yapıyoruz biz burada dijital gazetecilik adına… Yakında siz de göreceksiniz. Çok heyecan! Aşırı heyecan!”

Çok çalıştık, didindik, herkes ayakta tutmaya çalıştı ama kimse göremedi o işi. Sonra ben gazeteciliği bıraktım, reklam yazarı oldum.  

7 Haziran’da Massive Attack konserindeymişiz. Vay efendim neden bu kadar dandik bir kapanış şarkısı seçmişler de; ses sistemi çok kötüymüş de… Bileti beleş bulduğumuzdan utanmayıp, “Bu ne rezalet!” diye konuşmuşuz da konuşmuşuz.

Artık kimse gelmiyor buralara. Adını sanını duymadığımız zırtapoz DJ’ler bile WhatsApp’tan ayrılık mesajı atan acımasız sevgililer gibi “Kendimi güvende hissetmiyorum, iptal ediyorum; çok özür!” yazıp yok oluyorlar.

10 Haziran’da, işinden ayrılan gazeteci bir arkadaşımın kendi girişimiyle çıkardığı yeni dergisini kutlamak için Kuruçeşme’de toplanmışız.

Güzel bir hatıra olarak kaldı o dergi de. Fazla sanattı, fazla şehirdi; bunların pek bir karşılığı yoktu artık.

13 Haziran’da Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’dan Altın Palmiye kazanan filmi Kış Uykusu’nu izlediğimi belirtmek için arkadaşlarımla bir sinema salonunda check-in yapmışım. Sonra filmden çıkmışız, uzun uzun üstüne konuşmuşuz. Sonra bir de Facebook’ta uzunca yazı yazıp, Haluk Bilginer’in oynadığı aşırı elitist Aydın karakterini yerden yere vurmuşum.

An itibariyle hislerim: “Açaydım gollarımı Aydın, gitme diyeydim”

Yazının Devamını Oku