* İlber Ortaylı ve Celal Şengör’le yaptığınız Teke Tek Özel’ler son zamanların en ses getiren televizyonculuk olaylarındandı. Ne oldu da birdenbire yayından kaldırıldı?
- Vallahi ben de anlamadım İzzet. Bana söylenen gerekçenin de gerçek gerekçe olduğunu zannetmiyorum. Kanal yönetiminin de programı sevdiğini ve beğendiğini bildiğimden benim için sürpriz olsa da Türkiye’nin halini göz önüne alırsan, bu karara çok da şaşırmadım diyebilirim.
* Üzgün müsünüz peki?
- Bu kadar da olsa devam etmemize memnunum. En azından güzel bir şeylerin hâlâ yapılabileceğini gösterdik ama bu programın yayından kalkmasının sırrının, o rektör yardımcısının meşhur sözlerinde gizli olduğunu da düşünmüyor değilim.
SAĞ OLSUN FLASH TV, “BUYRUN KAPIMIZ SİZE AÇIK” DEDİ
Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey... Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu.
Tramvaylar, vapurlar sabahları, akşamları tıklım tıklım, daima aceleci, sinirli, telaşlı bir kalabalığını şehrin bir ucundan öteki ucuna taşıyıp duruyorlardı.”
Oktay Akbal’ın 1946’da kaleme aldığı bu sözler aradan onca yıl geçmesine rağmen maalesef hâlâ geçerliliğini koruyor.
Akbal mı çok ileri görüşlüydü yoksa insanoğlu mu tarihten hiç ders çıkarmayıp hep hırslarına ve açgözlülüğüne yenik düştü!
EKMEK VAR AMA PAYLAŞACAK VİCDAN TÜKENDİ
Bundan yetmiş sene önce sanki tam da bu günleri anlatmış büyük usta... Oysa biliyoruz ki dünyada hepimize yetecek kadar ekmek var, su var... Ama bunları paylaşacak ruh ve vicdanı tükettik...
◊ Kafiyelerin sihirbazı, romantik şarkıların efendisi Selami Şahin, küçüklüğünden beri mi böyle şiir gibi konuşup her lafa espri veya manalı birkaç sözle cevap verirdi?
- Esprisini, manasını falan bilmem ama 6 yaşına kadar Türkçe bile konuşamıyordum. (Gülüyor)
◊ Hayırdır abi, o niye?
- Antakya’nın Yoncakaya Köyü’nde doğmuşum. Hoş o zamanlar adı Cındarlı’ydı. Anacığım Mısırlı, eh malum bizim oralar da Suriye hududuna çok yakın olduğundan evde Arapça konuşulurdu. Ben Türkçeyi ancak ilkokula başlayınca öğrenebildim.
◊ Ve başladın söz yazmaya...
- (Gülüyor) Daha dur ne sözü, adımızı zor yazıyorduk. Radyo çaldığında içinde birileri var zannederdim. Fakat öğretmenlerim hep “Sesin çok güzel, şarkıcı olacaksın” derlerdi. Aslına bakarsan daha o günlerde kafaya koymuştum müzisyen olmayı.
◊ Ailede de var mıydı müzikle ilgilenen?
Allah birdir Peygamber Hak
Rabb’ül Alemin’dir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyin geldi sırası
Kürdü, Türkü ne Çerkezi
Hep Adem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Ey sinsi!
Ey alçak!
Kadın, çoluk, çocuk demeden sokakları kana bulayıp masumları katleden şerefsiz! Duyuyor musun sesimi!
Hangi bedel karşılığında, kimlere sattın vicdanını!
Yok mu senin evladın, kardeşin, anan! Yok mu arkandan ağlayacak bir tane dostun, akraban!
Lanet olsun sana da, hizmet ettiğin efendilerine de!
Lanet olsun seni sokaklara süren o karanlık ellere!
◊ Mahalledeki bütün çocuklar polis olmak isterken siz özel güvenlik olmayı mı hayal ediyordunuz?
- Uğur Kısa: (Gülüyor) Ben zaten 10 yıla yakın bir süre emniyet mensubuydum, senelerce de Teşvikiye Karakolu’nun amirliğini yaptım. Ortağım Ahmet’in bilgi işlem şirketi de emniyetin GBT sorgulama sistemleri üzerinde çalışıyordu. Tanışmamız bu vesileyle oldu.
- Ahmet İşcen: Babam Oktay İşcen, yedi yıl boyunca Bonn Büyükelçisi’ydi. Almanya dışında Yugoslavya ve Hindistan’da da aynı vazifeyi üstlendi. Diplomat bir aile olarak ülke ülke dolaştık ve o yıllarda başımıza bela olan Asala teröründen biz de çok çektik. Haliyle küçük yaşlardan beri devletle ve polisle hep iç içe oldum. O nedenle de bu mesleği yapanlara büyük saygı besledim.
◊ Desene korunan taraftan koruyan tarafa transfer oldun...
- Ahmet İşcen: Aynen öyle. Almanlar güvenlik konusunda işini en iyi icra eden milletlerin başında gelir. Küçücük yaşta korunan taraf olarak bunu görme fırsatım oldu. Ardından ABD’de okuduğum dönemde eğitim ve seminerlere katıldım. Ve gördüm ki “yakın korumalık” fedai mantığından çok öte teknikler gerektiriyor.
◊ Yakın koruma diye tarif edilen şeyin bar kapılarında gördüğümüz ızbandut gibi adamlardan farkı ne; anlatsana biraz...
- Ahmet İşcen: Yakın korumanın temel prensibi, kendisinden sorumlu olduğu kişiyi, her türlü tehlikeden uzak tutmak ve o ortamdan kaçırmaktır.
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte yani yürekte...”
Ah be Yalçın Küçük! Ne gerek vardı şimdi bunu yapmaya? Milletin özel hayatını ve yatak odasını dikizlemenin trend olduğu şu ahlak fukarası günlerde, Nazım’ın mahremini açmak yakıştı mı sana?
Neymiş efendim...
Nazım ölüm döşeğindeyken karısı Vera Tulyakova yan odada ‘bir hoyrat vücutla sabahı deniyor’muş. Yani sözün özü Vera, büyük şairi hasta yatağındayken yan odada aldatmış!
Sağ olun sayenizde öğrendik, şad olduk Yalçın Bey!
NE İŞİN VAR SENİN NAZIM’IN YATAK ODASINDA SAYIN KÜÇÜK
◊ Hanımlar beyler, ellerinizdeki telefonları bırakırsanız muhabbete başlayabiliriz...
- Gonca Vuslateri: Ay İzzet bir dakika şu fotoyu repost yapıp bırakıyorum.
- Seray Sever: Sevgilim Dubai’de, onunla FaceTime yapıp hemen geliyorum...
- Kenan Erçetingöz: Okan’ın elinde telefon yok, onunla konuşsana!
◊ Okan hayırdır senin yok mu sosyal medyada “acil” bir işin?
- Okan Bayülgen: Mümkün olsa elime bile almam telefonu. Geçen sene altı ay hiç kullanmadım inanır mısın? Tek kelimeyle müthişti o günler. Fakat sonradan çocuğum olduğu için mecburen tekrar yanımda taşımaya başladım.
Geçen hafta sosyal medya ve gazetelerin gündeminde en fazla yer alan konulardan biri Fatoş Güney’in, üvey kızı Elif’in açtığı davadan beraat etmesiydi. Fransa’da yaşayan Elif Güney Pütün, 1974’te kurulan Güney Filmcilik A.Ş.’de hisse sahibi olduğunu, ancak şirketin yönetim kurulu başkanı Fatoş Güney’in genel kurul toplantılarında haberi olmadan kendisi adına imza attığını iddia etmiş, üvey annesi hakkında “resmi belgede sahtecilik” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuştu. İşte o davadan beraat eden Fatoş Güney’in konuyla ilgili anlattıkları...
YÜKSEKLERDE HİÇ GÖZÜM OLMADI
Tüm yaşantım boyunca kirlenmemeye dikkat ettim. Bana sunulan dünya nimetlerini kullanıp bir yerlere gelmeyi ya da önemli birisi olmayı asla kendime amaç edinmedim. Bu yüzden de hep özgür oldum. Siyasete yanaşmamaya, kimseye kulluk etmemeye, boyun eğmemeye ve kimsenin hakkını çiğnememeye, dürüst ve namuslu olmaya, birtakım değerleri koruyup kollamaya özen gösterdim. Ne şan şöhrette, ne para pulda ne de yükseklerde gözüm vardı.
“Depremler oluyor beynimde,
Dışarıda siren sesi var,
Her yanımda susmuş insanlar,
İçimde ölen biri var...”
İş güç tatsız, haberler tatsız, dünya tatsız ve maalesef ülke tatsız... Sıkıntı bu kadar ağır olunca şehir üstüme üstüme gelmeye başladı. Ya birilerinin kalbini kıracak ya da bu diyardan uzaklaşacaktım.
Ve derken kendimi sabahın ilk ışıklarında Kordon’da yürürken buldum... Başlangıçta buraların yumuşak havası iyi geldi gelmesine de ne beynimdeki sirenler susuyordu, ne de içimdeki çocuğun çığlıkları... Anladım İzmir de kesmeyecekti beni.
Ruhumun, şimdiki zamandan uzaklaşacağı bir yolculuğa ihtiyacı vardı... Evreka! Sonunda doğru istikameti bulmuştum; Efes’ti.
Hazır son albümü “Emel ile Yeniden” de piyasaya çıkmışken bir araya geldik bu kitap gibi kadınla. Birlikte geçmişten bugüne sanat dünyasında bir “ufuk turu” attık ve kahkaha dolu saatler yaşadık. Umarım bir nebze olsa sizin de pazar gününüze keyif katarız efendim.
◊ Yıl 1990... Karlar Düşer’le beraber nur topu gibi bir de Emel düştü hayatımızın orta yerine...
- Öyle bir konuşuyorsun ki sanki kötü yola düşmüşüm! (Kahkahalar)
◊ Dakika bir gol bir! Kızım böyle giderse gülmekten bitiremeyiz biz bu röportajı...
- İstiyorsan çok da iyi ağlatabilirim.
◊ Yok yok sen böyle devam et...
Elbette magazin gündeminin başlıklarında da hep birlikte bir ufuk turu attık. Biz birlikte şahane saatler yaşadık. Umarım okurken sizler de aynı keyfi alırsınız...
◊ Bugünlerde rejim yapmaya üşenen zayıflamak için mide ameliyatına koşuyor... Ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında? Mide küçültme operasyonlarını sağlıklı buluyor musunuz?
- Gonca: Yahu her isteyene de yapmıyordur herhalde doktorlar. İlla ki belirli şartlar, kriterler vardır!
◊ Mutlaka vardır tabii ama her yaptıranın da gerçekten son çaresi bu mu Allah aşkına? Haydi diyelim vücut sağlığına kavuştu, peki ya hastaların ruh sağlığı ne hale geliyor?
- Gonca: O konuda bir şey diyemem ama canının çektiğini yiyememek adamın sinirini hoplatır hatta zıvanadan çıkartır...
Günlerdir Birhan Keskin’in bu nefis dizelerini nedenini bilmeden mırıldanıp duruyordum. Sonunda anladım vaziyeti! Evde oturmuş zap yaparken gördüğüm Kelebek’in yeni reklamı yaratmıştı hassas bünyemdeki bu lirik yansımayı. Yaşlanıyor muydum ne...
Heyhat, her zamanki gibi kendi koordinatlarımı yine yanlış yorumlamıştım!
Bir yanda ‘Türkiye’nin en büyük magazincisi’, öte yanda şarkılarıyla, kitabıyla zirveden inmeyen Gülben, diğer tarafta ‘gece hayatının şövalyesi’ ve ‘moda dünyasının guruları’ vardı.
Gazetenin mutfağındaki bu ‘amansız rekabetten’ geri kalmamak adına, reklamı izlediğim gece vurdum kendimi şehrin sokaklarına.
Asmalı’da başlayan tur, Aksaray’ın arka sokaklarındaki pavyonlarda bitmişti.
KÜÇÜK YAŞA Kİ BAŞKALARINA YER KALSIN!
Bana göre zor a dostlar. Onu ne kadar çok sevdiğimi nasıl anlıyorum biliyor musunuz? Beni sürekli çileden çıkarmasına rağmen hayatımda onsuz bir an bile düşünemiyorum. Ara sıra ana-oğul ilişkimiz Stockholm sendromunun en iyi örneklerinden biri gibi görünse de Allah onu başımdan eksik etmesin... Peki benim ‘deli saraylı’ kimi zaman olmayan saçımı başımı bana nasıl mı yoldurtuyor?..
Bir kere o tamamıyla kendi doğrularıyla yaşıyor. Sadece onun okuduğu kitap, seyrettiği program, gittiği doktor, sevdiği insanlar en iyi, bunun dışındaki her şey fasa fiso!
“Anne tansiyonum yükseldi” derim; cevabı hazırdır; “Kim uyduruyor bunları? Doktorlar tüccar olmuş! Sende tansiyon olsa onlar değil ben bilirim...”
Bizimkinin kafası Ortaçağ engizisyon papazları gibi çalışır. Onlar da yıllarca İncil’de yer almadığı için, Amerika kıtasının varlığını kabul etmemişlerdi...
Nasıl denk getiriyor bilmiyorum ama toplantıların en kritik yerinde telefonumu çaldırır.
Muhabbet ettiğim insanların hikayelerinin içine normalde dahil olmamaya gayret ederim. Sadece dinleyip, anlattıklarını yansıtmaya çalışırım. Ama Rümeysa’da böyle olmadı. Onun öyküsünde kendimi kaybettim ve ilk defa bir röportaj sırasında gözyaşlarımı tutamadım. Dün piyasaya çıkan single’ı ‘Yansın İstanbul’la Rümeysa adeta sevdiğini elinden alan koca şehre meydan okuyor...
Yolun açık olsun Rümeysa!
EVLENMEYE SEKİZ GÜN KALA KAYBETTİ NİŞANLISINI
Müthiş bir trajedi var Rümeysa’nın geçmişinde. Her cümlesinde, her bakışında, her zerresinde hissediyor insan yaşadığı o derin acıyı. Düğününe sadece sekiz gün kala, üstelik tanıştıkları yer olan Anadolu Kavağı’nda, elim bir helikopter kazasında kaybetmiş Murat’ını Rümeysa. Henüz otuzundaydı Murat. Terfi bekliyor, başkomiser olmak için gün sayıyordu. Damatlığı da hazırdı.
Nikah için 29 Mayıs’a, Kadıköy Evlendirme Dairesi’ne gün almışlardı. Ama kader bu mutluluğa izin vermedi. Haber bültenlerinde o zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’a söylediği sözler manşetteydi: “Müdürüm ne olur yeni helikopterler alın. Murat, ‘hep eski helikopterlere biniyoruz’ derdi. 1969 yılından kalmaymış bu helikopter. Yenilerini alın ki, başka Murat’lar ölmesin...”
Törene nişanlısının, damatlığıyla gelmişti Rümeysa. Gözyaşları içinde sarıldı sevdiğinin tabutuna... “Damatlığını giyemedi ama cennette düğünümüzü yapacağız. Melekler nedimelerimiz, şahitlerimiz olsun. Ben tek kanatla nasıl uçacağım Murat’ım?
Kelebek ekibi de bu haftanın başında sunumundan içeriğine yepyeni bir gazete hazırladı. Vallahi bu takımın bir parçasıyım diye söylemiyorum, ortaya çok da güzel bir iş çıktı. Ve fakat hâl böyle olunca benim için de yeni bir şeyler yapmak farz oldu.
Sözün özü, yıllardır tanıdığım, kendim dahil ‘dört benzemez’i aynı masanın etrafında topladım. Gıybetin dibine vuran bir moderatör olarak attım ortaya kıtırları, üç akıllı çıkarmaya çalıştı. Buyrun size magazinin 3.5 Silahşörü Atos, Portos, Aramis, Dartanyan’dan gündeme dair inciler... Sürç-i lisan ettiysek affola efendim.
İzzet Çapa: Kenan sen küçüklüğünden beri kahvaltıda ananas suyu içersin zaten değil mi?
Seray Sever: Sade ananas suyu olsa iyi, içine bir de limonla kaya tuzu koydurttu. “Haydi bir tane de ben içeyim” dedim, baktım bizimki cebinden şişesini çıkartıp başladı bardağa bir şeyler damlatmaya. Yok efendim fazla alkalikmiş de, o yüzden bunu içmesi gerekiyormuş da falan filan.
Kenan Erçetingöz: Hayır asidikmişim, alkalik olmak için yapıyorum bunları.
İzzet Çapa: Vay be, piyasa seni yıllardır asabi bilirdi, meğer alkalikmişsin...
Etrafımdaki goygoyu çok, icraatı kifayetsiz kalabalıktan uzaklaşıp “Yeter bu kuru gürültü, biraz kafanı dinle be İzzet! Hiç olmazsa bu geceyi kendine ayır” dedim. Bir yanım Boğaz’ın janjanlı mekanlarına doğru seyirtirken, öte yandan içimdeki hayta her zamanki gibi yine rahat bırakmadı beni... Kalbimle beynim arasındaki iktidar mücadelesinin sonunda, bir baktım ki Asmalımescit’teyim.
1 - Şehrin ve Gecenin Öteki Yüzü
Şehrin bu müstesna köşesi bir sokak partisi havasındaydı. Hanımlar alımlı, beyler zarifti. İnsanlar, ülkenin başka hiçbir yerinde görmenin mümkün olmadığı mütebessim bir ifadeyle dolaşıyorlardı. Ama beynimdeki şeytan, “Bu sahte tebessümlere kanma” diye dürtüp duruyordu beni. Sonunda midemin gurultusu, kafamdaki kalabalığın sesini susturdu.
Ayaklarım beni efsane mekan Yakup’un kapısına getirmişti. Bir köşede her zamanki gibi memleketi kurtaran gazeteciler, hemen yanında Beyoğlu’nun tadını çıkaran coşkulu turistler ve aralarına serpiştirilmiş Sevgililer Günü’nü bir gece önceden kutlayan çiftler vardı.
Ne boş masa, ne de bende bu pozitif atmosfere katılacak hal vardı... Tam arkamı dönüp gitmeye karar vermiştim ki, “İzzet abi, İzzet abi” diye bir ses duydum.
* Yahu senin kendi tiyatron vardı, ne o sattın mı yoksa?
- Hâlâ var İzzet, niye geçmiş zamanda konuşuyorsun ki anlamadım?
* Ne bileyim, AVM’lerden çıkmıyorsun da son günlerde...
- Maalesef İstanbul’da artık eskisi gibi fazla tiyatro binası yok. Ne yazık, yerlerine yenileri de yapılmıyor. Biz de bari olanlar ayakta dursun diye uğraşıp duruyoruz işte. Ama bunun yanında yüzleşmemiz gereken bir gerçek daha var; o da seyircilerin alışveriş merkezlerinin içindeki tiyatroları tercih ediyor olmaları... Ee onlar da haklı aslında, düşünsene park yeri sorunu yok, metroyla veya metrobüsle hooop AVM’desin. Bu artık çok önemli bir özellik çünkü İstanbul o kadar büyüdü ki, resmen bir yerden diğerine gitmek Haçlı Seferi’ne çıkmak gibi bir şey! Ee hâl böyle olunca da, biz tiyatro olarak seyircinin ayağına gidiyoruz.
* Peki senin için zor olmuyor mu “bedevi” tiyatroculuk?
- Vallahi tek eksiğim var, o da kendime ait bir kulis! Geçenlerde “Tiyatroda proje bazında en çok istediğin şey nedir?” diye sordular, hiç düşünmeden “Bana ait bir soyunma odası” diye cevap verdim. Çünkü soyunma odası dediğin yer, oyuncunun mabedidir. Gidersin, aynaya bakarsın, akşamki performans için kendini hazırlarsın... Oysa benim böyle bir imkanım yok çünkü her gün başka bir tiyatroda oynuyorum. Bugün CKM’deyim, yarın Trump’ta, öbür gün Şişli’de, daha sonra Pendik’te, hemen akabinde Bostancı’da, ardından Samsun’da, Adana’da derken sürekli dolanıp duruyorum. Sadece ben değil, bütün tiyatrolar İstanbul içinde geziyorlar.
Ne kıskançlığım kaldı, ne de Acun’dan para koparıp, program yapma peşinde olduğum. Yok tutarsızmışım da dikkat çekme derdindeymişim falan filan...
Efendim yukarıdaki ifadeler geçen hafta 3 Adam’ı komik bulmadığımı yazdığım için bana sosyal medyada ‘dijital mahalle baskısı’ uygulamaya çalışan bazı fanlara ve çoğunlukla ‘fan kılığına bürünmüş’ paralı troll’cüklere ait...
Nasıl olurmuş da, ben 3 Adam’la zamanında röportaj yapıp sonra da onları eleştirirmişim?
BÜTÜN FAN’LAR SÖZLEŞİP AYNI ANDA MI TWEET ATTI?
Bize ve ülkemize duyduğu hayranlığı, “Britanya’da turistlerin gidebileceği topu topu 10 tane yer sayabilirsiniz ama Türkiye’de binlercesi var” sözleriyle son derece içten bir şekilde ifade ediyor Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosu Leigh Turner... Açıkçası biraz asık yüzlü, hafiften İngiliz kibrine sahip ve mesafeli birini beklerken, karşımda gayet neşeli, dost canlısı ve sıfır kompleks bir adam buldum. Eğer bir 007 James Bond numarası çekip beni kandırmadıysa, Turner gerçekten de bizden biri gibi olmuş. Bakalım anlattıklarını okuduktan sonra sizler ne hissedeceksiniz?
*Röportajı hangi dilde yapacağımıza siz karar verin. Benim İngilizcemle sizin Türkçeniz yarışır...
- Haydi gel Türkçe konuşalım ki bana da pratik olsun.
*Valla hiç de pratiğe ihtiyacınız varmış gibi gelmedi bana, maşallah şakır şakır konuşuyorsunuz...
- Orası tartışılır ama yine de biz Türkçe devam edelim.
*Her başkonsolos tayin edildiği ülkenin dilini öğrenmiyordur herhalde...
Üvey babamı yıllar sonra affettim
Osmanlı terbiyesi almış bir babanın, konakta büyümüş evladı... Abi, kardeş aradıkları aile sıcaklığını babaannelerinde bulmuş, geceleri annelerinin okudukları duaları tekrarlayarak uyumuşlar. Yeri gelmiş üvey baba tokadı yemiş, sırası gelmiş çocuk yaşlarda şehir şehir Anadolu’yu gezmiş. Kadınlara olan ilgisi de küçük yaşlarından yadigar.
“Yılda 200 canlı yayın yapan bir sunucu olarak elbette gaflarım, hatalarım olmuştur ama hiçbirinde art niyet yoktur” diyor. Neredeyse 40 yıldır ekranlarda bizi eğlendirmek için ter döküyor. Huzurlarınızda yaşı olmayan, yerinde duramayan, tepeden tırnağa zırdeli bir adam; Mehmet Ali Erbil... Ama bu kez bir farkla; alışık olduğumuz yüzüyle değil, yaşamının hüzünlü ve trajik yönleriyle...
* Ergen denebilecek yaşlardan beri göz önündesin. O zamandan günümüze, bol kahkahalı devrinin neredeyse her ayrıntısını biliyoruz. Peki ya çocukluğun? İstersen gel birlikte zaman makinesinin içine girelim.
- Valla öyle bir şey bulsam hiç düşünmeden girerim zaten (kahkahalar).
* Anlaşıldı bu röportaj da “Biraz yardımcı olabilir misiniz Mehmet Ali Beyyyyyyyyy?” kıvamında geçecek...
- Bizde her yol var beyefendi, hangisini seçersen onu alırsın (gülüyor). Şaka bir yana eğer çok eskileri merak ediyorsan, dedemin Yeniköy’deki evine gitmemiz gerekir. Çünkü çocukluğumla ilgili aklıma gelen ilk fotoğraf karesi o... Annemle babam, ben daha 4 yaşındayken ayrıldığı için abimle bana hayatta en sevdiğim varlık olan babaannem bakıyordu. Ona sarılmadan uyuyamazdım. O korkunç horultusu bile bana ninni gibi gelirdi. Bize o kadar büyük bir aşk beslerdi ki, bu sevgi onun kendini Boğaz’ın soğuk sularına bile atmasına neden oldu.
* Ne demek şimdi bu anlamadım, bir tür duygu ifade biçimi mi?
- Yok bir işletme terimi (kahkahalar). Dedim ya kadın bize çok bağlıydı. Bir gün amcamdan eve gelirken muz almasını istemiş. Adamcağız da unutmuş. Vay Mustafa Abimle bana nasıl muz yedirmezmiş diye o kadar üzülmüş ki, kendini Yeniköy Adliyesi’nin yanındaki çirozluktan denize bırakmış... Bir sürü torunu vardı ama abimle benim yerim onda apayrıydı. Çünkü babama aşıktı!
* Torunları için kendini denize atan kadın, kim bilir oğlunun aşkından gelinine neler çektirmiştir?
- Sorma sorma! Evlendiklerinde annem daha 16 yaşındaymış ve babaannemle birlikte yaşamaya başlamışlar. Bir gün annem, camın önünde heyecanla pederin turneden eve dönüşünü bekliyormuş. Bunu gören babaannem, ta arka odadan bağıra bağıra “Bekledim de gelmedin” şarkısına giriş yapmış. Düşünebiliyor musun aralarındaki korkunç sevgiyi (gülüyor)! Babamın annemi evde bırakıp gezip tozmasını, başkasıyla gönül eğlendirmesini istermiş hep!
KORKUDAN GECELERİ DUALAR OKURDUK
* Valla çekilecek dert de değil hani...
- Ee bizimki de ondan dayanamamış ya zaten. Dönemin şartlarında başka seçeneği de olmadığı için babaevine dönmüş. Anneannemlerin evi de üç katlıydı. Çocuk aklımızla o ev bize öylesine büyük gelirdi ki, uyumadan önce korkumuz birazcık azalsın diye annemin okuduğu duaları yüksek sesle tekrarlardık. Eskiden bir odadan diğer odaya geçmeye korktuğumuz o konağa yıllar sonra tekrar gittiğimde inanır mısın bana kibrit kutusu gibi geldi. Düşün artık ne kadar büyüdüysek (gülüyor).
* Hikayende anne, anneanne, dede, babaanne var ama baba yok. Neden?
- Çünkü babam Osmanlı terbiyesiyle yetiştirildiği için bizi hayatı boyunca bir kez olsun kucağına alıp da sevgisini gösterebilen bir adam olamadı. Ona göre erkek çocuğunu sevmek ayıptı. Hoş büyüdüğümüzde de durum pek değişmedi ama neyse... O yüzden inkar edemem, babama karşı tam bir sevgi yoktu içimde.
EVİMİZE BİR RÖNTGENCİ DADANMIŞTI!
* Vay be çocukluğun bir yanıyla Kemalettin Tuğcu romanlarındaki gibi...
- Tabii canım neler çektik, neler! Az önce anlattığım o koca evde annemle yalnız kaldığımız dönemde evimize bir röntgenci dadanmış. Biz abimle küçücük çocuk olduğumuz için çakozlamadık olayı. Sabah mahalleli camın önünde sapığın yaptıklarını anlatınca şoke olduk. Artık o yaşta bir çocukta bu durumun yaratacağı travmayı sen düşün...
* Bunların üstüne bir de üvey anne-baba krizleri de eklenmemiştir umarım...
- Eklenmez olur mu! Ayrıldıktan sonra ikisi de evlenince ister istemez üvey anne ve üvey baba sendromunu yaşadım. Zaten o dönem yaşadıklarım, ileride bana yol, su, elektrik olarak geri döndü. Bunların hepsinin temelinde de anne ve baba sevgisini tam yaşayamam vardı. Arada dayağa bile yeltendiği için üvey babama o yaşlarda acayip kızardım. Ama şimdi hak veriyorum. Hayatımıza girdiğinde çok genç ve deneyimsizdi.
* Sonradan affedebildin mi peki?
- Evet yıllar sonra annemi çok sevdiğini anladığımda onunla tekrar görüşmeye başladım. Baktım ki birbirlerine hâlâ ilk günkü gibi aşıklar... Bu sevdaya saygı duyulmaz da ne yapılır, helal olsun adama!
EVLİLİKLERİM NASIL SÜRSÜN BEN HİÇ AİLE GÖRMEDİM Kİ
* Freud’un bile kulaklarını çınlatacak derinlikte bir soruyla devam edelim programımıza... Çocuklarına olan büyük sevginin altında sevgisiz geçen kendi çocukluğun olabilir mi?
- Aynen öyle doktor bey (gülüyor)! Yasmin 18, Ali Sadi 9 yaşında ve bana geldiklerinde hâlâ beraber uyuruz. Ama annelerinde kaldıklarında durum öyle değil, ayrı odaları var.
* Boşanmış bir anne babanın çocuğu olarak, kendi çocuklarına da aynı travmaları yaşatman ne kadar doğru?
- Biliyor musun her gece kendime söz verirdim, “hayır bitmeyecek bu evlilik” diye ama ne yazık ki hayatta bazı şeyler istediğimiz gibi gitmiyor. Kalabalık aile hayatını, evde yaşamayı çok sevmeme rağmen evliliklerimde dikiş tutturamadım. Sonradan anladım ki benim bunu yapmam zaten imkansızmış çünkü ben aileyi bilmiyorum, hiç görmedim ki... Mesela benim dostum diyebileceğim bir insan da yoktur. Bunun nedeni de üvey babam askeri doktor olduğu için şehir şehir gezerek büyümem. Her taşınmada okul, mahalle değiştiği için hiçbir zaman arkadaşlığın ne olduğunu hissedemedim.
İLK KEZ BİRİNCİ SINIFTA AŞIK OLDUM
* Peki içindeki Don Juan ile Eros nasıl tanıştı?
- İlk kez, birinci sınıfta aşık oldum abi ben! O yaşlardayken güzel mi çirkin mi oynar, kızların eteklerini kaldırırdık. Seksüel dürtülerimi keşfedince, kızlarla güreş seansları başladı.
* Pehlivanlar gibi yağlanıp kendini meydanlara atmıyordun herhalde!
- Yok, bizimki Kırkpınar tarzı değil, daha çok yatak altında güreşti (gülüyor). Kıza direkt sevişelim diyemediğim, desem de sevişemeyeceğimiz için böyle küçük oyunlar icat etmiştim. Misafirliğe gittiğimizde annem kadınlarla sohbet ederken, ben kızları başka odaya götürüp güreşe başlardım.
KADINLARA KARŞI HEP AŞIRI İLGİM VARDI
* Bu eline koluna hakim olamama durumu sonradan baş göstermedi yani...
- Valla kadınlara karşı aşırı bir ilgim olduğunu hiçbir zaman inkar etmedim. Gidip doktora ben hasta mıyım diye sormadım ama doktor arkadaşlarımla konuyu konuştuğumda onlar da normalsin dediler...
* Ama Michael Douglas hastalığına yakalandığın konuşuluyordu.
- Sekse düşkünlüğümden bahsediyorsan, çok şükür hastalık anlamına gelen bir durumum yok. Sanıldığı gibi tehlike çanları çalmıyor yani. Sevgili kadınlar rahat olabilirsiniz (gülüyor).
* Böylece hakkında çıkan “gay” dedikodularına da cevap vermiş oldun...
- O zaman ilk defa burada açıklayayım, maalesef ki heteroseksüelim (gülüyor)!
* Daha 17’sinde Küheylan olan Mehmet Ali’nin şimdi konuştuklarına bak ya!
- Adama bak, hem soruyor hem de cevap verince lafı gediğine oturtuyor! Hakikaten biraz ondan bahsedelim. O zamanlar Ankara Devlet Konservatuvarı’nda okuyordum. Hocam Cüneyt Gökçer, tiyatroda bu rolü oynayacak yüzlerce adam varken tutup henüz öğrenci olan bana verdi. Dindar anne ve komünist babası arasında kalmış, bu yüzden ata tapan şizofren bir çocuğu canlandırdım. Çok tecrübeli olmayan bir öğrenci olmama rağmen çok şükür ki rolün altından alnımın akıyla kalkmayı başardım. O yaşta ödül bile aldım.
İNSANDAN DOST OLMAZ
* “Dostum diyebileceğim biri yok” diyorsun. Kafan bozulduğunda dertleşebileceğin kimse de mi yok?
- İnan ki Stelyo dışında dostum yok. O kadar göçebe çocukluktan sonra, kalıcı arkadaşlık hiç kuramadım ben. Denemedim de değil he, sakın yanlış anlama! Zamanında çok samimi olduğum bir arkadaşım vardı, beni borsaya soktu ve soyup soğana çevirdi. Ondan sonra anladım ki insandan dost olmaz (gülüyor).
TİYATROYA DEVAM ETSEM ALKOLİK OLURDUM
* Tiyatronun “en iyi çıkış yapan” aktörlerinden biriyken ne oldu da bu sevdayı yarım bıraktın?
- Ya ben küçüklüğümde de böyle fırlama bir adamdım. Her zaman da içimden geleni yaptım. Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki dört yıllık memuriyet döneminde artık maaş alamaz hale gelmiştim. Çünkü yaptığım her hata, kuş kadar aylığımdan ceza olarak kesiliyordu. Zaten ilk üç ay da para alamamıştım!
* “Ben nasılsa bir fırlamalık yaparım, peşin peşin ödeyeyim” mi dedin yoksa?
- Yok oğlum, çok sevdiğim bir tiyatrocu abim tarafından dolandırıldım. “Gel seninle bir yere gideceğiz bana yardımcı ol” dedi. Ben de üst devreme yardım edeceğim diye sevindim. Gidip halı aldık, ben de kefil oldum. Sonraki üç ay maaş alamadım, meğer adam borcunu ödemeyince parama haciz konmuş. Herkesi böyle kandırarak, halıları satıp ticaret yapıyormuş.
* Sonra da parayı bulmak için taşı toprağı altın İstanbul’a mı geldin?
- Memurluktan bir ayda kazandığım maaşı, bir gecede kazanacağım müzikal teklifi gelince hiç düşünmeden kabul ettim. Üstelik haftanın yedi günü alacaktım o parayı. Bir sene boyunca tiyatrodan izin almıştım ama sonra Cüneyt Hoca “Böyle olmuyor, artık bir tercih yap” deyince ben de kimseye sormadan bastım istifayı ve memuriyet hayatım son buldu.
* Sadettin Erbil gibi ünlü bir tiyatrocunun bu karara tepkisi ne oldu?
- Tiyatro aşığı bir adam olduğu için biraz incindi ve aramızda bir kırıklık oldu ama şartlar bunu gerektiriyordu. Ya idealist olup aç kalacaktım ya da bu yolu seçip rahat yaşayacaktım. Hem her işte bir hayır vardır, kim bilir belki de tiyatroya devam etseydim şimdi karşında alkolik biri olacaktı!
ŞİDDETE BAŞVURAN ERKEK ACİZDİR
* Seni bu aşklar alkolik etmemişse, hiçbir şey etmez korkma... Bir şeyi çok merak ediyorum, bugüne kadar aşık olup da elde edemediğin biri oldu mu?
- Hayır olmadı, çünkü benim aşık olmam için önce bir iletişim kurmam lazım. Beğenip hoşlandığım ama elde edemediğim kişiler tabii ki vardır ama aşk için önce o elektriği karşımdakinden almam lazım. Aslında bu üzülmemek için bir çeşit koruma kalkanım diyebilirim.
* Peki kadınlar sana karşı kendini korumak zorunda kaldı mı hiç?
- Asla! Hele şiddet anlamında soruyorsan, şiddete başvuranları hep aciz olarak görmüşümdür. Ama ben o kadar ürkek bir erkektim ki, gece uyurken kadınlar bana bir şey yapar mı diye çok korkardım (kahkahalar).
* Sezin de evlendiğine göre, bu aşk meşk olaylarında unu eleyip eleği asmanın zamanı gelmedi mi?
- Valla hiç anlamam, aşık olursam yine nikahı basarım! Bugüne kadar benim yaptığım her evlilik, aşk evliliğiydi. Ne bir sözleşme yaptım, ne anlaşma... Çünkü birbirine aşık insanlar arasında böyle şeylerin büyük bir saygısızlık olduğuna inanıyorum.
* Bu bonkörlüğünü boşanırken de sergiliyorsundur herhalde?
- İnan ki toplamda ne kadar nafaka verdiğimi bilmiyorum ama hepsi helal olsun. Mesela Nergis’le (Kumbasar) boşanırken, bütün malımı mülkümü ona bıraktım. Geçtim kirada oturdum, hayata sıfırdan başladım.
* Kaç kere kilometreyi sıfırladın?
- İki kez sıfır noktasına ulaştım. Ama sakın insanların aklına öyle söylendiği gibi kumar falan gelmesin. Ben bugüne kadar kumar yüzünden bırak evi, arabamı bile satmadım.
* Para kazandın mı peki?
- Dönem dönem kazandım ama genele vurduğunda kumara verilen para her zaman kayıptır. 33 yıldır casino’lardayım ve kendimi kontrol etmeyi çok iyi bilirim. Bir gecede hayatını masaya bırakanları da gördüm. Ama ben onlardan biri olmadım. Haddimi aşarak hiçbir zaman kumar oynamadım.
* Yani en büyük riski kumar masalarında değil aşkta aldın öyle mi?
- Bak bak sen, nerelerden girip de sorarmış o (gülüyor)! Aşkta daha fütursuzum...
HATA YAPTIM AMA HİÇ ART NİYETLİ OLMADIM
* Türk televizyon tarihinin önemli karakterlerinden birisin. Peki ekrandayken yaptığın herhangi bir hareketten pişmanlık duyduğun oldu mu?
- Hayır olmadı! Çünkü ben senede ortalama 200 canlı yayın yaptım. Ve sadece bir-iki tanesinde hata ya da gaf diyebileceğim bir durumla karşılaştım. Ama bunların hiçbirinin arkasında bir art niyet yoktu.
* Ama gerçekten çok patavatsızsın...
- Sen de çok kibarsın (gülüyor). Evet biraz damdan düşer gibi konuşuyorum ama insanlar beni bu halimle sevip kabul ettiler. Gülmenin ayıp olduğunu düşünen Türk erkeğinin kafa yapısını ben değiştirdim. Diğer yandan kendimle de dalga geçiyorum. Mesela çıkıp “dudaklarıma dolgu yaptırdım” diyebiliyorum.
* Yaptırdın mı cidden?
- Sence? Kendimi ti’ye alabiliyorum diyorum, adam kıldan ince kılıçtan keskin üst dudağımı görüp hâlâ “yaptırdın mı” diye soruyor ya. Küçükken oturaktan mı düştün, anlamadım ki (kahkahalar). Bu örnekten de anlaşılacağı gibi benim insanlar üzerinde hiçbir sanatçıya nasip olmayan sonsuz bir kredim var, şükürler olsun.
BİZ NERGİS’LE AYNI DİLİ KONUŞURUZ
* Eski eşin Nergis’in son düzlükte sana fark atıp, Kiralık Aşk’la bir fenomen haline gelmesine ne diyorsun?
- Onun başarısıyla gurur duyuyorum! Biliyor musun özel hayatında da dizideki gibi acayip panik bir kadındır. Tam kendini oynuyor yani...
* Hop hop “Nergis başarılı değil de rol ona uydu” mu diyorsun yani...
- Manyağa bak, o anlamda söylemedim (gülüyor). Hakikaten hem süper bir insandır hem de muhteşem bir performans sergiliyor dizide. Evliyken de birlikte birkaç filmde oynamıştık. Oyunculuk canavarı onun içinde hep vardı.
* Üzüm üzüme bakarak kararmış olabilir mi?
- Kararmaz olur mu! Bir kere biz Nergis’le aynı dili konuşuruz. İkimiz de Ankaralıyız ve beş sene boyunca evli kaldık. Birbirimizden etkilenmemiz çok normal. Ama dediğin gibi kadın bir anda fenomen oldu! Biliyor musun sokakta insanlar çevirip “Size bayılıyoruz” deyince, inanamayıp hâlâ “Aaa gerçekten mi?” diye soruyormuş (kahkahalar).
ALİ SADİ’YE İLK ÜÇ AY ‘KURBİ’ DEDİM
* Ali Sadi ilk doğduğunda çok çirkindi, kurbağaya benziyordu tövbe yarabbi! İlk üç ay “kurbi” demiştim çocuğa. Ama tabii çok da sevinmiştim iki kızdan sonra bir erkek evladım oldu diye. Şimdi aslan gibi yakışıklı babasının oğlu...
ARAMIZDA ETKİLEŞİM OLDU AMA BİTTİ
* “Çarkıfelek”teki son hostesin Zeynep Ece Akengin’le beraber olduğun doğru mu?
- Aramızda bir etkileşim oldu ama bitti. Şimdi arkadaşız ve birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Çünkü ben asla birinin ekmeğiyle oynayamam. Hayatta en çok korktuğum şeydir!
* Böyle güzel güzel anlatıyorsun ama öte yandan toplumda hayatındaki bütün kadınları perişan ediyormuşsun gibi bir algı da var...
- Benden sonra evlilikten soğudukları doğru. Sayemde gerçek Türk erkeğini tanıyorlar. Bunu, üste para versen öğrenemezsin. Aynı hataya bir daha düşmüyorlar. Ne perişan etmesi, sevap bile işliyor olabilirim (gülüyor). Şaka bir yana her ne kadar ayrılık ölümden sonraki en büyük ikinci travma olsa da ben ayrıldığım kadınlarla hep arkadaş ve dost kalmayı başardım.
* Geriye dönme şansın olsa, hangi evliliğini sürdürürdün?
- Dediğim gibi kendime verdiğim ayrılmama sözlerini hiç tutamadım ama geriye dönebilsem ilk eşim Muhsine’yle hâlâ evli olmak isterdim...
* Ee hiçbir şey için geç değil ki... Yani değildir diye umuyorum!
- Yok şekerim değil çünkü ben yaş kullanmıyorum (kahkahalar).
* Karta kaçtığın bu yıllarda kendinden ufak kadınlarla beraber olurken, cinsel gücü artırıcı ilaçlar kullanıyor musun?
- Bugüne kadar o tarz hapların hiçbirini denemedim çünkü öyle şeylerden oldum olası çok korkmuşumdur. Bir gün bu iş için ölümü göze alırsam denerim (gülüyor).
DÜNYADA CANLI ÇARKIFELEK’İ İLK BEN SUNDUM
* Çarkıfelek denince konsept yaratıcısından çok senin adın geliyordur herhalde akıllara...
- Kesin öyledir. 96’da başladığımıza göre aralıkları da sayarsak tam 19 sene olmuş, dile kolay! Yarışma benimle özdeşleşti, çünkü kendimden çok şey kattım. 1997’de dünyada ilk kez canlı sunmaya başladım. O zaman harfler böyle dokununca falan yanmıyordu. Kutuyu çeviriyordun. Bazen bir önceki sorunun harfleri kalıyordu kutularda. O dönem için riskli ama bir o kadar da keyifliydi.
* Bayrağı senden devralan insanlar da oldu. Aralarından beğendiklerin çıktı mı?
- Bir Mehmet Ali Erbil olmadı hiçbiri... Zaten aksi olsaydı, bugün ben değil onlar sunuyor olurdu.
* Peki “Yaşlandım artık, dönemim geçti” diye bunalıma girdiğin zamanlar oluyor mu?
- Her sanatçı gibi o tür hezeyanlar yaşadığım oluyor. Ne kadar Mehmet Ali Erbil olsan da, 40 yılını televizyona adasan da her proje tutacak diye bir kural yok. Kimyanın uyuşuyor olması lazım. Seyirciden, televizyon dünyasının yöneticilerinden, bu işi anlayanlardan, profesyonellerden güzel mesajlar geliyor olsa da reyting almayınca yine yusuf yusufsun.
* Ne yapıyorsun öyle bir durumda, psikiyatriste mi gidiyorsun?
- Yok ya psikiyatristler bana geliyor, rahatlayıp gülmek için (gülüyor).
YILLARDIR ANTİDEPRESAN KULLANIYORUM
* İlaç da mı kullanmıyorsun?
- Yıllardır antidepresan kullanıyorum. Kilo almamın en büyük sebeplerinden biri de odur. Baş dönmesi sorunu yaşıyordum. Defalarca doktora gittim, vertigo dediler, pozisyona bağlı baş dönmesi dediler ama kimse bir çözüm bulamadı. Son olarak bir psikiyatra gidince, antidepresan verdi. İlacı aldığımdan beri de öyle bir sorunum kalmadı.
* Sinirlerine de iyi gelmiştir...
- Yeri geldiğinde evde haberleri izlerken ağlamaya başlıyorum. Büyük kızım Sezin’in nikahında başından sonuna kadar aralıksız salya sümük ağladım. Yasmin’le birbirimize sarılıp gözyaşlarına boğulduk. Hayatımın en travmatik günüydü.
* “Error” verdin yani...
- Ee sonuçta yıpratıcı bir iş yapıyorum. Bir yandan da ilaç kullanıyorum. İnsanın başına birtakım hastalıklar geliyor. Biliyorsun bazen bağışıklık sistemim çöküyor.
* Atlattın değil mi o illeti?
- Şu an iyiyim şükürler olsun. Dünyada 70 kişide varmış bu sorun. Pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da Türkiye’de tekim (kahkahalar).
* Sorunların üstesinden hep böyle gülerek mi gelirsin?
- Yoo hüzünlü zamanlarımda evime kapanırım, kendimi uykuya veririm. Korku ve gerilim filmleri izlerim. En hezeyanlı, problemli olduğum dönemlerde bile komedi izlememişimdir.
* Kafası bozulunca şarkılara sığınanlardan değilsin yani...
- Şarkı açıp ağlayan bir adam değilim. Ama canım sıkılmışsa Orhan Gencebay da, İbrahim Tatlıses de dinlerim. Son zamanlarda Rober Hatemo’nun Aşk Çarpsın şarkısını döndürüp döndürüp dinliyorum.
YENİ KAHPE BİZANS İÇİN TEKLİF GELMEDİ
* Sazdan sözden sinemayı soramadım. 2000’li yılların fırtına koparan Kahpe Bizans’ı bu günlerin FC Barcelona’sı gibiydi. Gani Müjde bu kez sizi neden ilk 11’e almadı sayın Dobrovski?
- Bana değil, ona sormak lazım. Ayrıca eski kadroda Cem Davran, Demet Şener, Nurseli İdiz, Hande Ataizi gibi isimler vardı. Zaten istese de bu isimleri tekrar bir araya getiremezdi. Ama aramızda kalsın, bana teklif de gelmedi.
* Hande Yener’le Instagram’da bir fotoğrafını kendin troll’leyip, altına “Canım arkadaşım Demet Akalın” yazmışsın. Ateş ve barutla oynayıp, III. Dünya Savaşı mı çıkarmak istiyorsun?
- İkisi de yakın arkadaşım. Belki bilinç altımda ikisini barıştırmak gibi bir misyon üstlenmiş olabilirim. Bu espriye kimse alınmadı. Hatta Demet de benimle bir fotoğrafını paylaşıp altına Okan Bayülgen yazdı. Güldük, eğlendik.
* Mehmet Ali’dir ne yapsa yeridir...
- İkisi de olgunlukla karşıladı. Biliyor musun bu olaydan sonra çok teklif geldi “Şununla küsüm, onun fotoğrafının altına benim adımı yaz” diye... Para teklif edenler bile oldu. Sakın isimlerini sorma, hele o hepimizin tanıdığının adını asla söylemem (kahkahalar).
* Beyaz, show oldu; Okan, Makina-Dandinista... Ama senden bir Mali Show çıkmadı!
- Aslında teklifler geldi, çok da istedik ama denk getiremedik. Bir Başka Gece, Gecenin Rengi gibi birçok müzik eğlence programı yaptım zaten. Aslında bu işi ilk yapanlardanım ama işin içine onlar gibi stand-up’ı karıştır-
madım.
* “Onları rakip kabul etmem” mi demek istiyorsun?
- Hepsi kendi başına bir değer zaten. Aramızdaki fark, çocuklar yazılı metin üzerinden ilerliyor, ben bugüne kadar hep spontane espriler yaptım.
* Dizilerde niye yoksun peki? Uzun set saatleri yüzünden mi?
- Aynen abi! Eskiden bir buçuk günde bölümü çekip bitirirdik. Şimdi en az beş gün sürüyor çekimler. O kadar zamanı gözden çıkaracak lüksüm yok vallahi. Zaten günlük yarışmam devam ediyor, niye onu bırakıp diziye döneyim ki?
* Tabii para gani, eğlence holdingi de aldı başını gidiyor. Hayat sana güzel Mehmet Ali...
- Olmamış Instagram takipçisi gibi konuşma yahu! Bu arada dikkatini çekerim ki hâlâ çalışıyorum (gülüyor). Eğlence hayatını soruyorsan çok şükür ki açtığımız mekanlar gayet iyi gidiyor. Chanta’yla sağ olsun Stelyo ilgileniyor, ben arada bir misafir oluyorum. Kulüpçülük zevkli iş ama Stelyo’nun hayatı orası oldu. Kaldı ki oradan para kazanmak gibi bir derdim yok, üstüne para istemesinler yeter (kahkahalar).
Haber Yorumlarını Göster
Haber Yorumlarını Gizle