Aşktan ve hayattan intikam alan kadın

Üzerinde sade uzun beyaz bir tuvalet, göğsünde ise yalnızca pırlanta bir kolye vardı.

Haberin Devamı

Genç kadın salona girdiği anda bütün bakışlar ona çevrildi.
Şafak mavisi gözleri, fildişi gibi teni, kiraz kırmızısı dudaklarıyla bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyordu. Adı, Marilyn Monreo’ydu...
Koluna girdiği uzun boylu, gözlüklü erkek ise tedirgindi...
Oysa yüzlerce kişi aslında onu yani Arthur Miller’i Pulitzer Ödülü’nü alırken alkışlamak için toplanmıştı salona...
Uzaktan bakıldığında çok garip bir çift oluşturuyorlardı. Muhteşem bir güzellikle, olağanüstü bir zekanın birlikteliğini temsil ediyorlardı tam anlamıyla.
52 yıl önce bir 5 Ağustos günü hayata gözlerini yuman Marilyn Monreo’nun ölümünün intihar mı cinayet mi olduğu çok tartışıldı.
Filmlere, romanlara konu oldu. Herkes onun ABD Başkanı Kennedy ile yaşadığı yasak aşkı ve intiharını konuştu yıllarca.
Bu olayı yeniden ısıtıp önünüze sürmek yerine Marilyn’in hayatına giren iki erkekle olan ilişkisini anlatmak istiyorum bugün size.
Kim bilir belki de bu Hollywood efsanesinin sırrı, yaşadığı ilişkilerin gizeminde saklıdır?
1 Haziran 1926’da Los Angeles’ta dünyaya geldi Norma Jean Mortenson.
İlerleyen yıllarda dünyanın Marilyn Monreo olarak tanıyacağı bu küçük bebeğin çocukluğu tam bir kabustu.
Gerçek babası belli değildi. Annesi Gladys Pear, şizofreni teşhisi ile hastaneye kaldırılınca çocukluğu yetimhanelerde geçti.
Dayısı Marion da akıl hastanesine yatırılmış, çıktıktan sonra da kendini asmıştı.
Anneannesi de ağır depresyondan muzdaripti. Üstelik küçük Norma, kaldığı yetimhanede cinsel tacize de uğramıştı.
Norma 16 yaşındayken komşusunun oğlu Jimmy ile evlenip kendini, peşini bırakmayan kötü kaderinden kurtarmak istedi.
Jimmy askere gidince yine yapayalnız kaldı.
Ve sonra o peri masalı başladı: Norma Jean, sinemada oynadığı birkaç küçük rolün ardından 1953 yılında Niagara isimli filmle Marilyn Monreo olarak dünya çapındaki ününe kavuştu.
Marilyn, ikinci kocası beyzbol oyuncusu Joe Di Maggio’dan ayrıldıktan sonra pek çok ünlü Hollywood yıldızı ile birlikte oldu.
Ama çok iyi kullandığı aptal sarışın imajının altında bambaşka bir kadının yattığını kimse anlamamıştı.
Aslında o, hiç sahip olamadığı babasını arıyordu. Ve bir gün Arthur Miller ile karşılaşınca hayatının erkeğini bulduğunu anladı.
Miller, her ne kadar Hollywood’a senaryolar yazsa, entellektüel dünyada saygı duyulan büyük bir yazar olsa da bu ışıklı dünyanın yabancısıydı.
Marilyn gibi bir kadınla beraber olmak ona bir uzaylı ile evlenmek kadar garip geliyordu.
Bu yüzden onun ilk günlerdeki yakınlaşma çabalarına karşı direnmeye çalıştı.
Ancak Marilyn kararlıydı. Yatağının baş ucuna Arthur Miller’in bir resmini asmıştı bile. Ve bir gün ona şu notu gönderdi: “Hayatımda senin gibi biriyle karşılaşmadım. Hayran olunacak bir insana ihtiyacım var...”
Miller’in yanıtıysa ironi doluydu; “Bu kişi neden Abraham Lincon olmasın?”
Fakat fazla direnemedi Arthur Miller ve kısa bir süre sonra dünyaevine girdiler.
Ama ünlü yazar, karısının parası, şöhreti ve kariyeri etrafında dönen bu dünyadan kısa bir sürede sıkılıp günlüğüne şu notu düştü: “Şimdi onu sadece deli dolu, zavallı ve çocuksu bir kadın olarak görüyor, acıyorum. Bunun adına asla sevgi denemez.”
Bu evlilik çökerken Marilyn’in Yves Montand ile birlikte ‘Let’s Make Love’ filminde oynayacağı haberi büyük bir şaşkınlık yarattı.
Montand, Fransızlar’ın ilah mertebesine koyduğu bir müzisyen ve oyuncuydu. Bir ara Nazım Hikmet’in şiirlerini de plağa okumuş iflah olmaz bir komünist ve sıkı bir entellektüeldi. Karısı Simonet Signoret de Fransa’nın en ünlü aktristlerinden biriydi...
Marilyn Monreo, Arthur Miller ile dolduramadığı içindeki entelektüel boşluğu bu kez Yves Montand ile kapayacağını düşünüyordu.
Daha Miller’dan boşanmadan kendini Montand’ın kollarına attı. Ama bu ilişki de Marilyn için hayal kırıklığıyla son bulacaktı.
Çünkü Montand, kısa bir süre sonra karısına döndü. Simone Signoret kocasının yaşadığı bu yasak ilişki için bütün kibarlığıyla “Marilyn kocama âşık olmuşsa, bu onun çok zevkli biri olduğunu gösterir. Zaten ben de kocama aynı nedenlerle âşığım” demişti.
Bu iki büyük hayal kırıklığından sonra Marilyn Monreo yine ‘çöplüğüne’ döndü ve Hollywood’un acımasız çarkları arasında kendi sonunu hazırladı.
Bütün şöhretine rağmen yaşadığı trajediyi, belki de en iyi onun şu cümleleri anlatıyor:
“İnsanlar beni görmek için deli oluyorlar. Onlara bakınca, annesinin dahi görmek istemediği o küçücük kızı, kimse tarafından sahiplenilmediğim yılları hatırlıyorum. Geçmişte beni Norma Jean olarak görmek istemeyen insanları cezalandırmak bana müthiş bir haz veriyor...”

Aşktan ve hayattan intikam alan kadın

Haberin Devamı

Demet Akalın ile Hande Yener arasındaki 7 fark

Haberin Devamı

* Demet dört mevsime damgasını vurur, Hande ise yaza.
* Demet yeni dönemin Ajda Pekkan’ı olma yolunda hızla ilerlerken, Hande ‘bir türlü atanamayan’ Ajda olarak yoluna devam etmektir.
* Demet’in eskisi de yenisi de dinlenir, Hande “eski şarkıları ne güzeldi” dedirtir.
* Demet’in kraliçe olmak için kafasına bir şey takması gerekmez, Hande kafasında taçla sokakta dolaşır.
* Demet statiktir, Hande dinamik.
* Demet şahsına münhasırdır, Hande ‘Lady Gaga ve Madonna’ karışımı.
* Demet ağzına geleni söyler, Hande kısa cümleler kurar.


Haftanın ‘en’leri

Haftanın manzarası: İstiklal Caddesi’ndeki Venedik.
Haftanın en fiti: Verdiği 11 kiloyla Hülya Avşar.
Haftanın albümü: Ajda Pekkan& Muazzez Abacı’nın Türk Sanat Müziği CD’si
Haftanın kapışması: Cumhuriyet yazarları arasındaki meydan muharebesi.
Haftanın bedduası: Zekeriya Beyaz’ın “Allah seni muvaffak eylemesin Tayyip” çıkışı.
Haftanın kitabı: 20. yüzyıl Alman Dili Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Stefan Zweig’ın ‘Ay Işığı Sokağı’
Haftanın trajedisi: Galatasaray antremanını izlemeye giden gazeteci Erkan Koyuncu’nun vefatı.

Haberin Devamı

Şener Şen ama sevenleri mahzun

“Sinemadan başka hiçbir meslek tanıdığımız, bildiğimiz dünyaya bu kadar benzeyen ama aynı zamanda da bilmediğimiz, tanımadığımız dünyaları yaratmaya imkan tanımaz...”
Fellini’nin bu lafını okuduğumda Şener Şen geldi aklıma.
Bu kadar bildik, tanıdık bir yüz kamerayla buluşunca bir bakışıyla, bir mimiğiyle nasıl olur da bambaşka alemlere götürebilir insanı?
Kibar Feyzo’dan Züğürt Ağa’ya, Eşkıya’dan Namuslu’ya, Banker Bilo’dan Tosun Paşa’ya, Muhsin Bey’den İkinci Bahar’ın o unutulmaz Ali Haydar’ına kadar oynadığı her rolde bizi bambaşka dünyalara taşıdı Şener Şen.
Çünkü canlandırdığı her karakterde tepeden tırnağa gerçek, her hücresinde samimiydi.
Geçen haftalarda bu sütunda bana göre en iyi on Türk filmini yazdıktan sonra fark ettim ki bunların yarısından fazlasında Şener Şen var.
Sonra üşenmedim, hayat verdiği bütün karakterleri teker teker inceledim.
Bir oyuncunun bir tane bile vasat filmi olmaz mı? Şener Usta’nın yok işte! Bulabilen beri gelsin...
Bu başarıda elbette kılı kırk yaran proje seçimlerinin, yıllardır birlikte çalıştığı Ertem Eğilmez ve Yavuz Turgul gibi isimlerin ustaca dokunuşlarının da etkisi inkar edilemez. Ama Şener Şen’de öylesine başka bir ‘büyü’ var ki, mıknatıs gibi çekiyor bu toprakların insanını.
Ancak maalesef uzun zamandır sevenleri hasret kendisine.
Ne yazık ki yıllardır ne sinemada, ne de ekranlarda görebiliyoruz artık onu.
Belki kendi mütevazı hayatında mutludur.
Ama eminim hayranları dört gözle bekliyordur yeni bir projeyle dönmesini.
İşte bu yüzden bu yazıya ‘Şener Şen ama hayranları mahzun’ diye başlık attım.
Çünkü ben de birbirinin benzeri onlarca vasat film arasında, Şener Şen’in ruhumuzu aydınlatan ışığına hasret kalanlardanım. Haydi büyük usta, bekletme bizi daha fazla, dön artık sahalara...

Yazarın Tüm Yazıları