Mehmet Nuri Yılmaz

Ayrışmada hayır yoktur!

18 Mayıs 2007
GÜZEL ülkemizin son zamanlarda bir ayrışma ve kutuplaşma hareketinin içine çekilmekte olduğunu üzüntüyle seyrediyoruz. Herkesin kendi düdüğünü çaldığı bir ortamın içindeyiz. Etraf öylesine tozlu dumanlı ki, bu toz dumanın arasında doğrular eğrilere, iyiler kötülere karışıyor. Bu göz gözü görmez gidişin bir ucunda yönetenlerin oluşturduğu siyasi yapı, diğer ucunda memnuniyetsiz kitleler var.

Tez var, antitez var; ancak bu sağlıksız kutuplaşmadan bir sentez çıkmıyor. Karşılıklı bir dayatma ve inatlaşma havası içinde sonu belirsiz bir yere doğru sürükleniyoruz. Adeta savruluyoruz. Fikirler ve projeler üzerinde değil, semboller ve sloganlar hizasında derinleşen bir anaforun tam ortasındayız.

* * *

Toplumda, devletin temel ilkelerinin, özellikle de laikliğin, yönetilenler tarafından sorgulandığına dair yaygın bir inanç var. Bunu savunanlar, iktidar erkinin "din" temeli üzerinden siyaset yaptığına inanıyor ve buna karşı çıkıyorlar. Kimi iktidar sözcülerinin "laiklik yeniden tanımlanmalı" şeklindeki beyanları da buna tuz biber ekiyor. İktidar sözcüleri ise İslami yaşam tarzının kendilerinin bireysel tercihi olduğunu, bunu devlet yönetimine egemen kılmak gibi bir düşüncelerinin olmadığını vurguluyorlar. Bir taraf dindarlığı rejim karşıtlığı olarak yorumluyor, diğer taraf rejim ve laiklik yanlılığını dine ve dindara karşı bir hareket olarak konumlandırarak belki bundan siyasi bir rant elde etmeye çalışıyor.

Bu med-cezir arasında milyonlar meydanlara çıkıp tepkilerini dile getiriyorlar. Silahlı Kuvvetler bildirisi, Anayasa Mahkemesi kararı derken, Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılamıyor; bunun karşı tepki olarak "dindar birinin cumhurbaşkanı olması hazmedilemiyor" sözcüğü neredeyse seçim sloganına dönüştürülüp toplumda derin bir ayrışma ve zıtlaşma havası meydana getiriliyor. Bir tarafta dindarlar, karşı tarafta laikler. Bu duruşu daha keskin ifadelerle adlandırıp olayı "dinli-dinsiz" boyutuna getiren kasıtlı davranışlar ve çıkarcı yaklaşımlar da var. Bunun sonunun nereye varacağını düşünmek bile ürperticidir!

Şunu peşinen ifade edelim ki; din, insan hayatının bir parçasıdır. Bireysel ve toplumsal yaşamımız açısından dinden vazgeçmek asla mümkün değildir. Din, bireyleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren önemli bir faktördür. Ahlaki bir müessese olarak insanlara yön veren, içten kuşatan ve kucaklayan bir disiplindir. Din, anarşinin, haksızlığın, adaletsizliğin, zulmün, şiddetin, terörün, cehaletin düşmanıdır. Dini hisleri zayıflamış, manen çökmüş toplumların varlıklarını devam ettirebilmeleri mümkün değildir. Ancak, dini duyguların istismarı da oldukça tehlikeli sonuçlar doğuran bir vakıadır. Asırlar boyunca yüce milletimizin birleştirici, kaynaştırıcı ve hamleci gücü ve kaynağı olan dinimizi kavga aracı haline getirmek, milletimize yapılabilecek en büyük kötülüktür.

Devlet, milletine, sosyal, kültürel ve ekonomik imkánlar sunmak için vardır. İslam, hálá Türkiye’nin toplumsal omurgasını teşkil edecek kadar güçlü ve aktiftir. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini değildir ve olması da gerekmez. Ancak, halkın yüzde 99’u Müslüman olduğu için, devletin dinle ilgilenmesi ve vatandaşlarının dini ihtiyaçlarını yerine getirmelerine imkán hazırlaması gayet doğaldır ve demokratik bir haktır.

Laikliğe gelince; o devletin niteliklerinden biridir. Devlet laik olur, fakat insan ister inanır ister inanmaz. Bu tamamen insanın vicdani sorumluluğuna ait bir keyfiyettir. Bu bağlamda "laik-antilaik" ayrımı yapılamaz. Yani laiklik, dine inanma ve inanmama şeklinde algılanamaz. Dolayısıyla dine inanmayanlar laik, inananlar antilaik denilemez. Böyle bir ayırımın temeli yoktur, doğru da değildir. Laiklik devletin dinler karşısında nötr olmasıdır. Devlet, laiklik gereği vatandaşlar arasında "dinli", "dinsiz" ayrımı yapamaz. Kimse inanmaya ve ibadete zorlanamayacağı gibi, dini inanç ve ibadetlerinden dolayı da kınanıp suçlanamaz. Bu itibarla insanlarımızı inansın inanmasın, dini kuralları uygulasın uygulamasın "laik-antilaik" diye isimlendirip gruplandırmak yanlıştır ve Anayasa’ya aykırıdır.

* * *

Yakın geçmişte siyasi-ideolojik kutuplaşmalar ve mezhep çatışmalarıyla ülkemizi kaos ve kargaşa ortamına sürüklemek isteyen iç ve dış mihraklar, günümüzde de din ve laiklik üzerinden bu emellerine ulaşmak istiyorlar. Onların ürettiği hasmane ve yıkıcı kavramlarla toplumu germek ve devletimiz üzerinde oynanan oyunlara alet olmak, milletimizin geleceğine kurulan tuzaklara basmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.

Din de, laiklik de, demokrasi de insan içindir, kendi mutluluğumuz içindir. Huzuru dinamitleyerek bundan çıkar umanlar, ancak umduklarıyla kalırlar.

Ne adına olursa olsun, huzurumuzu bozmaya kimsenin hakkı yoktur!

SORALIM ÖĞRENELİM

Turistik bir yörede olan kafemi kiraya vereceğim. Burada bira satılma ihtimali de var. Kiraya verebilir miyim?

Özden TARAKCIOĞLU/İZMİR

Buranın işletme sorumluluğu kiracınıza ait olacağından kiraya vermenizde bir sakınca yoktur.

Latin harfleriyle yazılmış Kur’an’ı okuyorum. Kimileri bunu yanlış buluyor. Siz ne diyorsunuz?

Ayşe ÖZDEN/İSTANBUL

Latin harfleriyle Arapça kelimeleri yerli yerince telaffuz etmek zordur. Örneğin; Salim’in sin’i, Sadık’ın sad’ı, Müsellesin peltek sa’sını birbirinden ayırt etmek mümkün değildir. Her birinin ayrı manası vardır. Bazı Latin harfleriyle basılmış mushaflarda bu ve benzeri harfler için işaretler konulmuştur. Ancak yine de harfleri mahrecinden çıkararak okumak pek kolay olmamaktadır. Kur’an-ı Kerim’i orijinal metninden öğrenmek zor değildir. Harfleri tanıyıp birbirine vurmayı öğrendikten sonra 10-15 gün gibi kısa zaman içerisinde Kur’an’ı okuyabilirsiniz. Ancak, önemli olan niyettir. Bundan da elbet bir sevap hasıl olacaktır.

Bir tasavvuf ehli, iki türlü Kur’an var diyor. Bu ne demektir?

Ahmet DİZDAROĞLU/UŞAK

Mutasavvıflar, "tedvin-i Kur’an", "tekvin-i Kur’an" olmak üzere iki çeşit Kur’an olduğunu ileri sürerler. Tedvin-i Kur’an, yazılı olan Kur’an’dır. Tekvin-i Kur’an ise varlıklar álemi, yani káinattır. Kur’an, káinat kitabını açıklamak üzere gönderilmiş ilahi bir mesajdır. Kur’an-ı Kerim’e gösterdiğimiz saygıyı Káinat Kitabı’na da göstermemiz, Allah’ın emaneti olan varlıkları sevmemiz ve korumamız gerekmektedir.

Diş kanaması abdesti bozar mı?

Agah MERDAN/ESKİŞEHİR

Hanefi’ye göre bozar, Şafii’ye göre bozmaz. Bu iki içtihat arasında farklılık olduğundan, kişinin abdest alması daha isabetli olur.
Yazının Devamını Oku

Vakıf ruhu üzerine

11 Mayıs 2007
İÇİNDE bulunduğumuz hafta "Vakıflar Haftası"dır. Ülkemizde yakın zamana kadar 3-9 Aralık tarihlerinde kutlanan Vakıflar Haftası, 2001 yılından itibaren mayıs ayının ikinci haftası olarak değiştirilmiş ve o tarihten itibaren de bu şekilde kutlanmaya başlanmıştır. Vakıf, kişinin maliki ve sahibi bulunduğu serveti, Allah rızası için hayırlı ve faydalı yüksek bir gaye uğrunda harcamak üzere kendi mülkiyetinden çıkarıp, hedeflenen amacın kullanımına sunması demektir. Vakıf müessesesi, İslam medeniyetinin ruhundan fışkıran ve bugünkü modern toplumun içinde de önemli yere sahip iftihar duyduğumuz kuruluşlardan birisidir.

Bazı yabancı yazarların iddia ettikleri gibi vakıflar, "Batı dünyasındaki kilise emlakının Ortadoğu diyarındaki karşılığı" olan eserler değildir. Ayrı ve müstakil birer kuruluş olan vakıflar, hem hukuki statüleri ve hem de hizmet sahaları itibarıyla "kendilerine özgü" müesseselerdir.

* * *

Tarihi kökeni Asr-ı Saadet ve sahabe devrinde yapılan infak (harcama) ve hayrata kadar uzanan bu müesseseler, zaman içinde "kanadı kırık kuşların tedavisi"ni de içine alan geniş bir "hamiyet" açılımı çerçevesinde yaptıkları bireysel ve toplumsal hizmetlerle takdir toplamış, kabul görmüşlerdir.

İslam tarihinde ilk vakıf örneklerini Hz. Peygamber’in uygulamalarında görüyoruz. Çünkü O, "Hayırlı mal, Allah yolunda harcanan maldır" buyurmuş, daha Mekke’den Medine’ye gelir gelmez, Neccaroğulları’ndan bir arsa satın alarak üzerine mescit yapılmasını sağlamıştır. Ayrıca, Hicret’in üçüncü yılında kendisine ait yedi parça hurma bahçesini vakfedip, gelirini İslami faaliyetlere tahsis etmiştir. Fedek’teki hurmalığını erzak ve parası tükenen yolculara, Hayber’deki hurma bahçesini de üçe taksim ederek ikisini Ehl-i İslam’a, bir kısmını Ehl-i Beyt’ine, bundan bir şey artarsa onu da fakir muhacirlere bırakmıştır.

Başlangıcından beri dayanışmacı ve fedakárlık sever bir toplum olan Müslüman Türklerin, İslam dini ile şereflendikten sonra Batı Türkistan’da, İran’da, Balkanlar’da vs. vakfiyeler kurdukları görülmektedir. Devlet büyükleri ve hükümdar ailesine mensup kişiler de kendi servetlerinden yaptıkları temliklerle vakıflar kurmuşlardır. Osmanlılar döneminde hanedan mensuplarının kurdukları vakıflar, önemli bir rakama ulaşmıştır. Hatta o kadar ki, bu gruba dahil vakıfların yönetimi "Sadarat Nezareti" denilen merkezi bir yönetim tarafından sağlanmıştır.

Yöneticilik ve teşkilatçılık kabiliyetleri bütün dünyaca bilinen Türkler, yeteneklerini bu konuda da göstermişler; menkul malların ve parasal servetlerin de vakfedilmesi konusunda yeni bir uygulama getirmişlerdir. Onaltıncı asırda Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin bu uygulamayı kabul etmesiyle birlikte, Anadolu ve Balkanlar’da para vakıflarının yoğunlukla arttığı görülmüştür. Bu uygulamalara paralel olarak yetimlere ait mal ve servetlerin korunması ve işletilmesi hizmetlerinin arttığı görülmektedir. Son asırda Osmanlı yönetimi döneminde bazı illerde "Emval-i Eytam" müdüriyetleri kurulmuştur.

Ne yazık ki "inhitat" (gerileme) devriyle birlikte, vakfın ruhuna zarar veren bazı sevimsiz uygulamalar da olmuş, vakıf üzerinde suiistimallerin yapıldığı görülmüştür. Şüphesiz, bunlar vakfın meselesi değil, insanın problemleriyle ilintilidir. Bugün olduğu gibi dün de devlet ve millet malına zarar verenler, vakıf gayrimenkulleri zimmetine geçirmek isteyenler, mallarının daha çok evlatlarının ellerinde kalmasını sağlamaya çalışanlar, içinde yaşadığı cemiyetten çok şahsi ve ailevi menfaatlerini düşünenler olmuştur. Fakat her şeye rağmen vakıf geleneği, vakıf şuuru milletimizin ruhunda hiç sönmemiştir.

Eskiden ecdat, cami, medrese, han-hamam, sebil, kervansaray, köprü, yol, su kemeri, çeşme ve kabristan gibi hayri eserler vakfettiği gibi; bunları ayakta tutacak, ihtiyaçlarını karşılayacak hizmetli ve görevlilerini barındıracak eserler de bırakmışlardır. Günümüzde daha çok, doğrudan insana hizmet götüren okul, yurt, pansiyon ve diğer ihtiyaçları karşılamaya yönelik vakıflar kurulmaktadır. Esasen, günümüzün ihtiyaçları da bu merkezdedir.

Müslüman Türk toplumunun vakıf ve hayır hizmetleri konusunda, başka ülke ve toplumlarla kıyaslanamayacak bir gönül zenginliğine sahip olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivlerinde bulunan 26 bin civarında vakfiye metni bunun açık delilidir. Elbette bunun istisnaları da mevcut olabilir. Denetleme hizmetleriyle olayın suiistimali önlenmeli; fakat Müslüman halkımızın ruhunda saklı olan "eser bırakma, hayrat yapma, vakıf kurma" yönelişi kırılmamalıdır. Uygun olan; finans kaynağı güçlü vakıfların gelişmesidir.

* * *

Vakıflar Genel Müdürlüğümüzün envanterine kayıtlı 300 binden fazla vakıf eser ve abidesi mevcuttur. Yurtdışında da pek çok Türk vakıf eserlerinin mevcut olduğu bilinmektedir. Bu eserlerin büyük bir kısmı onarılmış olsa da, bir kısmı boynu bükük bir vaziyette kendilerine ulaşacak eli beklemektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu konuda takdir gören gayretlerinin yurtdışındaki eserlerimizi de kucaklayacak bir genişliğe ulaşmasını diliyoruz.

Günümüzde devletin ekonomik hayattan çekilmesinin öngörüldüğü dikkate alındığında; sosyo-kültürel hizmetlerin büyük bir bölümünün vakıflarca yerine getirilmesi söz konusudur. Batılı ülkelerde ve özellikle de ABD’de "Foundation" denilen kuruluşların bu konuda bir hayli etkin oldukları görülmektedir.

Ülkemizde de bu tarzda hizmet veren vakıfların sahiplerini şükran ve minnetle anıyoruz. Vakıf Haftamız kutlu olsun.

SORALIM ÖĞRENELİM

Ádet günlerim bazen düzensiz bir şekilde devam ediyor ve uzuyor. Bu durumda ibadetimi nasıl yapabilirim?

Ayşe/İZMİR

Ádet halinin en azı üç gün, yani 72 saattir. En çoğu ise 10 gün, yani 240 saattir. Üç günden az süren hal ile 10 günden fazla devam eden kanama hali özür sayılmaktadır. Bu durumda olan bayanlar her namaz vakti için abdest almalı ve bu abdestle namazını kılmalıdır. Ayrıca orucunu da tutmalıdır.

56 yaşında bir bayanım. Menopoz dönemini geçirmeme rağmen kanama oluyor. Bu durumda ibadetimi yapabilir miyim?

Nihal/ANKARA

Ádet hali genellikle 55 yaşında sona erer. 55 yaşından sonra gelen kan hayız kanı değildir, özür kanıdır. Her namaz vakti için abdest alarak namazınızı kılabilirsiniz. Ayrıca orucunuzu da tutabilirsiniz.

Her Arapça bilen kişi alim midir? Onun her söylediğine itibar edilir mi? Fetvası geçerli midir?

Hüsnü BAŞKAN/MALATYA

Her Arapça bilen ve konuşan alim olsaydı bütün Araplar alim olurdu. Alim, şüphesiz Arap dil ve edebiyatına hákim olmakla birlikte, dini bilgileri ana kaynaklara inerek elde edebilme yeterliliğine sahip olan kişidir. Arapça bilmediği halde aynı bilgilere tercümelerden ulaşabilen, dini malumat sahibi olan kimseler de vardır; bunlar da takdirle karşılanır. Ancak, kaynaklara inebilmek için Arap dil ve edebiyatını iyi bilmek gereklidir. Çünkü, Kur’an Arap dilinde gönderilmiştir. Kur’ani ilimlerle ilgili kaynaklar da Arapçadır.

Bazen aklımdan birisi geçiyor, peşinden telefon ediyor. Veya aniden çıkıp geliyor. Bu hali nasıl yorumlayabiliriz?

Ali MÜŞTAKOĞLU/MANİSA

Buna hissi kablel vuku (olmadan önce bir şeyi hissetmek) denir. Hemen birçok insanda bu hal mevcuttur. Buna telepati de denilmektedir. Bunu bir keramet saymak doğru değildir.
Yazının Devamını Oku

Kavramlara kahır yüklemek

4 Mayıs 2007
YÜZ binlerce kişinin oluşturduğu büyük kalabalıklar 14 Nisan’da Tandoğan’da, 29 Nisan’da Çağlayan Meydanı’nda toplanarak cumhuriyet, laiklik ve demokrasi adına kaygılarını ve tepkilerini dile getirdiler. Türkiye’nin bugüne kadar görmediği kalabalıklardı. Bir disiplin içinde toplandılar ve yine aynı disiplin içinde olaysız bir şekilde dağılarak evlerine döndüler. Bu demokrasimiz açısından sevindirici ve umut verici bir gelişmedir. Bir İslam büyüğü der ki: "Halkın dili, hakkın kalemidir. Halk ne söylerse Allah öyle yazar."

* * *

Ancak, her iki mitingde atılan bazı sloganların ve kullanılan kavramların ülkemizde büyük ve inanmış bir kitleyi incittiğini, bazı grupların değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramadığını söylemeden geçemeyeceğiz. Bu yapılırken, üstüne "kahır" ve "lanet" yüklenen bazı kavramların, kendilerini Müslüman ya da dindar sayan insanlar üzerindeki kırıcı etkisi hesaplanamamıştır. Bunda kasıt aramak elbette doğru değildir. Ama bilinmeden bile yapılmış olsa etkileri hafife alınamaz.

Bu konuda okuyucularımızdan çok da sorular aldık. Özetle şöyle diyorlardı: "Biz şeriat ve ümmet sözcüklerine inanç ve inançlı topluluk anlamlarını yüklerken, onlar başka anlamlar yüklüyorlar. Bunun doğrusu nedir? Biz, bir Müslüman olarak bu sözcüklere veya kavramlara nasıl yaklaşmalıyız?" İşte biz de bugünkü yazımızda bu soruların cevabını kısaca vermeye çalışacağız.

Önce "şeriat" kavramı üzerinde duralım. Şeriat, Arapça kökenli bir sözcüktür. "Metot, ádet, insanı bir ırmağa, su içilecek kaynağa ulaştıran yol" anlamındadır. İslam dinindeki terimsel anlamı, bir yönüyle "ilahi emir ve yasaklar toplamı" veya başka bir ifadeyle "dinin insan eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü"dür: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (Casiye, 45/18). Diğer yönüyle ise Maide Suresi 48. ayetteki "Sizden her biriniz için bir şir’a (şeriat) ve minhac (yöntem) belirledik. Allah isteseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı" ifadesinde olduğu gibi her peygambere ve millete ait özel hükümlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır bu konuda şöyle diyor:

"Zamanların, mekánların ve şartların değişmesiyle değişebilen, her peygambere ve millete ait özel hükümlere şir’a (şeriat) denir ve bunlar dinin aslından değildir. Daima sabit, açık ve sürekli olan kurallara ise minhac (temel usul ve yöntem) denir ki bunlar da dinin temelidir. İman esasları gibi bütün peygamberlerde ortak olan ve ittifak edilenler minhacdır. Kur’an ayetlerinin bir kısmı peygamberlerin ayrıldıkları noktaları, bir kısmı da birleştikleri hususları ortaya koyar."

Lügat anlamındaki şeriat, canlıları hayat kaynağı olan suya götürürken, dini anlamda şeriat insanları ilahi hakikate bağlamaktır. Bu konuda Garaudy’nin şu tespiti çok yerindedir: "Problem, suyun kaynağına sadık kalmak yerine, eskilerin kendi zamanlarında kaynağa ulaşmak için kullandıkları yola yordama sadık kalmaktan kaynaklanmaktadır. Oysa ki bugün dün değildir." Ayrıca Garaudy şöyle diyor: "Şeriat, kokmuş su çekmek için gidilen durgun bir su birikintisi değildir. Böyle bir şey yeni susuzlara yalan söylemek olurdu. Şeriat, pırıl pırıl parıldayan ve akarken kıyılarını verimli kılan güzel bir nehirdir. Şeriatın gerçek anlamda uygulanmasının tembel bir lafızcılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Gerçek bir uygulama, Kur’an ya da sünnetin koymuş olduğu her hükmün gerisinde, onun varlık nedeninin, onu hazırlayan ilkenin, uygulanmış olduğu tarihi şartların yeniden bulunmasını gerektirir."

Din, sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Yani değişkendir. Fıkıh ile şeriatı birbirinden ayırmak lazımdır. O halde, ister laiklik açısından, ister din açısından bakalım; bu ince ayrıntıyı herkesin fark edemeyeceğini düşünerek ağızdan çıkacak sözlere dikkat edilmesi gerekir.

* * *

"Ümmet" kavramına gelince: Terimsel olarak "kendi iradeleriyle veya bir zorunluluk neticesinde aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine tabi olma neticesinde bir arada yaşayan insan topluluğu"dur. Günümüzde bir bayrak ve bir buyruk altında toplanma anlamına gelen "millet" kavramı için de kullanılmıştır.

Bugün ümmetçiliğe karşı çıkanlar, aslında siyasi anlamda kullanımına karşı çıkmaktadırlar ki bu da halifeliktir. Ümmetçilik kavramına karşı çıkılırken de "Müslüman dinine mensup olan topluluk" anlamı kastedilmemelidir.

Asıl sorun; dinini yaşamaktan başka bir amaç gütmeyen "mütedeyyin insan" ile dini her türlü çıkarı için alet edenleri birbirinden ayıramayışımızdan kaynaklanmaktadır. Toplumun da, rejimin de sağlığı açısından bu ayrımlara çok dikkat etmemiz, kelimeleri ve kavramları yerli yerinde kullanmamız gerekir.

Birbirimize tahammül etmeyi artık öğrenmeliyiz!

SORALIM ÖĞRENELİM

27.4.2007 tarihli yazınızda Tevbe Suresi 6’ya yer vermişsiniz. 5’inci ayeti yazmamışsınız. O ayette şöyle deniliyor: "Haram aylar çıkınca bu Allah’a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namaz kılıp zekát verirlerse kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." Bu ayete dayanarak radikaller, ateistleri veya Allah’a ortak koşanları öldürmenin gerektiğini söylüyorlar. Ne dersiniz?

Aydın ÇALIK

Tevbe Suresi incelendiğinde şu gerçeği görürüz: Toplumsal düzenin korunmasında anlaşma ve sözleşmeler önemli bir yer tutmaktadır. Kur’an, insanın gerek Yüce Yaratıcı’ya verdiği sözler, gerekse başkalarıyla yaptığı anlaşmada ahde vefa göstermesini emretmekte ve bunu önemli bir ilke saymaktadır. Hz. Peygamber, Mekke putperestleriyle yaptığı anlaşmalarda ve verdiği sözlerde daima durmuş, onlar sözlerini ihlal etmedikçe herhangi bir yaptırım uygulamamıştır. Putperestlerin anlaşma hükümlerini sinsice ihlal etmeleri ve ihanet içinde bulunmaları karşısında Hz. Peygamber bu anlaşmaları bozmuş, özellikle Tebuk Seferi’nde yaşanan birçok olay nedeniyle onlara ültimatom niteliğinde ayetler inmiştir. Bu ayetlerde yine de aman dileyen putperestlere dokunulmaması, onlara Allah’ın kelamını dinleyip doğru yolu bulmaları için fırsat verilmesi istenmiştir.

İslam, durup dururken insanları öldürmeyi, masum insanların canına kıymayı hiçbir zaman tasvip etmemiştir. Savaşı da hoş karşılamamıştır. İslam tarihi incelendiğinde bu gerçeği görmek mümkündür. Kur’an meallerinden ve tefsirlerden Tevbe Suresi’ni dikkatli bir şekilde okuyup bunu bir bütünlük içerisinde anlayıp değerlendirdiğinizde bu hakikati siz de göreceksiniz.

Bir yakınıma büyü yaptırılmasından kuşkulanıyorum. Bunu araştırmak, varsa bozdurmak günah mıdır?

D.Ş.

Büyü yaptığını veya büyü bozduğunu söyleyip insanları sömürenler var. Bunlara inanmayın ve iltifat etmeyin. Dua edin ve Yüce Allah’a sığının.
Yazının Devamını Oku

Malatya'daki vahşet üzerine

27 Nisan 2007
GEÇEN hafta Malatya’da meydana üç Hıristiyanlık müntesibine karşı girişilen vahşet, bu ülkede aklıselim ve vicdan sahibi herkesi derinden sarsmış ve utandırmıştır. Ülkemizin bu tür olaylarla anılması, büyük çoğunluğu Müslüman olan toplumumuz açısından irdelenmesi ve üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir durumdur. Bu olay, Müslüman imajına gölge düşürmekle kalmamış, ülkemizi dış dünya önünde izahı ve savunulması zor bir görüntüyle baş başa bırakmıştır.

Oysa, yüce dinimiz İslamiyet hoşgörü, müsamaha ve tolerans dinidir. İnancımıza göre her insan Allah’ın kuludur ve hangi ırka ve inanca sahip olurlarsa olsunlar bütün insanlar büyük bir ailenin fertleri gibidir. Müslümanların gayrimüslimlerle ilişkilerinde asıl olan sulh halidir, barıştır. İslam; bir insanın sadece Müslüman olmadığı veya başka bir din mensubu olduğu için öldürülmesini asla caiz görmez. İnsanlığı olgunluk ve güzel ahlak seviyesine ulaştırmayı hedefleyen bir dinde kaba kuvvetin ve ilkelliğin yeri yoktur.

* * *

İlahi vahiy bağlarıyla bağlı olduğumuz semavi din mensupları bir tarafa, müşrik putperestlerle ilişkilerimiz konusunda bile Kur’an bize şu altın tavsiyede bulunuyor:

"...Ve eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse, ona eman ver ki, Allah’ın kelamını işitsin. Sonra da güven içinde bulunacağı yere kadar onu ulaştır." (Tevbe, 6)

Bu eşsiz tavsiyenin Müslümanlarca uygulanmasından dolayıdır ki, başka ülkelerde ırk, din ve siyasi düşünceleri sebebiyle zulme uğrayanlar; Müslüman ülkelere sığınmışlardır. Bu gerçeğe en bariz örnek; 15. yüzyılda İspanya Kralı Ferdinand’ın Yahudileri toptan yok etmeye başlaması üzerine II. Bayezid’in onu kınayıp Yahudileri Türkiye’ye getirerek kurtarması olayıdır.

Allah dileseydi hiç şüphesiz, herkes hidayette olurdu. Ama öyle dilememiştir. O istedi ki, dileyen hidayeti seçsin; mutluluğu kendisi hak etsin, dileyen dalaleti seçsin; cezayı kendisi hak etsin. Nitekim, Kur’an'da şöyle buyurulur:

"(Ey Muhammed) De ki; Hak Rabbınızdan gelmiştir. İsteyen inansın; isteyen inkár etsin." (Kehf, 29)

"Sizin dininiz size, benim ki de banadır." (Kafirun, 6)

"Rabbın istemiş olsaydı, yeryüzündeki insanların hepsi toptan imana gelirdi. (Hal böyle olunca) insanları iman etsin diye sen mi zorlayacaksın?" (En’am, 108)

"O halde (Resulüm), öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin." (Gaşiye, 21-11)

Hz. Peygamber’in davetinde asla zorlayıcı bir din telkini söz konusu değildir. Meallerini verdiğimiz ayetlerden de anlıyoruz ki; Yüce Allah, insanlığı din ve inanç konusunda hür bırakmıştır. İlahi takdir gereği insanlar arasında ihtilaflar daima var olacaktır. Binaenaleyh, vicdanları baskı altında tutmak ve inanıp inanmama hürriyetini engellemek bir yana, İslam; bu hürriyetin gelişmesine mani olup onu güç durumda bırakanlara şiddetle muhalefet etmiştir.

Hz. Peygamber’in gayrimüslim unsurlara resmen tanıdığı hoşgörü ve tolerans, 47 maddeden oluşan Medine Antlaşması (Medine Vesikası) ile tarihe geçmiştir. İlahi emre tabi olarak, başta Hz. Peygamber olmak üzere, her Müslüman, herkese, inanç farkı gözetmeksizin saygılı davranmış, hak ve hukuktan ayrılmamıştır. Hz. Peygamber, Ehl-i Kitap'ın ölülerine bile değer verirdi. Onların cenazeleri geçiyorken hürmeten ayağa kalkmıştır.

Tarih boyunca İslam’ın diğer din mensuplarına gösterdiği hoşgörü ve dini serbesti gerçeğini birçok Batılı ilim adamı da kabul etmektedir. Bunlardan birincisi olan S.Arnold Toynbee bu konuda şöyle demektedir:

* * *

"Müslümanlar, Hıristiyanlara sadece İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Ama gel gör ki, Hıristiyanlar pek eskilerden beri, kendi dinlerinden hatta kendi mezheplerinden olmayanları demir ve ateşle yok etmektedirler. Hiç şüpheniz olmasın, şayet Batı'nın Hıristiyanları Araplar ve Türklerin yerine Asya’da hákim olsalardı, bugün Yunan kilisesinin hiçbir kalıntısına tesadüf edemezdik. İslam’ın Hıristiyanlığa gösterdiği hoşgörüye Batı'nın Hıristiyanları hiç sahip olmamışlardır."
(La Religion ve Par un Historien, p.208)

Fatih’in Sırplara tanıdığı din hürriyeti ile bugün bile İstanbul’daki kiliselerin varlığı, onun müsamahasının canlı şahitleridir. Peki, ne oluyor ve kim kendini hangi inanç adına görevli sayıyor da, sırf başka bir inanca mensup oldukları için üç masum insanı boğazlama hakkını kendinde görebiliyor?

İnancın bıçakla, kanla ifade edildiği bir eylem Müslüman'ın eylemi olamaz! Dini bilgisi ve inancı sağlam olan insanların, misyonerlik faaliyetlerinden korkacak, çekinecek bir yanı da olmaması gerekir. Mücadelemizi ancak fikir planında yapabiliriz. Seçmemiz gerekenyol budur.

SORALIM ÖĞRENELİM

Eski hocalardan biri, siyah köpeğin şeytan olduğu, mutlaka öldürülmesi gerektiği yönünde bir hadis bulunduğunu söyledi. Bu doğru mu?

Dursun ŞEN/ERZURUM

Kur’an, hiçbir istisna yapmadan bütün hayvanları tıpkı insanlar gibi sosyolojik kurallara tabi birer ümmet (toplum) saymaktadır. Ayrıca, onların da Allah’ın huzuruna toplanacaklarını, yani ölümden sonraki hayatta var olacaklarını En’am Suresi 38’de ifade etmektedir. Hal böyle iken, şu veya bu renkte olan köpeği şeytan sayıp bunu da bir hadise dayandırmak asla kabul edilemez.

Yaşlı ve kilolu bir kadınım. Abdest alırken ayaklarımı yıkamakta zorluk çekiyorum. Çıplak ayağa mesh verebilir miyim?

Memnune GÜNGÖR/ERZURUM

Ayağınızı suyun altına tutmanız yeterlidir. Elinizle ovmanız gerekmez. Bu bir sünnettir zaten.

Rüyada elde ettiğimiz bilgiler doğru bilgiler midir?

Ahmet KAÇAR/MANİSA

Rüyada ruh, bedenden tamamen ayrılmaz. Beden, kapalı bir kafes gibi ruhu sarmalar, ruhun görüş açısını engeller. Uyku halinde ise bedenin etkisinden nispeten kurtulur. Ruhun görüş açısına gerilen perdeler kalkınca ruh bedene gizli kalan álemlere uzanır. Böylece, bir kısım bilgiler sahih veya rahmani tabir edilen rüyalarla elde edilebilir. Bazı rüyalar da yoruma muhtaçtır.

Sürekli olarak idrar kaçırıyorum. Bazen imamlık yapmam isteniyor. Yaparsam bir sorumluluğum olur mu?

Ali MİHRİ/İSTANBUL

İstekleri dışında kendilerinden devamlı olarak abdesti bozan şeyler çıkan kimseler özürlü sayılırlar. Siz de bu gruba dahilsiniz. Özürlü kimselerin özürlü olmayanlara imamlık yapmaları caiz değildir.
Yazının Devamını Oku

Aile ve çocuk

20 Nisan 2007
BİRÇOK okuyucumdan şu mahiyette sorular alıyorum: "Bazı devlet büyüklerimiz, ’Yapabildiğiniz kadar çocuk yapın’ diyorlar. Eskiden, yine devlet büyüklerimiz, ’Bakabileceğiniz kadar çocuk yapın’ diyerek doğum kontrolü öneriyorlardı. Bu iki çelişkili öneri karşısında aklımız karışmış durumda. Aile planlamasını iktidarlar mı tayin etmeli, ekonomik ve sosyal kriterler mi? Dinimiz bu olaya nasıl bakıyor?" Biz de bugünkü yazımızı "ailenin korunması ve aile planlaması" konusuna ayırarak okuyucularımızın bu yöndeki sorularını cevaplamaya çalışacağız.

Dini, aklı, canı, malı ve nesli korumayı esas alan dinimiz, yeni olaylar ve sorunlar karşısında hüküm bildirmede bu temel ilkeleri gözetmiştir. Bu temel ilkeler ışığında neslin ve canın korunmasıyla yakından ilgili olan aile sağlığı konusu, toplum sağlığı açısından büyük önem taşımaktadır.

* * *

Günümüzde aile ve aile sağlığı denilince tabii olarak nüfus, iktisadi gelişme, aile planlaması, nüfus planlaması ve benzeri konuların birbiriyle beraber zikredildiği görülmektedir.

Bu konu, kamuoyunun önemli gündem maddeleri arasındadır. Hayat şartlarının ağırlaşması, ebeveynin çocuklarıyla daha yakından ilgilenmek istemeleri, eğitim-öğretim güçlükleri gibi nedenlerle aileler; her bakımdan iyi yetiştirebilecekleri çocuk sahibi olmak isterler. Kamuoyu, lehte ve aleyhte olarak bu hususu uzun yıllardır tartışmaktadır. Zaman zaman bize de; doğum kontrolü, azil, tüp bebek, kürtaj vb. konularla ilgili olarak sorular yöneltilmektedir.

Öncelikle şunu belirtelim ki; İslam dininde azle (sıvıyı dışa akıtma) ve azlin gelişmiş şekilleri olan korunma şekillerine cevaz verilirken; kürtaj, düşük yapma vb. müdahalelerin yasaklanması, İslam’ın aile sağlığına verdiği önemin somut kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı şeyhülislam fetvaları ve padişah fermanları arasında da bu hususta titizlik gösterildiğini, ana ve çocuk sağlığının tehlikeye atılmasına karşı haklı bir hassasiyetin sergilendiğini biliyoruz. İslam vakıf sistemi içinde aile vakıflarına verilen önem de bunu göstermektedir. Bu amaçla kurulan vakıflara "zürri vakıflar" denilmektedir.

İslam fıkıh bünyesi içinde bununla ilgili hükümlerin getirildiğini de müşahede ediyoruz. Terk edilen çocuklarla ilgili "lakit" konusunu, çocukların bakımıyla ilgili "hidane" müessesesini, sosyal dayanışmayla ilgili "nafaka" kurumunu bu vesileyle zikretmek gerekir.

İslam’a göre toplumun temeli ailedir. Ailenin devamlılığını da çocuklar sağlar. Çocuklar, ana-babaya Allah’ın emanetidir. Bu itibarla her ailenin; bakıp yetiştirebileceği sayıda çocuk edinmesinde dinen bir mahzur yoktur. Çeşitli sebeplerle doğum istenmediği durumlarda, gebeliği önleyici tedbirlere başvurulması, sahabiler ile İslam müçtehid ve bilginlerinin çoğunluğu tarafından caiz görülmüştür.

Çocuk doğurma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki gebelik arasındaki sürenin ayarlanması, kısırlığın tedavi ettirilmesi gibi konularda da eşlerin ortak isteğine göre, meşru ve medeni çarelere başvurulması, İslam alimlerinin çoğunluğunca caiz görülmektedir. Ancak, kesin sıhhi şart ve zaruret bulunmadıkça devamlı kısırlığa yol açan ilaç ve aletlerin kullanılması tavsiye edilmemiştir.

Henüz dört aylık olmayan gebeliğe son verilebileceği yönünde bazı görüşler varsa da, gebelik gerçekleştikten sonra 4 aylık süre içinde de olsa, bir zaruret olmaksızın rahimdeki nutfe veya ceninin gerek ilaç, gerekse diğer etki ve işlemlerle düşürülmesi veya aldırılması (kürtaj) İslam bilginlerinin büyük çoğunluğu tarafından caiz görülmemiştir. Dört aylıktan sonra ise annenin hayatının kurtarılması dışında bir sebeple gebeliğe son vermenin (kürtajın) haram ve cinayet hükmünde olduğunda İslam müçtehid ve fakihleri söz birliği etmişlerdir.

* * *

Gebeliği önlemek maksadıyla rahme konulan spiral, abdest ve gusle mani değildir. Rahimlerinde spiral bulunan kadınların abdest ve gusülleri sahihtir.

Son olarak şunu da ifade etmeliyiz ki; gebeliği önleyici tedbir alınması veya ailede çocuk sayısının sınırlandırılması hususu, ailelerin kendi imkán ve isteklerine bağlı olmalıdır. Bunu kanunla sınırlandırmanın doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Bu konuda devletin ve gönüllü kuruluşların görevi; vatandaşlarımızı aydınlatmak, eğitmek, meşru ve emin çareleri öğretmek, gerekli ilaç ve aletlerin temini hususunda onlara kolaylık sağlamaktır.

SORALIM ÖĞRENELİM

Bir ilmihal kitabında zünnar bağlamanın küfür alameti olduğu yazılı. Bunu açıklar mısınız?

Osman TATLISU

Zünnar, Hıristiyan rahiplerinin bellerine bağladıkları, ucuna haç taktıkları, yünden yahut kayıştan bir kuşaktır. Bu, bir dine, bir inanca bağlanmaya, kendini o inanca adamaya bir işaret kabul edildiğinden bilerek böyle bir şeyi takmak küfür alameti sayılmıştır.

Apartman altlarında, bazı kuruluşların bodrum katlarında namaz kılmak için mescitler yapılmış. Buralar bazen çok sıkıcı mekánlar olarak karşımıza çıkıyor. Buralarda ibadet etmek doğru mudur?

Muhyettin DURMAZ/ANKARA

Namaz kılmak için kullanılacak mekánın temiz ve ferah olması, ibadetin huzurlu yapılması açısından önemlidir. Kirli, paslı, boyasız, pis kokulu zemin katlarda namaz kılmak caiz değildir diyemeyiz, ama buraların huzurlu bir ibadet için uygun yerler olduğu da söylenemez. Mescitler geniş olmalı, ferah olmalı, temiz olmalı, güzel kokmalı ki oralarda zevkle ibadet yapılabilsin.

İsrailiyat ne anlama gelir? Bunun Yahudilikle bir ilgisi var mıdır?

Orhan İMAN/ANKARA

İsrailiyat, sadece Yahudilerle ilgili bir kavram değildir. Kitap ehlinin (Hıristiyan ve Yahudiler) bazı İslami eserlere, özellikle tefsir usulüne kendi mitolojilerini karıştırmaları anlamını taşır. Bunun sonucu olarak birçok hurafe ve efsaneler Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, akla ve düşünceye önem veren yüce İslam dinine, hikáye ve olağanüstülüklerle dolu bir din görüntüsü verilmeye çalışılmıştır. Fakat İslam bilginlerinin titiz çalışmalarıyla bunlar ayıklanmıştır. Bu konuda yazılmış birçok eser mevcuttur.

Fatiha’yı unutup zammı sureyi okumak namazı bozar mı?

Naci SAĞLAM

Farz namazların bir ve ikinci rekátlarında Fatiha’yı unutan kimsenin namazı bozulmaz. Hatırına gelirse yanılma secdesi yapmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Su ve hayat...

13 Nisan 2007
TÜRKİYE’de "su" deyince, "baraj" deyince, "ışık" deyince akla ilk gelen isim, Süleyman Demirel’dir. Kendini "Bir ömür boyunca suyun peşinde koşan adam" diye tanımlayan Demirel, suyu ve su ile özdeşleşen kendi hayat hikáyesini "Bir Ömür Suyun Peşinde" isimli iki ciltlik bir eserle dile getirmiş. Zengin içeriği ve pırıl pırıl baskısıyla göz kamaştıran bu güzel kitaptan birini de imzalayıp bana gönderdi. Bugün dünyamızda yaşanan "su" ve "çevre" sorunlarıyla birlikte ele alınıp okunduğunda, bu kitabın Türkiye’nin geçmişini anlatmak, geleceğine ışık tutmak açısından büyük bir değer taşıdığını görüyoruz.

* * *

Demirel 1920’li, 1930’lu, 1950’li yılların sıkıntılarını ve sonrasındaki iktidar yıllarının Türkiye’sini anlatıyor bu kitabında. Sonra, Cumhuriyet’in bu ülkeye taşıdığı nimetleri. Radyoyu ilk defa 1936’da dinlemiş, 1949 yılında mühendis olup suyun peşine takılmış. 31 yaşında DSİ’ye Genel Müdür olmuş, Türk insanını da bu yıllarda tanımış. Harran Ovası’ndaki kuşun susuzluğunu, insanın susuzluğunu orada görmüş. Kuyuların başında çamur ile suyu ayırmaya çalışan kadınları orada tanımış. "Bizim İslamköy’de evin 150 metre ötesinde su çeken anamı hatırlarım. Suyu taşırken, kollarının uzadığını hissederdim" sözleriyle duyduğu yürek yangınının ıstırabını ortaya koyuyor Demirel.

Su ve hayat... Birbirinin vazgeçilmez kaynağı. Biri olmadan öteki de olmuyor. Bunun önemini yüce Yaratıcı, Hud Suresi 7. ayette şöyle anlatıyor: "Arş’ı (kudret ve hákimiyeti) suyun üzerinde iken, yerleri ve gökleri 6 devrede yaratan O’dur..."

Klasik felsefede "anasır-ı erbaa" diye tabir edilen varlık álemi şu dört unsurdan oluşuyor: Hava, toprak, ateş ve su. Dünyanın dörtte üçünün, insan vücudunun yüzde 75’inin ve tabiattaki bütün canlıların sudan oluşması, suyun hayat için taşıdığı vazgeçilmez önemi anlatıyor bize.

Allah’ın şaşmaz düzeninin dengesidir bu. Bilim adamlarının tespitlerine göre, her bir saniyede gökten dünya üzerine 17 milyon ton su düşmektedir. Aynı anda bir o kadar su, dünya yüzeyinden buharlaşarak atmosfere karışmaktadır. Bu, toplam su stokunun sadece yüzde 2.7’sidir. Tatlı suların çoğu kutuplarda ve dağ tepelerinde buz halindedir. Yüzeyde, göl ve ırmaklarda bulunan tatlı su miktarı ise 200 bin kilometreküp kadardır. Bu miktar, toplam su stokunun 0.015’idir. Her yıl yağışlarla inen 500 bin kilometreküplük tatlı suyun 40 bin kilometreküpü göllere, ırmaklara düşer. Okyanuslara, çöllere ve dağ tepelerine kar olarak iner. Tüm dünya yılda 4 bin kilometreküp tatlı su kullanır.

Hayatın merkezinde yer alan su, bütün dinlerde de kutsal sayılmıştır. İster Müslüman, ister Hıristiyan olsun, vaftiz olmak için de, abdest almak için de suya ihtiyacı vardır. Su, aynı zamanda hem ödüllendirme, hem cezalandırma aracıdır. Nuh Tufanı ile ilgili Kur’an ve Kitab-ı Mukaddes’te yer alan anlatımlar, suyun yeryüzünde ilahi iradeye ters düşen insanların toptan helakinin bir enstrümanı olarak takdim edilmektedir. Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 14: 27-28’de, Mısırlıların elinden kaçan Musa Peygamber’e Kızıldeniz’in kapılarını sonuna kadar açtığından bahsedilmektedir. Yine aynı kutsal kitapta suyun, Tanrı’nın dışında insana en fazla merhametli bir varlık olduğu ifade edilmektedir.

Yüce Allah, Kur’an’da dikkatlerimizi öncelikli olarak suya çekmiş ve suyun hayatın temeli ve esası olduğunu belirtmiştir: "Bizim, diri ve canlı olan her şeyi sudan yaratıp meydana getirdiğimizi görüp anlamıyorlar mı?" (Enbiya, 30)

"Allah, canlıların hepsini sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür." (Nur, 45)

Kur’anda cennet bahçeleri tasvir edilirken de içinde nehirler ve pınarlar bulunan güzellikler anlatılır. Su, Kur’an-ı Kerim’de mecazi olarak yeniden dirilişin de sembolü olarak kullanılmaktadır: "Ölü diyarlara hayat vermek ve yarattığımız nice hayvanlara su vermek için gökten tertemiz suyu da biz indirdik." (Furkan, 48-49)

* * *

Yazımızı "Suyu Arayan Adam"ın sözleriyle bitirelim:

"Çatlamış dudakların, yarık toprakların, sararmış ekinlerin ümididir. Yağmurdur, kardır, çığdır, doludur, çiğdir, nemdir, buhardır, dalgadır, tufandır, seldir. Süpürür götürür; öfkesi, gazabı müthiştir. Işıktır, yeşildir, ekmektir. Sevincin ve ıstırabın ifadesi gözyaşıdır. Alın teridir, çalışanın mükáfatıdır. Evrenin mucizesidir. Tanrı’nın şahididir."

Ve nehirler...

"Nehirler, yaşayan bilmecedirler. Felaketin ve aynı zamanda saadetin kaynağıdırlar. Hafızaları vardır. Yerlerini, yurtlarını, yataklarını hatırlarlar. Oraları işgal etmiş olanlardan, zaman zaman döner, kira alırlar. Her hallerini bilirim nehirlerin. Yorulmak, durmak, dinlenmek bilmezler. Ama, hep bir yere giderler. Ummana... Nehirleri felaket kaynağı olmaktan saadet kaynağı olmaya çevirmek için, araya ilim ve fen erbabının, mühendisin girmesi lazımdır. Mühendis, nehirlere gem vurur, altın kelepçe vurur, küpe takar, gümüş eğer vurur. Baraj, elektrik santralı, köprü ve kanaldır bu. Bunlarla nehir refah ve medeniyetin hizmetindedir. Nehirler, yeryüzünün alın çizgileridir."

Suyu anlamak için bu kitabı okumak gerek. Suyu fazla zengin olan bir ülke değiliz. Suyun kıymetini bilelim, onu kirletmeden, israf etmeden, akıllıca ve idareli kullanalım. Su gibi aziz olun!

SORALIM ÖĞRENELİM

Dinimiz cinsiyet değiştirmeye nasıl bakar?

Ö.T./İSTANBUL

İslam dini, fıtri hayatı esas alır. Erkek, erkek olarak; kadın da kadın olarak yaşamını sürdürmelidir. Nisa Suresi 119. ayette şöyle buyurulur: "(Şeytan) Onları mutlaka saptıracağım. Mutlaka onları kuruntulara sokacağım. Ve onlara emredeceğim. Hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir hüsrana düşmüştür." Bu ayet hükmünce cinsiyet değiştirmek dinimizde yasaklanmıştır. Ancak, doğuştan cinsiyeti belirsiz veya çift cinsiyetli olan kimselerin ameliyatla cinsiyetlerinin düzeltilmesinde bir sakınca yoktur. Buna da ancak uzmanlar karar verebilir. Yani, bir zorunluluk yokken bu yola başvurulması doğru bulunmamıştır.

Kur’an-ı Kerim’de köle ve cariyelikle ilgili ayetler var. Bunu mantığım almıyor. Siz ne dersiniz?

Şule AYAZ/ANKARA

İslam dini kölelik ve cariyelik sisteminin hemen hemen bütün toplum ve geleneklerde kökleştiği bir asırda zuhur etmiştir. O dönemde savaş esirleri bir meta gibi alınıp satılırdı. İyi tetkik edenler bilir ki, İslam’ın gayelerinden biri de insanı mal gibi telakki eden bir zihniyeti bertaraf etmekti. Ancak, yüzyıllık geçmişi olan bu zihniyeti bir anda ortadan kaldırmak imkánsızdı. Bunun için İslam, fiili durumdan hareketle zihniyet ıslahını zamana yayma siyaseti gütmüştür. Bunun örneklerini Hz. Peygamberimizin hayatında yakından görüyoruz. Sonuçta kölelik ve cariyelik müessesesi tamamen tarihe karışmıştır.

Namazları hangi hallerde cem edebiliriz (birleştirebiliriz).

Esma KAYA/ANKARA

Namazlarınızı yolculukta veya namazınızın kazaya kalmasını gerektirecek bir mazeretinizin olması halinde öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı herhangi birinin vaktinde birleştirerek kılabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

’İnsan yüzlü iblisler’

6 Nisan 2007
"SAKARYA"nın unutulmaz şairi Necip Fazıl Kısakürek, "Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir!" diyor bu şiirinde. "Her şey zıddıyla kaimdir" ilkesini insanın yapısına getirirsek, oluklardan nuru da, kiri de akıtan insanoğlunun sadece nurdan veya kirden oluştuğunu varsaymak fıtrata aykırı düşer. Kur’an da bunu böyle tespit ediyor.

Hem insanı "eşref-i mahlukat" seviyesine çıkarıyor, hem de "esfel-i safilin" (aşağıların aşağısı) mertebesine indirgiyor. Bu, aynı insandır. İnsanın iki yönünü açıklayan bir vurgulamadır. Çünkü insan, "iyi" ile "kötü"yü içinde barındıran bir varlık.

Her karaktere göre değişen ağırlıkları ve etkileriyle... Din ve onun getirdiği ahlak sistemi, onu rafine etmekle, iyi ile kötüyü birbirinden ayırmakla görevli. Onun "iyi"sindeki "kötü"leri, "kötü"sündeki "iyi"leri ayıklamaya kurgulanmış bir rafineridir bu.

***

Ahlaki derinliğin yüze yansımasını birçoğumuz, "Yüzünden nur akıyor" tanımlamasıyla ifade ederiz. Kötü ruhların yüzlere yansıması ise "içinin karası yüzüne vurmuş" deyimiyle anlatılır. "Yüz, ruhun aynasıdır" sözü boşuna söylenmemiştir. "Hayrı güzel yüzlülerden umun" mealinde de bir hadis vardır. Kur’an'da "O gün iyi insanlar da, kötü insanlar da simalarından belli olur" buyurulmuştur.

Mevláná, bu hususta şöyle diyor: "İkisinin de yüzlerine bak, yüzlerini hatırında tut; olur ya, dikkat ede ede yüzü tanır bir hale gelirsin. Ancak, bu hususta feraset sahibi olmak gerekir. Birbirine zıt olan iki şey birbirine şekil olarak da benzeyebilir. Acı suyun da, tatlı suyun da berraklığı, duruluğu vardır. Her ikisini de birbirinden ayırt edebilmek için tatmak lazımdır."

Din, insanları iyiye, doğruya, güzele yöneltmek için vardır. Yanlış ile doğruyu, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü tefrik etmek emredilmiştir insana. Bunun içindir ki, insan temyiz ve tefrik kabiliyetiyle donatılmıştır. Bu donanım akılla taçlandırılmış, vicdanla ihata edilmiştir. Akıl ve vicdanın imtizaç etmediği ruh, hastalıklı ruhtur. Din, insana önyargıyla bakmaz. Onu peşinen "iyi" ya da "kötü"nün safına koymaz. Onun temyiz ve tefrik kabiliyetini işleterek doğruyu bulmasına yardımcı olur.

Din ile hayat ve düzen arasında bir uyumsuzluk da düşünülemez. Cenab-ı Hak, yarattığı düzene aykırılık taşıyan bir kurum ihdas etmemiştir. O’nun düzeninde zıtlıklar vardır, fakat çelişkiye yer yoktur. Işık ile karanlığın, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, mevsimlerin birbiriyle yer değiştirmesinde ne büyük hikmetler olduğunu bizzat kendisi söylüyor Yaratıcı.

Hepsi birbirinin hem zıddı hem tamamlayıcısıdır. Örneğin; yeryüzünün gülmesi, gökyüzünün ağlamasına bağlıdır. Yağmurla toprağın buluşmasından meyveler, yeşillikler, çiçekler türer. Kozmik düzen açısından aralarında herhangi bir çelişkinin var olduğunu söylemek O’nun hikmetini sorgulamaktır ki, buna akıl ve irfan yetmez.

Din, insanı olgunlaştırmak ve kemale eriştirmek için vardır. İnsan ve toplum için düzenleyici bir role sahip olan dinin kendi mecrasından çıkarılarak başka amaçlar ve çıkarlar için kullanılması daima yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Bunun birçok örneği tarihimizde mevcuttur.

Bundan 98 yıl önce tarihe "31 Mart Vakası" diye geçen travmayı koca imparatorluğu feda ederek yaşamış bir toplumuz. Halen o meşum (uğursuz) günün bıraktığı yaraların izlerini silmekle meşgulüz. Bugün de benzer tehlikeler "bölücü ırkçılık" belasıyla buluşarak milli varlığımıza dönük tuzaklar halinde geleceğimizi tehdit etmektedir.

Şüphesiz, en sinsi tehlike, dini kısır menfaatleri için kullananlardan geliyor. Din, onlar için siyaset ve ticaret metaı. Dinin kisvesine bürünerek kitleleri aldatmak en büyük hünerleri. Yine Mevláná bunlar için şu tanımlamayı getiriyor:

"İnsan yüzlü pek çok iblis vardır. Öyle ise her ele el vermemek gerek. Çünkü avcı da ıslık çalar, kuşun ötüşünü taklit eder; böylece kuşları kandırmak ister. O kuş kendi cinsinden bir kuşun ötüşünü duyar, havadan uçup iner, tuzağa düşer yakalanır."

Bunların arasında Mehdilik davasına kalkışanlar, asrın müceddidi olduğunu iddia edenler, kendisine vahiy geldiğini, Allah’ı gördüğünü, Peygamberle konuştuğunu söyleyenler, hatta yeni bir din kurmaya kalkışanlar bile vardır. Bunların ruh hastası olanları müstesna, bir kısmı menfaatleri için kılık değiştirirler, batıla alet olurlar, hatta yabancılara maşalık dahi ederler.

***

"İnsan yüzlü iblisler"
asırlardır sahneden inmiyorlar. Tükenmek bilmeyen iştahlarıyla insanların ve toplumların kaderleri üzerinde "kemirici" görevlerini yapmaya devam ediyorlar. Bunlarla mücadele etmek, gerçek ve samimi Müslümanlara düşen bir görevdir.

Din, fertleri mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren bir amildir. Ahlaki bir müessese olarak insanlara yön veren, kişiyi içten kuşatan, kucaklayan bir disiplindir. Hiç kimsenin kendi ürettiği bir düşünceyi, dinin kutsal alanından yararlanarak başkalarına kabul ettirme hakkı bulunmamaktadır. İnsanların dini hassasiyetlerinden faydalanmak, dine karşı en büyük saygısızlıktır.

İman hayatımızı (din bezirgánlarının bıraktığı tortular da dahil) kirden ve pastan ayıklamayı başaramadıkça kurtuluşa eremeyiz.

SORALIM ÖĞRENELİM

Dua etmek istiyorum, günahlarımı hatırlayınca Tanrı’dan utanıp dua edemiyorum. Ne yapmalıyım?

H.TOKSÖZ/İZMİR

İnsanın kendini günahkár görüp dua etmekten çekinmesi asla doğru değildir. Bu da bir günah sayılır. Kul, işlediği günahlardan dolayı Yaratıcı'dan özür dilemeli, af dilemeli ve ümidini kaybetmemelidir. Dua, Hz. Peygamber’in bir sözünde de belirtildiği gibi ibadetlerin özü, beyni ve ruhudur. O, merhametlilerin en yücesidir. Affetmeyi sevendir. Kulunun yalvarmasına, ağlamasına kayıtsız kalmaz. Nitekim Kur’an'da, "Duanız olmasa siz neye yararsınız?" buyurulmuştur.

Namazda bazen Fatiha Suresi'ni unutup sadece zammı sure okuyorum. Ya da zammı sureyi başa alıp Fatiha'yı sonra okuyorum. Bu durumda ne yapmalıyım?

Enise KIRAN/İZMİR

Farz namazlarının birinci ve ikinci rekatında Fatiha'yı unutup sadece zammı sure okuyan veya unutarak zammı sureyi başa alıp Fatiha'yı sonradan okuyan kimsenin sehiv secdesi yapması gerekir. Bunları bilerek yapanlar için ise yanılma secdesi gerekmez, ancak vacibi terk etmiş olurlar ki, bu bir noksanlık olsa da namazın iadesini gerektirmez.

Taksitli alışveriş caiz midir?

Mehmet KOBAŞ

Bir malı peşin şu kadar lira, taksitle şu kadar lira şeklinde tek bir sözleşme içinde vade müddeti belirleyerek peşin satışa göre farklı bir fiyatla satmak caiz görülmüştür. Ancak, müşterinin zor ve muhtaç durumda oluşundan veya alıcının piyasa şartlarını bilmemesinden yararlanarak malı piyasa değerinden daha pahalıya satmamak gerekir.

Akraba evliliği konusunda ne diyorsunuz?

Ali MERDANGİL/UŞAK

Kur’an'da evlilikleri yasaklanmış olanlar dışında amca, hala, dayı ve teyze gibi birbiriyle akrabalık bağları bulunan kimselerin çocuklarının birbirleriyle evlenmeleri caizdir. Ancak, tıbbi bazı nedenlerden dolayı akraba evliliği tavsiye edilmemektedir.
Yazının Devamını Oku

Mevlit Kandili münasebetiyle

30 Mart 2007
BU gece Mevlit Kandili. Kainatın Efendisi, son peygamber, en büyük mürşid ve en büyük insan Hz. Muhammed Aleyhisselam’ı, O’nun dünyayı şereflendirmelerinin 1536’ncı yıldönümünde bir kez daha büyük aşk ve bağlılıkla anıyoruz. Son yıllarda geniş katılımlı olarak kutlanmakta olan Veladet-i Nebi, milletimizin zihninde ve kalpgahında asırlardan beri derin bir sevgi ve coşku ile çağlamakta olan bir aşk kaynağının kuvveden fiile çıkması nevinden bir aksiyonu temsil etmektedir.

* * *

Son iki asırda büyük kültürel değişimler geçirmiş, pozitivizm taassubunun etkilerini yaşamış olan ülkemizde dine, İslam’a ve Resulullah’a olan bağlılık ve saygının artarak devam etmekte oluşu, O’nun insanlığın hakiki kurtarıcısı ve Cenab-ı Hakk’ın Evrensel Mesajı’nın ebedi tebliğcisi olmasının ispatıyla birlikte; necip ve fedakar milletimizin Hakk’a ve hakikate olan sarsılmaz bağlılığının da göstergesi olarak yorumlanmalıdır.

Doğru, fıtri, erdemli ve tabii olanı insanlığa bildirmek, Hak ve batılın arasını birbirinden ayırt etmek, kainatın en şerefli ve üstün yaratığı olan insanoğlunu kendisine layık olan seviyede muhafaza etmek için, seçkin kullar olan peygamberler aracılığıyla beşeriyete iletilen ilahi mesajlar, insanların hiçbir zaman kendisinden müstağni kalamayacağı yüce ve kudsi tebliğleri ihtiva etmektedir. Son iki asırda belirli medeniyetler üzerinde egemenlik kurmuş olan materyalizm ve pozitivizmin çökmeye başlamasıyla birlikte komünist blokta ve Batılı ülkelerde dine dönüş temayüllerinin ortaya çıkması da bu evrensel-fıtri gerçeğin önemini ortaya koymaktadır.

Kültür ve medeniyetlerin doğuşunda ve gelişmesinde peygamberlerin tebligatının ve onların toplumlara yerleştirdikleri üstün haslet ve değerlerin müstesna bir yeri vardır. Bütün tahrifata ve özden sapmalara rağmen, kültür ve uygarlıklarda ilahi vahyin eserlerinin parıltılarını ve henüz küllenmemiş izlerini görebilmek mümkündür. Özellikle yüce gayelere erişmek, nefsani heva ve arzulara set çekmek, zulme ve haksızlığa karşı çıkmak, zorluklar ve engeller karşısında Yüce Yaratıcı’ya sığınmak, kalbi ve vicdanı karartan kirlenmeler karşısında nefis muhasebesi yapmak vb. faziletli davranışlar; peygamberler aracılığı ile bildirilmiş olan ilahi tebligatın insan yaratılışında yerleştirdiği olumlu etki ve hasletlerdir. İnsanlar peygamberler silsilesi içinde, en geniş ve kapsayıcı mesajı ile çağlar üstü bir niteliğe sahip bulunan Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın tebligatına çok şey borçludur.

Bu gerçeği Mehmet Akif ne güzel ifade ediyor:

"Medyun O’na cemiyeti, medyun ona ferdi,

Medyundur O masuma bütün bir beşeriyet"

Aklın sadece zihni faaliyetten, zekanın öğrenmekten, hakikatin somut vakıadan ibaret olmadığını kavrayabilen insanoğlu, billurlaşan idrak ve kavrayış yeteneği sayesinde gerçeklere ulaşmada çok yönlü kabiliyet ve hassasiyetlerini kullanarak yeni bir aydınlanma dönemine girebilecektir: Bu yeni dönemde Allah’ın kitabı mutlak ölçü; ufuk insan ve son peygamber Hz. Muhammed ise mutlak rehber ve numune-i imtisaldir. Bu sayede ilahi vahiy ve bilimler insanlığa yeni ufuklar açacaktır.

Bizzat Peygamberimiz, Veda Haccı esnasında, insanlığın kurtuluşu için mutlak şart olan bu iki temel kaynağı işaret buyurmuşlardır:

"Size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız, katiyen sapıklığa düşmezsiniz. Onlar, Allah’ın Kitabı ve benim Sünnetimdir."

Kur’an ve Sünneti Muhammediyye, biri ilahi mesaj, öbürü de o mesajın mahalli ve tebliğcisi olan yüksek, şanlı zatın örnek ve ideal hayat tarzı, davranış bütünlüğü olarak bütün Müslümanların iki temel ölçüsüdür. Dini hükümlerin ve ilimlerin temeli de bu iki kaynaktır.

* * *

Bütün Müslümanlar hangi mezhep ve meşrepte olurlarsa olsunlar, Kuran-ı Kerim’i ve sünneti kendilerine mutlak gerçek ve ölçü olarak kabul etmişlerdir. Peygamberimizi çok iyi tanımalı, O’nu gençlerimize ve çocuklarımıza en güzel şekilde anlatmalıyız. Zira yüce dinimiz İslam’ın gerçek anlamda anlaşılması sürecinde peygamberimizin bütün yönleriyle bilinmesi, merkezi bir öneme sahiptir. Peygamberimiz olmadan İslam dinini tasavvur etmek mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed, dinimizin inşa etmek istediği insanın canlı bir örneği ve ruhlarımızın derinliğinde yaşayan bir modeldir. O’nu tanıyıp tanıtmak demek, doğrudan doğruya İslam’ın insanını tanımak ve tanıtmak demektir.

Mevlid kandiliniz kutlu olsun.

SORALIM ÖĞRENELİM

Dinimizde erkek ve kadın eşitse neden erkeklerin cenaze namazı kadınlardan önce kılınıyor?

Av. Dilek Deniz

Cenaze namazlarında önce erkeklerin, sonra kadınların namazı kılınacak bir kural yoktur. Kadınların namazı da önce kılınabilir.

Kiralık anne uygulaması dinimizde caiz midir?

A.Kuşçu/Tekirdağ

Normal yoldan gebe kalması mümkün olmayan evli hanımların çeşitli tıbbi yollarla gebeliklerinin sağlanmasında döllendirilecek yumurta ve spermin nikahlı eşlere ait olması şartıyla caiz görülmüştür. Başka kadının yumurtası veya kocası dışında yabancı bir erkekten alınan sperm ile gebeliğin sağlanması ise caiz görülmemiştir.

Babasının belli olmadığını bildiğimiz din eğitimi almış birisi bize imamlık yaptı. Kimileri bu namazın caiz olmadığını söyledi. Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?

E. Günışığı/İzmir

Babası belli olmayan (gayrimeşru) bir kişi namaz kıldıracak ehliyete sahipse onun kıldırdığı namaz sahihtir. Kaldı ki İslam dini kişileri babalarından ve analarından dolayı sorumlu tutmaz.

Putperestlik ilk defa hangi peygamberin zamanında başladı?

Muhyettin Kaya/Ankara

Putperestlik ilk önce Nuh Peygamber’in zamanında başlamıştır. Nuh Suresi’nde ifade edildiği gibi Nuh Peygamber kavmini Allah’a ibadet edip O’na tapmaya çağırdığında onlar şöyle dediler: "Sakın ilahlarınızı bırakmayın. Hele hele Vedd’ih, Süva’i, Yegus’u, Ye’uk’u ve Nesr’i hiç bırakmayın." Bu isimler Nuh Peygamberin kavminin taptığı putların adlarıdır. Bunların Salih kişiler oldukları, öldükten sonra mezarlarının ziyaret edildiği, zaman uzayınca da tapıldığı kişiler olduğu kaynaklarda geçmektedir. Birçok büyük tarihçiler putperestliğin tarihini buna dayandırmaktadırlar. Nuh’tan sonra gelen peygamberler putperestlikle mücadele etmişlerdir. Hz. Peygamber 23 yıl putperestliği ortadan kaldırmak için büyük mücadele vermiştir.
Yazının Devamını Oku