Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim

Dünya müzik tarihine adını altın harflerle kazıyan, Türkiye’nin en seçkin ve gerçek sanatkarlarından biri Ayla Erduran...

Haberin Devamı

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim

Bu yılki D-Marin Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülen bu “kemanlara hükmeden dahi”yle; Atatürk’ten Sultan Mehmet Reşad’a, Yehudi Menuhin’den Suna Kan’a kadar geçmişten günümüze yaşam öyküsünü ve sanatını konuştuk. Sohbetimize tesadüfen Fransız piyanist ve besteci Stéphane Blet de katıldı. Hem bizim “demokrasinin beşiği” diye bildiğimiz Fransa hem de Türk müzik sektörünün perde arkasında dönen dolapları anlattı, sohbetimize bambaşka bir renk kattı. Buyrun efendim iki renkli insan bir arada...

* Bu topraklardan çıkan gerçek dahilerden birisiniz... Kemanlara hükmeden kadın olmak nasıl bir his?

- Aslına bakarsan hayatım hep kapalı odalarda keman çalarak geçti. Bu yüzden de yıllarca gökyüzüne, doğaya, güneşe hasret yaşadım. Evimizin başlıca konukları arasında Fuad Köprülü, Yunus Nadi, Yahya Kemal ve babamın doktor arkadaşları vardı. Onların en büyük eğlenceleri de küçük Ayla’ydı. Nefret etmeme rağmen eve her geldiklerinde misafirlerimize, küçücük yaşta kemanımla konserler vermek zorunda kalırdım. Hepsinin tek takıntısı vardı, o da çalarken omzumun doğru pozisyonda olup olmadığı (gülüyor)...

* Konserlerle aranızda aşk-nefret ilişkisi varmış anladığım kadarıyla... Çünkü bir yandan “nefret ediyorum” diyorsunuz, bir yandan da çocuk yaşta kalabalıklara konserler veriyorsunuz...

- Bak hiç böyle düşünmemiştim (kahkahalar). Doğru söylüyorsun, ilk konserimi 10 yaşında Saray Sineması’nda, Çocuk Esirgeme Kurumu yararına vermiştim. O yaştan beri keman çalarken gözlerimi kapatırım. Son parçayı bitirip gözlerimi açtığım anda gördüğüm sahne hayatım boyunca aklımdan çıkmadı. Çünkü o kadar içli çalmışım ki, tüm salon karşımda ağlıyordu.

ANNEM VE BEN POLONYA KRALI TARAFINDAN MARKİZ İLAN EDİLDİK

* Çok iyi keman çalarken, farkında olmadan çocukluğunuz da çalınmış olabilir mi?


- Aynen öyle oldu! Neredeyse yaşıtım olan kimseyi tanımadım, hep benden büyük insanlarla arkadaşlık etmek zorunda kaldım. Düşünsene yaşı bana en yakın kişi benden 9 yaş büyük kuzenim Meyla’ydı. Bu yüzden de kalabalıklar içinde yalnız kalmak çocukluğumdan beri ezbere bildiğim bir his... Annemle babamın mucize çocuk olduğumu zannetmeleri, gelen misafirlerimize hazırladıkları sofranın yanında benim konserlerimi de ikram etmelerinin nedeniydi. Ama bütün bunlar yaşanırken benim hissettiklerimi umursayan olmadı.

* Orasını bilemem ama müsaadenizle mucize olduğunuza ben de inanıyorum!

- Abartma İzzetciğim! Duyan da dört yanım, özenli bir yapı ustasının elinden çıkmış zannedecek. Sirkteki hayvanlar bile marifetlerini sergilediklerinde ödüllendirilirler. İyi keman çaldığımda benim ödülümse annemin bebeklerime kıyafetler dikmesiydi. Hoş zaten onu yapmasa da ben keman çalardım, çünkü her şeyden önce ben o aletten çıkan sese ilk duyduğum andan itibaren deliler gibi aşık olmuştum.

* Belki de evdekilerin, kemanla aranızdaki aşka karışması sizi mutsuz ediyordu...

- Asıl sorun işin suyunu çıkarmalarıydı... Tabii ki onların da haklı nedenleri vardı. Doğduğumda annem 33, babamsa 48 yaşındaydı. Annem beni dünyaya getirene kadar büyük acılar çekmiş. Benden önce birçok düşük ve ölü doğum yapmış. Benzer bir sorunla karşılamamak için de bana hamileliğinde altı ay yatağından hiç kalkmamış. Düşünebiliyor musun yaşadığı travmayı? Neyse ki ben iyi bir kız olup onu çok bekletmeden yedi ayda çat kapı gelmişim (kahkahalar).

* Valla kimsede suç aramayın! Her şeyde bu kadar aceleci olmanız, sizin daha dünyaya gelişinizden belliymiş.


- Haklısın (gülüyor). Kemanı elime aldığımda daha bebek sayılacak yaştaydım. Annem yıllarca bir çocuğu olsun ve o da çok başarılı bir keman virtüözü olsun istemiş. Bu yüzden de evde kendisinin sürekli keman çalması yetmezmiş gibi, beni de buna zorladı. En büyük hayali, keman dahisi Menuhin kadar başarılı olmamdı. Ona göre kariyer yapabilmemin tek yolu da Amerika’ya gidip eğitim almamdan geçiyordu. Bu yolda ilk adımımızı Yeniköy’deki yalıyı satıp, ailece Paris’e taşınmakla attık. Bir süre sonra babam işinden daha fazla ayrı kalamayacağını anlayıp, Türkiye’ye döndü. Ben de eğitimime Amerika yerine Paris’te devam ettim.

* Ve bu şekilde hikayeniz başka diyarlara sıçramış oldu...

- Benim köklerimin hikayesi zaten başka diyarlardan geliyordu (kahkahalar). Annemin soyunda İtalyan, Polonyalı, Rum, Ermeni, Katolik, Müslüman ne ararsan vardı. Hem annem hem de ben, büyük büyük amcamın halka yaptığı yardımlardan dolayı Polonya Kralı tarafından Markiz ilan edildik. Anneannem Girit’te dünyaya gelmiş bir Rum. Bu yüzden de ben dahil anne tarafımdaki tüm kadınların aksanı biraz bozuktur, yabancı dile kayan doğru olmayan bir Türkçe’yle konuşuruz. Ve maalesef bu sorunu babam dahil kimse dert edip değiştirmeye uğraşmamış.

Haberin Devamı

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim

Haberin Devamı

BABAM ÇANAKKALE SAVAŞI'NDA ATATÜRK İLE AYNI CEPHEDE SAVAŞMIŞ

* Sanırım babanıza sadece “babam” deyip geçmek haksızlık olur. Sonuçta hem Türk tıbbı hem de tarihimiz için çok önemli bir isim...

- Aynen öyle! Babam Ordinaryüs Profesör Doktor Behçet Sabit Erduran, Türkiye’deki ürolojinin öncülerinden... Samsun’daki tifo salgını sırasında şehirdeki herkesi ölmekten kurtardığı bir efsane gibi dilden dile dolaşırdı. Hatta Atatürk de bu nedenle kendisine kalpaklı bir fotoğrafını yeni Türkçe harflerle teşekkür ederek imzalayıp hediye etmişti. Ayrıca Balkan Savaşı’ndaki hizmetlerinden ötürü de madalya kazanmış bir adam. Çanakkale Savaşı’nda da cephede genç bir askeri doktor olarak görev yapmış.

* Atatürk’le aynı cephede savaşan babanız, günlüğünde Sultan Mehmed Reşad’a gazel yazdırdıklarını anlatmış...

- Bu hikayeyi Murat Bardakçı köşesinde yazdıktan sonra öğrendim. Anlattığına göre, Çanakkale Savaşı’nda halkın moralini yüksek tutmak ve karamsarlığa kapılmalarının önüne geçmek için zamanın padişahı Sultan Reşad’dan Çanakkale’yi konu alan bir edebi eser yazması rica edilmiş. Padişah bir gazel kaleme almış ve o şiir kendi el yazısıyla Harp Mecmuası’nda yayınlanmış. Aslında o günlüğün de inanılmaz hüzünlü bir hikayesi vardır.

* Bunu söyledikten sonra anlatmamazlık etmeyeceksiniz herhalde...

- (Gülüyor) Arzu ederseniz zevkle anlatırım. 12 Mart 1915’te başlayıp 6 Mayıs’a kadar tuttuğu o günlük, 15 Mayıs’ta yaralılarla İstanbul’a dönerken ne olduysa olmuş, Çanakkale’de kalmış. Savaşın cehennemi ve muharebenin duygusal hikayesini anlattığı o defter döne dolaşa, 60’lı yılların başında sahaflarda Çanakkaleli bir tarih öğretmeninin karşısına çıkmış. Aynı hocanın kızı, babasının tek hayali olan kitap projesini, günlüğün kaleme alınmasından tam 100 sene sonra gerçekleştirdi ve babamın notları geçtiğimiz günlerde İş Bankası’ndan kitap olarak çıktı. Bu kadar uzun zaman sonra onun hatırasına sürpriz bir şekilde kavuşmanın mutluluğunu anlatamam.

Haberin Devamı

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim
Ayla Erduran, küçük yaşta, evlerine misafirliğe gelen Fuad Köprülü, Yunus Nadi ve Yahya Kemal gibi önemli isimlere de mini konserler vermiş.

SUNA KAN İLE BENİ GALATASARAY-FENERBAHÇE GİBİ KARŞI KARŞIYA GETİRMEYE ÇALIŞTILAR

* Atatürk’ün bile fotoğrafını hediye ettiği babanızın, devlet erkanıyla ilişkileri hep böyle yakın mıydı?

- Tabii canım! Hatta Celal Bayar için Amerika’da verilen, aralarında Amerikan Başkanı Eisenhower, o zamanki Başkan Yardımcısı Nixon, keman hocam Galamian’ın da olduğu resepsiyona ailece katılmıştık. Hatta benden orada da 10 dakikalık mini bir konser vermemi istemişlerdi. Ama üstünde çalacağım podyum oturma düzeninin tam tersine kurulduğu için beni görmek isteyenlerin boynu tutulmasın diye kemanı jet hızıyla çalmak zorunda kalmıştım (kahkahalar). Babam o dönemin meşhur doktorlarından olduğundan nerede önemli bir tıbbi operasyon yapılacak olsa mutlaka oraya çağrılırdı. Kahire’ye Yahya Paşa’yı ameliyat etmeye gittiğinde annemle beni de yanında götürmüştü. Otele yerleştikten sonra oturduğum yerden kalkmamam için sıkı sıkı tembihleyip beni lobide bırakıp dışarıya çıktılar.

* İyi bir çocuk olup sonunda Şirinler’i görebildiniz mi?

- Şirinler’i görmedim ama ben masmavi oldum (kahkahalar). Lobide oynayan çocukları görünce kalkıp yanlarına gittim. Beni fark edince ellerindeki mavi boyayı kafamdan aşağı döktüler. Panikleyerek hemen koşup yıkamaya çalıştım ama bu sefer de boya her yere bulaştı. Annem döndüğünde “Madem sözümü dinlemedin tüm yolculuk boyunca saçını yıkamayacaksın, böyle kalacaksın” diye kıyameti kopardı. Düşünsene günler süren yolculuk boyunca yağlı, mavi ve pis saçlarla gezmek zorunda kaldım. O utancı hayatım boyunca unutamam. O yaşta bir çocuk olarak bile haylazlık yapma hakkım yoktu yani...

* Kısaca çocuk olma hakkınız bile yokmuş...


- Maalesef! İdil Biret’le Suna Kan çocukluk arkadaşımdı. Annem Suna’yla beni Normandiya’ya tatile götürmüştü. Hırslanıp daha çok çalışayım diye sürekli bana “Bak Suna ne kadar normal bir çocuk. Hem oyun oynuyor hem de keman çalıyor. Sen ikisini bir arada yapamıyorsun” deyip dururdu. Ama iki dakika oyun oynamaya kalksam hemen küplere binerdi.

* Suna Kan’la aranızda olduğu söylenen gerginlik o yıllardan mı yadigar yoksa?

- Yok canım, o gergin günler geçmişte kaldı. Üstelik Suna benim her zaman gurur duyduğum yakın arkadaşlarımdandır. Ben önceleri kendimi her ne kadar İstanbul’un öksüz çocuğu gibi hissetsem de, Suna’nın Ankara’da büyüyüp devlet tarafından okutulduğu için sadece onların istediği eserleri çalmak zorunda kaldığını öğrendiğimde, aslında ne kadar özgür olduğumun farkına vardım. Sadece Suna’nın müzik eleştirmeni eşi Faruk Güvenç’in Ankara’da verdiğim muhteşem bir konserin ardından “Ayla bitmiş” diye bir yazı kaleme alması beni çok kırdı ama bunun Suna’yla inan ki hiçbir alakası yok. İnsanlar bizi Galatasaray-Fenerbahçe gibi karşı karşıya getirmeye çalışsalar da, biz buna hiçbir zaman izin vermedik.

Haberin Devamı

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim

KUZENİM VE TEYZEMİN CİNAYETE KURBAN GİTMESİNDEN SONRA SADECE BACH ÇALMAYA BAŞLADIM

* Peki Bach ile aşkınız nasıl başladı?

- Mozart ve Bach dinleyerek büyümüş bir kızın Bach’a aşık olmasına şaşırmamak lazım. Zaten çok küçük yaşlardan beri hayatımın en önemli mihenk taşlarından biriydi. Ama ona asıl, İsviçre’ye taşınmadan hemen önce ablam yerine koyduğum kuzenim ve teyzemin korkunç bir cinayete kurban gitmesinden sonra iyice tutuldum. Yaşadığım acıya ancak öğretmenlik yapıp konserler vererek dayanabiliyordum. O günlerde menajerimi çağırıp “Konserlerde artık sadece Bach çalacağım” dedim.

* O zaman klasik bir Cem Yılmaz sorusuyla devam edeyim; neden Bach? Farkı ne?


- (Kahkahalar) Çünkü ruhumdaki yarayı iyileştiren tek besteci o. Mozart’ta bu gücü bulamadım. Eğer agresif olmasaydı belki Beethoven’a sığınabilirdim. Ama Bach dinginlik, evren, sonsuzluk ve doğanın bağrına dönüş demek benim için. İşte aşkımın en büyük nedeni bu! Tabii Menuhin’i de unutmamak lazım (gülüyor).

* Bach sevginiz Menuhin’e olan hayranlığınızdan mı geliyor yoksa?

- Her müziğe başlayan dahi çocuk gibi ben de Menuhin hayranlığıyla büyütüldüm. Gerçekten en büyük rol modellerimden biriydi. Yıllar sonra kaderin bizi bir mucize eseri İstanbul’da karşı karşıya getirmesine hâlâ inanamıyorum.

* Nasıl yani, Nişantaşı’nda yürürken pat diye karşınıza çıkmadı herhalde...

- İnanmayacaksın ama o anın birebir aynısını günler öncesinden rüyamda görmüştüm. Bir dağ evinde yeşillikler içinde ışıktan yapılma tacı olan bir kral vardı. Sabah bir arkadaşımdan gelen telefonla donakaldım. Menuhin’in eşiyle birlikte İstanbul’da olduğunu söylüyordu. Tam da o gün herkesin harıl harıl davetiye aradığı Aida Operası’nın İstanbul galası vardı.

Haberin Devamı

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim
Bu yılki D-Marin Festivali’nde Onur Ödülü’ne layık görülen Ayla Erduran’ın konser vermediği ülke neredeyse kalmamış.


SABAH GÖZÜMÜ MENUHİN’DEN GELEN YEDİ BEYAZ GÜLLE AÇTIM

* Hayırlara vesile olsun inşallah.
..

- Oldu bile (gülüyor). Annem adamın İstanbul’da olduğunu öğrenince oteline ulaşıp, operanın bütün biletleri tükenmesine rağmen onun için yer ayarlamış, adamı da gelmeye ikna etmişti. O gece operayı en ön sırada yan yana koltuklarda izledik. Çocukluk kahramanımla böylesine bir eseri birlikte izlemek beni mutluluktan çılgına döndürmüştü. Gecenin bitiminde Demirel’in huzuruna çıktık. Ertesi sabah kapı çaldığında Menuhin’den gelen yedi adet beyaz gülle uyandım.

* Türk filmi izler gibi heyecanla takipteyim. Finalde mutlu son var mı?

- Süleyman Bey birlikte çalmamızı çok arzuladığını söyledi. O gece birlikte çalamadık ama birkaç ay sonra Menuhin’in dağ evine konuk oldum ve ona özel konser verdim. Ardından yakın arkadaş olduk ve beni gözetimi altına aldı. 1973’te yapılan ilk Uluslararası İstanbul Festivali’nde onun gibi bir devle birlikte çalıp adeta hidayete erdim.

FLÖRT ETMEK İÇİN ÇOK GEÇ KALINMIŞ BİR HAYATTI BENİMKİ

* Hadi konuyu değiştirelim. Aşk büyük acıları da beraberinde getirir derler. Peki müzik aşkının sizde yarattığı en büyük acı neydi?

- Sahnede duygularımı yansıtırken vücudumun bir parçası haline gelen Stradivarius’u satmanın üzüntüsünü sana tarif edemem... Antika kemanlar insanlar gibidir. Nasıl ki güçlü kişilikler basitliklerden hoşlanmazsa, onlar da aynı şekilde hoşlanmaz. Babamın, dönemin Başbakanı Menderes’ten özel döviz izniyle gönderdiği parayla Amerika’da annemle yaşarken aldığımız o kemanı, maddi olarak zor bir süreçten geçtiğim için satmak zorunda kalmıştım. İşte bu kadar güçlü ve özel bir dosttan ayrılmış olmak, çok sevdiğim birini kaybetmekten farksızdı. Ama yine de her kötülükten bir iyilik çıkarmaya çalıştım. Şu an Henri Petri, Joseph Szigeti gibi ünlü isimlerin çaldığı Pierre Guarnerius yapımı bir kemanım var, merak ediyorsan ona da büyük bir aşkla bağlı olduğumu söyleyeyim.

* Sizin gibi bir aşk kadını neden hiç evlenmeyi düşünmedi?

- Ah şimdi yarama tuz bastın işte (gülüyor). Dediğim gibi hayatım kapalı kapılar ardında keman çalarak geçtiği için, 20 yaşındayken bile çocukları hâlâ leyleklerin getirdiğine inanıyordum. Anlayacağın flört etmek için çok geç kalınmış bir hayattı benimki... Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim. Bir ailemin olmasını çok isterdim.

* En büyük mutsuzluğunuz bu olabilir mi?

- Bu yüzden özgürlüğümü kaybettim diyebilirim. Düşünsene dağınık saçla bile sokağa çıkamıyorum yahu (kahkahalar). Evet mutluluklar, acılar, kazançlar ve kayıplarla dolu bir hayat yaşadım. Hayat benim için her zaman bir sınav oldu ama geç de olsa günü yaşamam gerektiğini öğrendim. Ne yazık ki yakınım ya da ailem yok. Her şey bir dengeye oturmalı. Dengesizlikleri ne yakın çevrem ne de tarih affediyor. Allah’tan şimdi Stéphane geldi de yalnızlığımı alıyor. Artık doğanın içinde güneşi tenimde hissedip, denizin mavisinde kaybolmayı hayal ediyorum. Yıllarca konser vermek için gittiğim şehirleri bir turist olarak gezmek istiyorum. İnsanlar hayat akıp giderken ileride yalnız kalabileceklerini hiç unutmasınlar. Sadece günü değil, geleceği de düşünerek plan yapmaktan vazgeçmesinler. Yalnızlık anlatılmaz...

* Sizi artık elinizde keman yerine plaj çantasıyla mı göreceğiz yani?

- (Gülüyor) Alemsin yahu. Hâlâ günde dört saat keman çalıyorum ve nadir de olsa konser veriyorum. Kapıcımız “Ayla Hanım kemanınızın tonunu o kadar çok seviyorum ki, duyar duymaz huzur buluyorum. Hemen bir köşeye yatıp uyuyasım geliyor” diyor (kahkahalar).

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim
Ayla Erduran, müzik kariyerindeki başarıları nedeniyle Fransa’dan da onur ödülü almıştı.

STEPHANE BLET
Sarkozy, Müslümanları sevmeyen bir adam

* Ayla Hanım’la yollarınız nasıl kesişti?

- İdil Biret 30 yıllık arkadaşım... Fransa’ya konserlerime de geldi, birlikte konserler de verdik. İstanbul’daki bir organizasyon sırasında Ayla Hanım’ın Bach’ı nasıl çaldığını duydum. Öyle içten geliyordu ki kemanından çıkan sesler, “Beni bu kadınla tanıştır” dedim. Sağ olsun, İdil de kırmayıp tanıştırdı bizi. O gün bugündür de hiç kopmadık.

* Peki senin hikayen nasıl başladı?

- Ailemde müzisyen yok. Hele klasik müzikten hiç anlamazlar. Bir gün durup dururken “Ben piyanist olacağım” deyince hepsi şaşırdı. 2-3 yaşındayken babamın aldığı oyuncak piyanonun başına geçer çalmaya çalışırdım. İşte bu yüzden müziğin Tanrı tarafından insanlara bir hediye olarak gönderildiğine inanıyorum. Dinin ne olursa olsun, hepimizi tek çatı altında toplayabilen ilahi bir güç...

* Desene daha küçücükken karar vermişsin piyanist olmaya...


- Aynen o ufacık yaşımda, bir saniyede karar verdim. Ardından da Paris’te konservatuvara girdim. O dönem alınabilecek tüm ödülleri topladım. Horowitz’den ders aldım. İlk konserimi 13 yaşındayken Byron Janis’in davetiyle gittiğim New York’ta verdim. Kendi ülkem olan Fransa ise maalesef ki beni çok sonra keşfedip ciddiye almaya başladı.

* Ailenin tepkisi ne oldu?


- Yaşım çok küçük olduğu için delirdiğimi düşündüler. Çünkü ben daha o yaşlarda besteci olmak istiyordum. Ama baktılar ki ben bu yolda emin adımlarla ilerliyorum, zaman geçtikçe içlerine su serpildi. 10 sene boyunca sürekli konserler verdim. En popüler olduğum zamanda aynı konçertoları çalmaktan sıkılıp menajerime “Bir yıl konser vermeyeceğim, senfoni bestelemek istiyorum” dedim. Tabii ki “Çıldırdın mı!” diye cevap verdi ama kafaya koyduğumu yapacağımı o da biliyordu.

FRANSA’DA DEMOKRASİ ÖLÜYOR AMA KİMSE FARKINDA DEĞİL

* Bizde bir şarkı vardır; “Çocuk da yaparım, kariyer de” diye... Sen bunu da kafaya koymuşsun anladığım kadarıyla...

- (Gülüyor) Gerçekten sahip olduğum en güzel şey oğlum... 15 sene beraber Paris’te yaşadık. Yarı Hıristiyan, yarı Müslüman... Annesiyle boşanmaya karar verdikten sonra Hong Kong’a taşındı. Şu an 18 yaşında ve orada üniversite okuyor. Piyanoyla amatör olarak ilgileniyor ama müzisyen olmak istemedi. Yaşadığı hayattan son derece memnun. Ben de bundan mutluyum!

* Peki bu Türkiye tutkusu nereden geliyor, dilimiz bile çözmüşsün maşallah?

- Türkçeyi çok seviyorum. 10 sene boyunca her gün yarım saat ders çalışarak Türkçe bir kitaptan kendi kendime öğrendim dilinizi. Son beş yıldır da hem konser vermek hem de dostlarımı ziyaret etmek için sık sık geliyorum. İstanbul gerçekten harika bir şehir, burada yaşamayı çok isterdim.

* Neden, Paris’in suyu mu çıktı?

- Bazı Türk arkadaşlarım da Fransız olduğum için “Demokrasinin kalbinde yaşıyorsun, ne şanslısın” diyorlar ama aslında durum hiç düşündükleri gibi değil. Başımıza “Avrupa’nın şeytanı” Sarkozy geldiğinden beri feci durumda... O, Müslümanları hiç sevmeyen bir adam. Fransa’da demokrasi ölüyor, kimse farkında değil. Maalesef bütün iyi niyetine rağmen Hollande da işi rayına oturtmayı başaramadı.

* Bu söylediklerin İstanbul’dan “varlık içinde yokluk” gibi görünüyor...


- Yaşananlara vakıf olmak için işin içinde olmak gerekir. Fransa’da ciddi bir Müslüman-Hıristiyan kutuplaşması var. İnsanlar birbirine düşürülmeye çalışılıyor. Bu doğru bir yönetim şekli değil. Yarın öbür gün bu insanlar kızıp kendilerini sokağa atsa ne olacak? Tehlikeli sularda yüzüyorlar. Ama kimse ağzını açıp bir şey söylemeye cesaret edemiyor, gazeteciler korkunç bir baskı altında, tek bir satır bile yazamıyor.

* Allah Allah sen ülkeleri karıştırıyor olmayasın?

- Tabii ki karıştırmıyorum! Fransa’daki tüm gazetelerin sahibi tek bir kişi olduğundan, devamlı taraflı haberler yapılıyor. Normal şartlarda Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler arasında hiçbir sorun yoktur. Birkaç lobi dini kimlikler üzerinden oyun oynama peşinde... Bir de üzerine gözle görülmeyen ekonomik kriz eklenince, toplum patlamaya hazır bir bomba haline geldi.

Keşke zamanında müzik kadar aşka da vakit ayırabilseydim

“GAZZE’YE KONSERVATUVAR” HAYALİM YÜZÜNDEN TÜRKİYE’DEKİ KONSERLERİM İPTAL OLDU

* Yeni bir Fransız Devrimi mi geliyor sence?


- Umarım daha beteri yaşanmaz! İnsanlara uzun zamandır nefret aşılanıyor. Barış içinde yaşamak mümkünken, ülkeyi kaosa sürüklemek tam anlamıyla bir insanlık suçu... 10 sene önce Filistinliler için bir eser besteledim. Verdiğim konserlerden elde edilen gelirle Gazze’ye bir konservatuvar yaptıracaktım ki, posta kutuma düşen e-mail’de İstanbul’daki konserlerimin tümünün iptal olduğu yazıyordu.

* Bu tatsız mail kimden geliyordu?

- Kimden olacak, tabii ki Türkiye’deki Fransız Enstitüsü’nden! Hayatım boyunca hiçbir politik hareket ya da görüş için müzik yapmadım. Ama bununla birlikte, hep ezilen, haksızlığa uğrayanların yanında olmak istediğim için engellendim. Mesela şu anda Türkiye’de müzik yapmak istiyorum ama maalesef ki bu imkansız hale getirildi.

* Neden peki, seni kıskandıkları için mi engelliyorlar?

- Kimseyle bir alıp veremediğim olmamasına rağmen demek ki zamanında birilerinin ayağına basmışım. Bunun haricinde aklıma gelen başka bir neden yok.

TANRI YOKTUR DİYEN ADAMLAR KENDİLERİNİ TANRI GİBİ GÖRÜP ÖYLE HAREKET EDİYOR

* Kendi ülkende mutlu olmadığın için mi Türkiye’de yaşamak istiyorsun?


- Ben burayı seviyorum, karşılığında da hiçbir beklenti içinde değilim. Ortaköy’de bir balıkçıda tesadüfen fasıl dinledikten sonra 12 tane Osmanlı Rapsodisi besteledim. Fransa’da bir akademide Leyla Gencer Ödülü’nün verilmesini sağlayarak onun gibi olağanüstü bir sanatçıya saygı duruşunda bulunulmasına yardımcı oldum. Ama her şeyden önce Türkleri çok seviyorum...

* Bu sevgi karşılıklıdır herhalde?

- Dediğim gibi burada müzik yapmamı istemeyenler dışında sevgimizin karşılıklı olduğuna inanıyorum. Ama Türkiye’deki orkestralarda gerçekten ciddi sorunlar var ve bunların birçoğu maalesef ki Tanrı yoktur diyen adamların, kendilerini Tanrı gibi görüp hareket etmelerinden kaynaklanıyor.

* Kelime oyunu oynamayalım Stéphane... Açık açık soruyorum Fazıl Say’dan mı bahsediyorsun?

- Fazıl Say, benim dünyama ait olabilecek bir isim değil. İyi bir piyanist ama diğer yandan İdil Biret, Hüseyin Sermet, Gülsin Onay gibi çok daha başarılı piyanistler var bu ülkede. Türkiye’deki müzik mafyaları sadece kendi sanatçılarının çok iyi olduğu algısını yaratıp, diğer müzisyenlerin önlerini kesiyor. Onlardan biri de benim. Konserlerim iptal ettirildi. Direkt isim vermeyeceğim ama yaşanan mağduriyet de, yapılmak istenen de ortada!

Yazarın Tüm Yazıları